Figen Batur

İstanbul mutfakta Türk mutfağı Fransa’da

20 Mart 2010
Levent Loft’un nedense bahçe adı verilen en üst katına gittiğimde öyle bir kalabalıkla karşılaşıyorum ki, şaşırıyorum. Şaştığım aslında kalabalık değil, kalabalığı oluşturanlar. Herkes iyi kötü tanıdık. Yıllardır görmediğim bir aile dostu, harala gürele arasında görüşmeye fırsat bulamadığım eski bir arkadaş, çok sevdiğim bir meslektaş, daha iki gün önce aklıma düşen bir tanıdık, uzak bir akraba, hayranı olduğum komedyen, yazılarına bayıldığım güzel kadın, en yakışıklı gazeteci, tanışmaya fırsat bulamadığım bir mail arkadaşı, emekli olmanın köşeye çekilmek demek olmadığının somut kanıtı sivri dilli diplomat, Ankara yıllarından tanıdığım saygın bir bürokrat, kalemi balyoz bir yazar, tuttuğunu kopartan eski gazeteci yeni halkla ilişkilerci şeker kadın, bir köşeye çekilmiş halef selef iki yöneticiyle hoş eşleri, zeytinyağı sevdalısı üniversite hocası, işini de kendisi kadar sevdiğim yemek fotoğrafçısı, şimdilerde yenilebilir boncuklar tasarlayan en zevkli tasarımcı, çanak soru sormamasıyla ünlü bir televizyoncu, şu bu, hatta yazlıktaki komşu ve elbette tarifleriyle kitaba katkıda bulunan şeflerle, yemek yazarları...
Kısaca elleri de gönlülleri de hamarat yüzlerce insan.

Kollarımı indirmeye fırsat bulamadan birinden diğerine seğirtiyor, sarılıyor, iki çift laf edemeden kendimi bir başkasına sarılırken buluyorum.
Herkes, hepimiz Lale Apa ile Handan Bozdoğan’ın yeni kitabı, İstanbul Mutfakta’nın tanıtım kokteyli için buradayız.
Lale Apa eski arkadaşım. Hande Bozdoğan ise yığınla ortak dostumuz olduğunu bildiğim, yaptığı işleri hayranlıkla izlediğim ve bana birini kendine yakın hissetmen için illa tanıman gerekmez dedirten bir isim. İstanbul Culinary Institute’un kurucusu, yemek sevdalısı, araştırmacı, yazar.
İkisinin de uzun süredir bu kitabı hazırladıklarını biliyordum.
Kitabın Fransa’daki Türk yılı kutlamaları için Fransızca basılacağını, bunun için İKSV’nin ön ayak olduğunu, Türk mutfağının uygulaması kolay tariflerini derlediklerini, ince eleyip sık dokuduklarını ve aylardır bu kitapla yatıp kalktıklarını da...
Biliyordum, çünkü ne zaman Vildan’a rastlasam Lale‘yi soruyor ve ondan mutat cevabı alıyordum: Biliyorsun, kitapla uğraşıyor.
Sonunda kitabın Fransızca baskısının çıktığını, çıkmakla kalmayıp bir de ödül aldığını duyduğumda hiç şaşırmadım.
Meğer için için bunu beklermişim.
Sonunda Zuhal Şeker (bu arada Ülker Bizim Mutfak’ın da kitaba katkısını belirtelim), telefon edip de İstanbul Mutfakta’nın tanıtımına davet ettiğinde hemen geliyorum dedim, kuzu kuzu gidip biletimi değiştirdim, gene fena halde önemsediğim başka bir gönül işini yakından izlemek için gideceğim Paris yolculuğunu ertesi sabaha erteledim ve Loft’a geldim.
Böyle geceler, aslında kalabalık başlar ama ortalık çok geçmeden ıssızlaşır. Gelen gelir, şöyle bir kendini gösterir, tebriklerini sunar ve kimseye Allahaısmarladık demeden usul adımlarla tüyüp gider.
Bu gece belli ki kimsenin böyle bir niyeti yok.
Etraf kalabalıklaştıkça kalabalıklaşıyor.
Bu arada ortada müthiş leziz yemekler dolaşıyor.
Sonunda Lale’yi kitabın Fransızca editörlüğünü üstlenen Genevieve Farez’le konuşurken yakalıyorum.
Her zaman olduğu gibi güleç. Her zamanki gibi şık. Her zamanki gibi alçak gönüllü. Her zamanki gibi biricik.
Mutluluğu gözlerinden okunuyor denir ya, onunki gözlerinden fışkırıyor.
Ne kadar çabaladıysam da Hande Bozdoğan ile karşılaşmayı beceremedim, onun için kendisine buradan teşekkür edeyim.
Sevgili Lale, sevgili Hande kitaba yazdığınız önsözü; ”Rafların pek çok yemek kitabıyla dolup taştığı günümüzde bu kitabın yerli ve yabancı yemek severlere yeni tatlar kazandırması ve her zaman başvurulacak bir değer olması dileğiyle...” diye bitirmişsiniz ya... Nasıl desem?
Oldu bile... Oldu bile...

İçinde 130 tarif 31 kişilik emek var

Salatalar, Baklagiller, Sebzeler, Hamur İşleri, Pilavlar, Deniz Ürünleri, Kümes Hayvanları, Et yemekleri ve Tatlılar...
Ermeni, Rum, Seferad yemeklerinden Ege lezzetlerine, klasik Türk yemeklerinden füzyon mutfağına, Güneydoğu Anadolu’dan Konya’ya uzanan koca bir coğrafyadan derlenmiş tam 130 tarif...
İstanbul’un önde gelen şefleri, yemek araştırmacıları ve yazarları kendi yarattıkları tarifleri ya da arşivlerinden seçtiklerini kolayca bulunabilecek malzemelerle hazırlamış. Lale ve Hande, kişisel tariflerini de bunlara eklemiş. Verilen her tarif İstanbul Mutfak Enstitüsü’nün mutfağında birer birer yapılmış ve tadılmış. Tariflerin ev imkanlarıyla pişirilebilmesine özen gösterilmiş. Her damak tadına uygun olduğu onaylanmış.
İstanbul Mutfakta işte böyle hazırlanmış.
Yani kitapta sadece 130 tarif değil, her biri taam erbabı 31 kişinin de emeği var.
Yazının Devamını Oku

Güzelliğin, şarabın ve futbolun şehri Cape Town

13 Mart 2010
Üç yıl önce Cape Town’a geldiğimde, kelimenin tam anlamıyla tadı damağımda kalmış, geri dönmek için uçağa binerken parmaklarımı çapraz yapıp en kısa sürede yolum gene bu harika şehre düşsün diye dilek tutmuştum. Dileğim üç yıl sonra gerçekleşti, işte gene Cape’teyim.
Şaka değil, gerçekten harika bir şehir burası.
Doğaysa doğa, huzursa huzur, güzellikse güzellik... Ne ararsanız var.
Sadece Cape değil, çevresi de öyle. Dağlar, bağlar, plajlar... Hangi yöne giderse gitsin, insan gördüğü manzara karşısında afallıyor.
Sadece güney ya da güney batısı mı güzel bu güzelim ülkenin...
Doğusu da kuzeyi de öyle...
Ama biliyoruz ki bu ülke bahtsız bir ülke.
Tanrı toprağının altına servet sermiş, üstüne bereket vermiş, zaten bu harika insanların başına da ne geldiyse bu yüzden gelmiş.
Tarihi malum.
Ağla Sevgili Yurdum.

Bir otelden ne beklersin

Bu günlerde ayın üçte birini otellerde geçirdiğim için, ha bire oteller üzerine düşünmek gibi bir huy geliştirdim.
İster bir günlüğüne ister uzun süreliğine gidilsin, kimse kötü bir otelde kalmak istemez ama iyi otel seçimi de sanıldığı kadar kolay değil.
Çünkü her bol yıldızlı ve pahalı otel iyi demek değil.
O zaman ne yapmalı?
İşe bir liste yaparak başlamalı ve listenin başına anayasanın değiştirilemez maddeleri gibi üç madde konmalı.

Temiz olacak bir...
Konumu iyi olacak iki...
Bütçeme uygun olacak üç...
Bunların herkesin olmazsa olmazları olduğunu düşünüyorum.
Ama ondan ötesi kişiye özel sanki.
Örneğin kör karanlıkta uyanan ve uyanır uyanmaz ağlamasın diye ağzına biberon verilen çocuklar gibi kahve aranan biri olarak, odamda kahve makinesi ve çeşit çeşit kahve bulunmasını isteyen biriyim, o zaman dördüncü madde olarak pekala bunu yazabilirim. Oda servisini arayıp kahve istemek, o kahve isterse gümüş servisle gelsin benlik değil çünkü. Mesela ütü ve ütü masası... Buruşan elbiseleri ütületmek için çamaşırhaneye yollayıp saatlerce beklemektense odada ütülemek daha evla. O zaman onlar da olmalı. Mesela taşımaktan nefret ettiğim için her yağmurlu havada satın alıp hep arkamda bıraktığım şemsiye... Mesela kitap, mesela dergi, mesela dev aynası, mesela yeter sayıda askı, mesela sorunsuz internet bağlantısı, mesela başucu lambası... Liste uzayıp gidiyor.
İyi de her zaman şans yaver gitmiyor.
O zaman ne yapmalı?
Toplu yolculuklarda iş daha kolay çünkü arada turizm şirketi var.
Ama tek başına yolculuk edenler için zevkine güvendiği eş dost tavsiyesi dışında yapılacak en doğru şey galiba profesyonel bir aracıya başvurmak. Sizi dinleyecek, beklentilerinizi anlayacak ve doğru adresi bulacak birine... Bir kuruma ya da bir kişiye. O zaman, o otel otel olmaktan çıkıp eviniz oluyor.

Kalmasanız da mutlaka uğrayın

Cape Grace...
2008’de dünyanın en iyi küçük oteli seçilmiş. 2009‘da lokantası Güney Afrika’nın en iyi lokantası ödülünü almış. Alt kattaki viski bar Güney Yarımküre’nin en iyisi. Bugüne kadar gördüğüm en çarpıcı otel dekorasyonu. Servisin iyiliğinden söz etmek bile abes. Küçücük sürprizlerle müşterileri mutlu etmekte üstüne yok. Odaların manzarası şahane. Her köşede üzerine çok düşünülmüş olduğu belli minicik bir ayrıntı göze çarpıyor.
Pahalı mı evet pahalı. Kalınılabilirse ne ala da, buralara kadar gelinirse eğer, mutlaka ama mutlaka uğranmalı.

Dünya kupasını bahane edin

Haziranda başlayacak dünya futbol şampiyonası için hummalı bir hazırlıkla karşılaşmayı beklerken, marinanın yanıbaşına inşa edilen ve fena halde uzay istasyonlarını çağrıştıran stadyum dışında şehirde futbola ilişkin fazla bir faaliyet yok gibi. Hangi yıl olduğunu bilemeyeceğim ama gene böyle bir dünya kupası öncesi İtalya’ya gittiğimde, bütün İtalyanlar’ın delirdiğini gördüğümden bu sakinlik beni şaşırtmadı değil. Ne sokakta ne televizyonda futbol konuşulmuyor örneğin. Bu pazar, aralarında Armstrong’un da bulunduğu bin küsur yarışmacının katılacağı bisiklet yarışı sanki daha önemli. Belki kupanın başlamasına daha vakit var diye, bilemeyeceğim ama ülke futbolla yatıp futbolla kalkmıyor. Tamam elendik, tamam biz yokuz ama gene de bir çok futbol fanatiğinin haziran sonunda yolunun buralara düşeceğine eminim. Bu futbol aşıkları her kimse artık, kadın ya da erkek, eşler eşlik etmek için ısrarcı olsunlar derim. Bırakın onlar maç izlesin siz doya doya şehri gezin.

4 bin 800 şarap üreticisi var

Cape Town’nun batısından Hermanus’a kadar uzanan bölge, Güney Afrika’nın şarap bölgesi. İklim Akdeniz iklimi olduğundan bağlar burada. Stallenbosch’a doğru yola çıkıldığında arkada yükselen dağları ve eteklerindeki bağlarıyla ayrı bir cennete düşüyor insan. Birbirinden güzel çiftlik evleri, aynı zamanda tadım evleri. Neredeyse her birinin küçük bir lokantası ve istenilirse konaklayabileceğiniz küçük bir misafir evi var.
Şaraplara gelince, ortalamadan çok iyiye kadar giden çizgide binlerce şarap var. 4 bin 800 kadar şarap üreticisi olduğu söyleniyor. Ben iki tanesini gezebildim. Biri Waterford, diğeri Hannes Myburgh. Bay Hannes, sekizinci kuşak olarak işlerin başında. Bana 2003 pinot noir tatmamı tavsiye etti ki haklı. Bir de 2005 Rubicon’u çok sevdim. Ama damak tadı insandan insana değişir. O yüzden buralara gelecek olan, bir gününü ayırıp kendini şarap yoluna vurmalı ve sevdiği şarabı kendi bulmalı derim.
Yazının Devamını Oku

Estetik meseleler

27 Şubat 2010
Öyle bir hafta geçirdim ki, iki ayağım bir pabuçtaydı demek yetmez. El, ayak, kol, bacak hepsi bir pabuca girdi resmen. Hatta patiğe. O kadar çok acil diye başlayan cümle duydum ki, acil sözcüğünün anlamını unuttum.
Acilen yazılması gereken bir metin geliyor, tam yazıya oturuyorum, acilen gel diyen biri arıyor, fırlayıp çıkıyorum, cebe önce buraya uğra bu iş daha acil mesajı düşüyor.
Bunca acil, acilen çekip gitme isteği uyandırıyor insanda tabii.
Böyle zamanlarda koca yıl torbaya girmiş gibi, yığınla angarya da tüy dikmek için sıraya girmiyor mu, işte o zaman acil tek şey ifade ediyor: Acil servis. Kaldırsınlar, yatırsınlar, uyutsunlar...
Dediğim gibi felaket bir haftaydı.
Böyle günlerde dostların varlığı tek tesellisi oluyor insanın.
Han dediğin yere hamam kuran, aman demeden yardıma koşan dostların...
Tek tek saymayayım şimdi, onlar kendilerini bilir zaten ama teşekkür etmeden de geçemem.
Koccaman bir teşekkür. Hepinize.

Hakkında 200 mektup gelen alet
yemek-mutfak
insan-portre *
ağırlama-sofra
adres-mekan
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım *
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj *
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat


Okurlarımın çoğu kadın mı yoksa konu güzellik olunca kadınlar mı kağıda kaleme sarılıyor bilemedim, ama ne zaman estetik ile ilgili bir şey yazsam mail yağmuruna tutuluyorum. Soruların özünü, söz ettiğim şey her neyse artık - tedavi, krem, alet- gerçekten etkili olup olmadığı oluşturuyor. Söylediğiniz gibi mi diye soruyor mail sahipleri. Nitekim Nu Skin ile ilgili yazımdan sonra da aynı şey oldu, yaklaşık iki yüz kadar mail geldi. Kimilerini cevapladım, kimilerini cevaplayamadım. Bu tür konularda okura kefil olmak da kolay değil. Herşeyden önce kişinin beklentisini bilemiyorsunuz. Bir de sonuç ciltten cilde değiştiği gibi, o sonuca ulaşmak için gereken süre de değişiyor. Baktım olacak gibi değil, derdimi beni bu aletle tanıştıran Ayşe’ye açtım. Ayşe altını çize çize sonuç almak için düzenli kullanım şart diyor. Ama haftada sektirmeden üç kez kullanan bütün müşterilerinin olumlu sonuç aldıklarını ve www.nuskin.com.tr adresine göz atılırsa, çok daha ayrıntılı bilgiye ulaşılacağını belirtiyor.
Elçiye zeval olmaz diyor, aradan çekiliyorum.

Saç çıkaran Drakula yöntemi

Madem konuyu estetikten açtık, devam edelim.
Lale ile Ziya benim yakın dostlarım. Lale ve Ziya Şaylan. Lale mimar, Ziya doktor. Otuz yıl kadar Almanya’da yaşadıktan sonra Türkiye’ye döndüler ve İstanbul’a yerleştiler. Hep derim insanın mutlaka bir doktor, bir avukat, bir de mali müşavir üç yakın arkadaşı olmalı diye. Ziya’nın Türkiye’ye gelişiyle doktor-arkadaş kotam da dolmuş oldu. Yola bu niyetle çıkmamasına rağmen neredeyse meslek hayatının tümünü estetik alanındaki son gelişmeleri takip etmeye adayan Ziya’ya, aslında ben sadece güzellik meselelerini değil, eşin dostun başına bela hastaklıklardan tutun da annemin diz ağrılarına kadar aklımı kurcalayan her soruyu sorarım. Bilirim ki işinin ehlidir. Bilirim ki elinden gelen bir şeyse yardımıma koşacak, yoksa beni doğru adrese yollayacaktır.
Üç ay kadar önce beni arayıp çağırdığında, her zamanki gibi tıpış tıpış gittim. Uzun süredir onarıcı hücre tedavisini araştırıyor, nerede bir konferans var üşenmeden katılıyor, çıkan bütün makaleleri hatmediyordu.
Saçlarımdan mustariptim. Hiçbir zaman gümrah saçlarım olmamıştı gerçi ama, tiroid belasıyla olan daha da cılızlaşmış, ondan da beteri cansızlaşmıştı. Bakımmış, şuymuş buymuş hak getire. Gittiğimde Ziya kıs kıs gülerek, şimdi sana Drakula yöntemi uygulayacak ve birkaç ay içerisinde şampuan reklamına çıkacak kadar olmasa da seni bu saç bu kabusundan kurtaracağım dedi.
Drakula yöntemi mi?
Başkası söylese aynı anda tüyerim.
Yaptığı şey aslında basit. Sizden az biraz kan alıyor, sonra bunu özel bir işlemden geçirip yeniden size enjekte ediyor. Ama saçınıza, ama yüzünüze. İşlem dediği kandaki alyuvarların santrüfüjden geçirilip akyuvarlardan ayrılması, akyuvarların da kalsiyum takviyesiyle yoğunlaştırılması. Kan kendi kanınız olduğu için yan etki sıfırmış ve kanınızdaki onarıcı hücrelerle büyüme hormonları sayesinde müthiş sonuçlar alınıyormuş.
Hadi bakalım dedik kuzu kuzu kanımızı verdik.
Üçüncü uygulamanın sonunda o da ne? Soluk saçlarım canlandı, o kadarla da kalmayıp yeni saçlar çıkmaya başladı.
İşte buna kefilim.
Topyekun kellerde işe yarar mı yaramaz mı bilmiyorum ama benim durumumdakilere çare olduğu su götürmez.
Bu durumda sevgili Drakula’ya, hoş geldin sefalar getirdin diyor saçımın derdine derman olduğu için gönülden teşekkür ediyorum.

Nu’lara bakmadan geçmeyin

Eugenio Zanchetta ile tanıştığımda varlığının hayatıma bu kadar güzellik katacağını bilmezdim elbet. Nurçin Sebük tanıştırdı bizi. Nurçin’in çok eski bir arkadaşıydı ve İtalyan moda dünyasının yakından tanıdığı bir tasarımcıydı. Nurçin yeteneğini ve zevkini öve öve bitiremiyordu.
Tanışır tanışmaz kanımız kaynaştı, ruhumuz uyuştu. Bunda Nurçin’in de payı var elbet. Dostunuzun dostu durumu.
Birkaç kez bir araya geldik, bir iki yemek yedik sonra araya kimbilir ne girdi, koptuk. Bundan üç yıl kadar önce Nurçin arayıp da büyük ikramiyeyi kazandığını muştulayan biri gibi, Eugenio İstanbul’a geliyor, dediği güne kadar...
Eugenio gerçekten de buraya yerleşti ve çıkmamak üzere hayatıma girdi.
Sık mı görüyoruz birbirimizi peki? Yoo...
Ama orada olduğunu biliyorsun ya, çok beğendiğin biri seni beğeniyor ya yeter.
Geçenlerde her başım sıkıştığında olduğu gibi kalkıp atölyeye gittiğimde gördüğüm koleksiyona öyle bayıldım, öyle heyecanlandım, öyle gururlandım ki, yarım saat için uğradığımı unutup üç saat kaldım. Beni Aya Bağla imiş koleksiyonun adı. Ay renkleri. Doğarken büründüğü altın dolunayda dönüştüğü gümüş, bulutlu gecelerde örtündüğü gri.
Alırsınız almazsınız ayrı. Ama Nu’lara bakmadan geçmeyin emi?
Yazının Devamını Oku

Tasarımın beşiği Londra’dan haberler

20 Şubat 2010
Boyumuzdan büyük işe mi kalkıştık acaba?<br><br>Hanya’yla Konya’yı 6 Mart’ta göreceğiz bakalım.

Bu yaştan sonra TV işlerine soyunmak, üstelik programı Türkiye’nin Peter Pan’ı Nihat Odabaşı ile birlikte sunmak, akıllı işi mi deli cesareti mi hala anlamış değilim.
Uzun süredir aklımda yurtdışı programı yapmak fikri vardı ama yapmalı mı yapmamalı mı bir türlü kestiremiyordum. Bir yanım kalk gidelim diyordu, diğer yanım otur aşağı. Böyle iki kutup arasında gide gele epey zaman geçirdim. Sonra günlerden bir gün tuttum bu niyetimden Feride Edige’ye söz ettim. İşte program o an ete kemiğe büründü sanki. Feride’ye göre bu iş tek başına yapılmamalıydı. Yanımda biri daha olmalıydı. Nihat’la çalışmalıydım örneğin. İkimizin de birbirimizi sevdiğimiz malumdu. Ayrıca huyumuz da suyumuz da birbirine zerre benzemiyordu ki, bu da olumluydu. Aynı yöne baksa da farklı şey gören, aynı şehre gidip farklı yaşayan, ne dertleri ne sevinçleri ortak iki kişi: Biri erkek biri dişi.
Bitmedi!
Format gereği elbette değişik ülkelere, uç uzaklara, farklı şehirlere gidecektik. Ama yapacağımız iş özel olsun istiyorsak eğer, gidilecek yerleri biz değil heveslerimiz belirlemeliydi. Madem ki şairin dediği gibi, ‘heves kuşu durmaz döner’di, o zaman biz de heves kuşumuzun kanadına takılmalıydık. O nereye biz oraya... Bırakalım o bizi sürüklesindi.
Feride bir şey anlattığında, anlattığı şey her neyse gözünüzde canlanır. Bir de arkadaşının işini kendi işi bellemek gibi, çoğu zaman onu canından bezdirdiğini bildiğim kötü bir huyu vardır.
Belledi de nitekim...
Nihat’la ikimizi, iki birbirine benzemezi, iki zamanı örtüşmezi bir araya getirdi, bizden ortak heveslerimizi saptamamızı istedi, ofisini açtı, toplantılar yaptı, fikir üretti, bağlantı sağladı kısaca altı ay bizimle yatıp bizimle kalktı. Sonunda sponsorlar, toplantılar, anlaşmalar, izinler derken ilk programın düğmesine basıldı.

Yazının Devamını Oku

Seyahat acıları uzaklaştırıyor yaralar daha çabuk kabuk bağlıyor

6 Şubat 2010
Hepimizde bir tatlı telaş...<br><br>Son dakika toplantıları, akla son dakika gelen parlak bir fikir, posta kutusuna son dakika düşen bir adres, son dakika kotarılan bir izin ve son dakikaya kadar içimizi kemiren acaba bir şey unuttuk mu hissi...

yemek-mutfakağırlama-sofraadres-mekangüzellik-makyaj *mey-meyhanelokanta-barçay-kahveev-dekorasyontasarımdüzenlememoda-alışveriş *çiçek-bahçetelevizyonhaber-dizitatil-gezi-şehirotel-spa-sağlıksinema-tiyatroedebiyatinsan-portre *

Yazının Devamını Oku

Uzaktan kumandalı bir yazı...

30 Ocak 2010
Nasıl yılbaşı arifesi yaklaşırken yeni yıldan söz etmek âddetten ise, kar yağıp da evde mahsur kalındığında kardan söz etmek de bir o kadar mutat. Aslını soracak olursanız ben mahsur filan kalmadım.
Kalmadım ama yaklaşık bir hafta boyunca da evden dışarı çıkamadım.
Hastalık zor zanaat.
İnsan önce canıyla uğraşıyor, nefes alır almaz da sıkılmaya başlıyor.
TV, DVD, internet, kitap, dergi, müzik ve bitmez tükenmez telefon konuşmaları bir yere kadar.
En beteri hayal bile kuramıyor insan.
Bu durumda haftalık yazı da ancak bu kadar.

Övünelim mi dövünelim mi mutfakta erkek var

Şöyle bir tespit: Kadınlar mutfaktan çıkmış erkekler önlük takmış.
Genç kuşakta sık görülen ama ellisini aşmış adamlarda pek de alışık olmadığımız bir durum vesselam.
Tam da yılbaşı ertesi, üstelik bin bir işinin arasında, Apo yaklaşık otuz kişiye öyle harika yemekler çıkardı ki, sadece ben değil yiyen herkes şaştı kaldı. Hele o balık çorbası... İşin püf noktasını da öğretti sağ olsun. A’dan Z’ye hemen bütün yemekler denizden çıkmaydı. Ve yeminle hepsi harikaydı.
İkinci büyük şefi, açık ara Emin Mahir ilan ettim. O İtalyan mutfağını tercih etmiş. Girişi, anası, tatlısı, benim diyenin zor yapacağı cinsten.
Ama kadınların, erkeklerin bu yeni ilgi alanından hiç mi hiç hoşnut olmadıklarını keşfettim. Aman bırak yapmasın’lar, öyle bir mutfak bırakıyor ki inanamazsın’lar, bütün tencereler kirletilir mi ayol’lar, velhasıl şikâyetin bini bir para.
Bir arkadaşım, erkek arkadaşının hafta sonları yemek kursuna yazıldığını öğrenince önce çok sevindiğini şimdiyse dövündüğünü söyledi.
Ben arada kaldım, karar veremedim.
Mutfak erkeğin mi kadının mı alanıdır?
Ya da o harika roman adı gibi, her ikisi için de çıkmaz mıdır?

Deniz Palas’ın terasındaki lezzet durağı

İKSV’nin yeni binası Deniz Palas’ın 6. katı, lokanta.
Önünde küçük bir terası olan, oldukça büyük bir mekân. Bir üst katta ise yaz başı açılacak devasa bir teras var.
Her ikisi de muhteşem Haliç manzaralı ve her ikisi de Borsa.
Lokantanın mutfağı, Swiss Otel Gaja lokantasıyla yollarını ayırdıktan sonra yurtdışına dönmeye kararlıyken Rasim Özkanca’nın teklifi üzerine İstanbul’da kalan Murat Karaduman’a emanet.
Gaja’da onun yemeklerini tadanlar, bu genç şefin meslek hayatını çıraklıktan ustalığa Avrupa mutfaklarının biçimlendirdiğini, bundan ötürü de ince lezzetler peşinde koştuğunu bilir.
Onun elinden çıkma armutlu kaz ciğeri mesela. Düşündükçe ağzım sulanır.
Ömrü yurtdışında geçen Murat Karaduman’ın Borsa gibi Türk mutfağının kalesi addedilen bir kurumla çalışmaya karar vermesi, tahmin edebileceğiniz üzere kolay olmamış. Ama sanırım hem Rasim hem de rahmetli Şakir Bey’in ısrarları ve Türkiye’deki bin bir yerel malzemeye ulaşabilen Borsa gibi bir tedarikçinin varlığı, bu zor kararı almasını kolaylaştırmış.
Bir tadım mönüsü yapacağı kesin ama onun aklını esas çelenin yerel malzemelerle yaratacağı yeni tarifler olduğunu düşünüyorum.
Yenilikle geleneğin, hünerle bilginin harmanlanmasından çıkacak sonucu varın siz hayal edin.
İstanbul’da ehil ellere teslim yeni bir lezzet durağımız olduğu kesin.

Şakir Bey olmasa İstanbul Kültür Başkenti olabilir miydi
yemek-mutfak *
adres-mekan
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
düzenleme
çiçek-bahçe
ağırlama-sofra *
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *

Tam yazının başına oturdum, Deniz Palas’ı, İKSV’nin yeni adresini yazacağım, posta kutuma “Vakfımızın kurucusu Şakir Eczacıbaşı’nı kaybettik” haberi düştü.
Üff...
Gerçi beklenmedik bir haber değildi, ama gene de üff...
Hadi aynı coşkuyla yaz yazabilirsen. Bilgisayarı kapattım, Şakir Bey’i düşünmeye başladım.
Daha doğrusu onun hayatımızdaki yerini.
Hayatımız derken hepimizden, İstanbul’un sanata gönül vermiş ahalisinden söz ediyorum. Nejat Bey 1973’te, tam da Cumhuriyet’in ellinci yılı kutlanırken, ülkenin çorak kültür hayatına bakıp bir vakıf kurmaya karar vermese, vefatının ardından işin başına bütün sevgisini, bilgisini, emeğini vakfa akıtan Şakir Bey geçmese, İstanbul şimdi övünmelere doymadığımız Avrupa Kültür Başkenti mi olurdu Allah aşkına?
Oldu da ne oldu, o ayrı.
Beyoğlu’nun üç-beş sinemasında başlayan sinema günleri, bugün uluslararası bir festival haline geldiyse, mahcup başlayan klasik müzik konserleri müthiş bir festivale dönüştüyse, bunlara tiyatro, caz, bale gösterilerinden tutun da ses getiren Bienal’e, Avrupa şehirlerinde yapılan etkinliklerden buradakilere her yıl yeni bir halka eklendiyse ve bütün bunlar İKSV sayesinde gerçekleştiyse eğer, posta kutusuna düşen haber adamın canını fena yakıyor.
Akrabası, tanışı, yakını olduğum için değil, beni ben yapan değerlerdeki payını bildiğim için.
Ölenin arkasından ne söyleyebilir ki insan?
Unutmayacağız, özleyeceğiz, Allah gani gani rahmet eylesin mi?
Hepsi iyi de, onun ardından Türkçeye çevirdiği Oscar Wilde’dan bir cümle de etmeli sanki... Bernard Shaw da olabilir.
İyisi mi benim gibi şunu onun sayesinde gördüm, bunu onun sayesinde izledim, onu onun sayesinde dinlendim, bunları onun sayesinde öğrendim diyen herkes, çok sevdiğini bildiğimiz bu iki yazardan kendine Şakir Bey’i en çok hatırlatan cümleyi seçsin ve onu düşünerek usulca gökyüzüne üflesin.
Ardından sevdiklerinin yanına gitti diye avunabilir de, öksüz kaldık diye dövünebiliriz de...
Herkesin yası kendine göre.
Yazının Devamını Oku

İstanbul başkent olmaya hazır mı

16 Ocak 2010
Önce günlerle başladık: Anneler, babalar, öğretmenler, sevgililer günü derken yirmi dört saat kısa geldi, haftalara geçtik. Onun haftası bunun haftası diye yılın yarısını doldurduk, o da yetmedi belli ki, şimdi sıra yıllara geldi.

Biliyorsunuz 2010 boyunca İstanbul’un Avrupa başkenti olmasını kutlayacağız hep birlikte..
Kutlayacak ve göreceğiz..
Bu akşam yedi tepeli şehrin yedi tepesinde değil ama yedi ayrı noktasında yapılacak havai fişek gösterileriyle, uzun süredir yapılan hazırlıklar gün yüzüne çıkacak.
Ve eminim çok ama çok konuşulacak.
Beğenenlerin, alkışlayanların, helal olsuncuların yanında şom ağızlar da açılacak elbet. Yapıla yapıla bu mu yapıldıcılar, zaten bunun böyle olacağı belliydiciler, dağ fare doğurducular konuşmaya başlayacak.
Her ne kadar işi son dakikaya bırakmaya, yumurta kapıya dayanmadan kılını kıpırdatmamaya meyilli bir millet olsak da, bu kez çok yol almak umuduyla erken kalkmış, denizi görür görmez paçaları sıvamıştık ne yalan.
İstanbul’a yakışır etkinliklere imza atmak amacıyla, kamuoyunun yakından tanıdığı Nuri Çolakoğlu’nun başına geçtiği özel bir birim kurulmuş ve bu girişim en azından sanat camiasında büyük heyecanla karşılanmıştı. Ama bir süre sonra mırıldanmalar başladı.Çok geçmeden de mırıldanmaların yerini şikâyetler aldı. En büyük dert, en azından benim tanık olduklarım, yapılan projelerin onaya bile sunulamadığı yönündeydi. Ortada paylaşılacak koca bir pasta vardı ama en azından birileri, pastanın dilimlerinin hep aynı kişilere dağıtıldığını düşünüyordu. Duman ateş olmayan yerden mi çıktı, yoksa ortada yangın mı vardı bilinmez, ama torba olmadığından büzülemeyen ağızlar bir açıldı pir açıldı, ortaya öyle bir dedikodu saçıldı ki, işin başındaki ekip 2010’a ramak kala topluca istifa etti.

Yazının Devamını Oku

Avşa Adası’nın büyülü bağları

9 Ocak 2010
Yılbaşı öncesi tam da bugün, ağzıma lokma koyamam dediğim günlerden birinde kendimi koşar adım Sunset’e giderken buluyorum.

yemek-mutfak *ağırlama-sofraadres-mekaniçki-sigar *mey-meyhanelokanta-barçay-kahveev-dekorasyon *tasarım *düzenlemeçiçek-bahçetelevizyonhaber-dizitatil-gezi-şehirotel-spa-sağlıkgüzellik-makyajmoda-alışveriş *sinema-tiyatro

Yazının Devamını Oku