Figen Batur

Manhattan Laboratuvarının sahibi progressif şef Adam Melonas

15 Mayıs 2010
Önümde erteleyemeyeceğim onlarca iş ve hiçbir şıkkını eleyemeyeceğim uzun bir liste var.

Harıl harıl bir şeyler karalarken telefon çalıyor ve gayet nazik bir ses, beni ülkemizde bulunan ve kendisine Ferran Adria’nın veliahtı gözüyle bakılan Adam Melonas ile birlikte bir yemeğe davet etmek istediklerini, ancak Melonas’ın kısa bir süre için burada bulunduğunu, eğer mümkünse ertesi gün bir akşam yemeği ya da kahvaltıda bizi bir araya getirebileceğini anlatırken sözünü balla filan değil, nalıncı keseri gibi kesiyor ve ‘Mümkün değil’ diyorum.
Kısa ve acısız...
Bu arada da Adam Melonas’ın kim olduğunu düşünüyorum. Yok.
Bu arada nazik ses biraz duraksadıktan sonra gene aynı nezaketle, isterseniz size kendisi hakkında biraz bilgi yollayayım, olur da vaktiniz olursa... diye devam ediyor. Gene nalıncı keseri: Olur, bir mail atın isterseniz.
Atıyor. Okuyorum.
Birinci satır: 1981 yılında Avusturalya Canberra’da doğdu, 15 yaşında mutfağa girdi, 19 yaşında Londra’nın ünlü restoranlarından OTTO’s da şef statüsünde çalışmaya başladı...
İlk cümle bu. 19 yaşında Ottos’da... Şef olarak ha?

Yazının Devamını Oku

Türk Hava Yolları’na haksızlık ediyoruz

8 Mayıs 2010
Kaç zamandır yazacağım araya hep bir engel girdi yazamadım...

Mehmet Aksel ile sohbetimiz sırasında laf döndü dolaştı THY’nin başlatacağını açıkladığı ‘Uçan şef’ uygulamasına geldi. Bundan birkaç yıl önce bir grup yeme içme yazarı, THY’nin ikram hizmetini üstlenen DO&CO şirketinin davetlisi olarak, ikramlardaki değişikliği gözlemlemek için İstanbul-New York uçuşuna davet edilmiştik. Bu uçuş DO&CO şirketi sahibi Atilla Doğudan’ın baştan sona değiştirmek istediği ve THY’yi, diğer havayolu şirketleri arasında öne çıkaracağına yürekten inandığı ikram mönüsünün ilk denemesiydi. Bizlerden de ikramın beğendiğimiz ve eleştirdiğimiz yönlerini öğrenmek istiyordu.
İşte o uçuşta, kafasında kukuletasıyla bir Avusturyalı şef de vardı. Ben şefin orada bulunmasının biraz da o sefere özel olduğunu düşünmüştüm. Şimdi anlıyorum ki Atilla Bey’in aklında daha o günlerde böyle bir uygulamayı hayata geçirmek varmış da zamanını kollarmış.
O uzun yolculukta, birbiri ardına harika yemekler yemiş ve eğer yanlış hatırlamıyorsam puf böreği dışında hiçbir şeye itiraz etmemiştik. Çünkü puf böreğinin, uçak mutfağında hangi teknikle pişirilirse pişirilsin, yeterince leziz olmayacağını düşünüyorduk. Nitekim o gün tattığımız hemen her yemek daha sonra THY mönüsüne girdi. Puf böreğine gelince; ya bana denk düşmedi ya da Atilla Bey bize hak verdi, bilemeyeceğim.
Şu son dönemde, işim gereği ayın bir bölümünü yurt dışında geçiriyorum. Bu da sık sık THY ile uçuyorum demek oluyor. Hem de çok uzaklara.
Ancak çoğu kez gittiğim yerlerde, iç seferleri de kullanarak başka bir şehre uçmak zorunda kalıyorum. Kimi zaman da bir noktaya kadar THY ile uçuyor, ötesini THY uçuşu olmadığı için gideceğim ülkenin havayolu şirketi ile yapıyorum. Birinden inip diğerine biniyorum anlayacağınız. Art arda farklı iki havayolu şirketiyle uçmasam, aradaki farkı sıcağı sıcağına gözlemleme şansım olmasa, belki de bu kadar keskin bir laf etmezdim ama şimdi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki THY ile pek çok havayolu şirketi arasında muazzam bir fark var... İnsan gururlanmadan edemiyor.
THY, kim ne derse desin dünyanın en iyileri diye bildiğimiz havayolu şirketleriyle yarışıyor artık. Diğerlerine ise bir de değil, birkaç tur fark atmış durumda. Bunu söylerken inanın milliyetçi duygularım şahlanmış filan değil. Bu farkta ikramın olduğu kadar, servisin ve filoya katılan yeni uçakların sağladığı konforun da payı var.
Bir de inanmayacaksınız ama temizliğin.

Yazının Devamını Oku

Tango hakkında merak etttiğiniz her şey

1 Mayıs 2010
Rivayet muhtelif.<br><br>Doğum tarihi için kimi kaynaklar 1880 diyor, kimileri 1890. Doğum yeri için de öyle...
İki komşu, ha bire kendine mal ediyor. Biri onun için bizim toprakların çocuğudur diyor, diğeri hayır öz be öz bizim evladımız...
Ama serpildiği yerin Buenos Aires varoşları olduğu kesin.
O dönemde varoşların bataklıklarda kurulduğu bilindiğine göre, kendisine bataklık gülü diyebiliriz o zaman.
Batakhane gülü mü demeliyiz yoksa? Çünkü tango üzerine araştırmalarıyla tanınan büyük yazar, onun ‘prostibulos’larda yani genelevlerde doğduğunu söylüyor.
Kim mi o?
Bildiniz, tango!

Arjantin’e gitmeden önce, Seyyan Hanım’ınkiler de dahil olmak üzere hemen her taş plağı, belgeyi, besteyi bulup çıkaran ve konuyu girdisiyle çıktısıyla bildiğini bildiğim Fransız bir arkadaşımla tango üzerine konuşuyoruz uzun uzun. Neler neler anlatmıyor ki... Sadece anlatmakla da kalmıyor, yüzlercesi arasından birini seçip bana bugüne kadar hiç dinlemediğim cızırtılı tangolar çalıyor.
Bir tür uygulamalı tango tarihi dersi.

Hayatımda ilk kez o gün Enrique Discepola’nın bir tangosunu dinliyorum mesela.
Arjantinliler’in El rey del tango (tangonun kralı) diye taçlandırdıkları Carlos Gardel’den gene bir tango tutkunu olan Borges’in hiç mi hiç haz etmediğini, özünde neşeli ve oynak olan bu müziğin onunla birlikte hüzünlü ve karamsar hale gelmesinden yakındığını öğreniyorum mesela...
Parçaların başlangıçta bir flüt, bir gitar, bir keman ve kimi zaman da bir arpın eşlik ettiği üç dört kişilik küçük orkestralar tarafından çalındığını, ilk tangoların yedi düvelden gelen göçmenlerin beraberlerinde getirdikleri farklı ezgiler barındırdığını mesela...
Tangonun alıştığımız tınısına, bir Alman’ın icadı olan bandoneonun okyanusu aşıp Rio de la Plata kıyılarına ulaşmasından sonra kavuştuğunu mesela...
İlk güftelerin prostibulos’ların dili olan argoyla yazıldığını, bitirimlerin, pezevenklerin, sermayelerin hikayelerini anlattığını mesela...
Yayılmasında Podesta Kardeşler’in düzenlediği geceler gibi halk eğlencelerinin payının olduğunu mesela...
Buenos Aires yüksek sınıfının bu edepsiz müzikten nefret ettiğini, olur da çalınır diye okula giden çocuklarının kulaklarına pamuklar tıkadıklarını mesela...
Tarihin belki de en dokunaklı tangosu El Chocolo’nun bestecisi Alfonso Villaldo’nun Paris’e gitmesiyle Avrupa’yı da bir tango çılgınlığının sardığını mesela...
Gene aynı bestecinin Barselona’da kendisine eşlik eden askeri orkestrayla kaydettiği plağın Avrupa’da kaydedilen ilk tango olduğunu mesela...
1916’da Montevideo’da bestelenen, bizim düğünlerin değişmez parçası El Cumparsita’nın aslında bir okul şarkısı olduğunu mesela...
Doğru olup olmadığı bilinmeyen bir söylenceye göre, Che’nin babasının bir tartışma sonrasında Gardel’i vurduğunu mesela...
Uruguaylı mı Arjantinli mi olduğu bugün bile tartışılan ünlü baritonun trajik ölümünden sonra Fransa’nın Toulouse kentinde doğduğunun ortaya çıktığını mesela...
Kolombiya’nın Meddelin kentinde düşen uçağında kendisiyle birlikte bütün parçalarının bestecisi ve yakın arkadaşı Alfredo le Pera’nın da öldüğünü mesela...
Bütün bir ülkeyi yasa boğan ölümünün ardından mezarının başında her gün kimin yaktığı bilinmeyen bir puro yandığını mesela...
Bunun gibi yüzlerce mesela daha... Tango konuşulur da laf Piazzola’ya gelmez mi? Ona da geldi elbette.
Bandeneonu nasıl farklı çaldığına, koyu bir caz tutkunu olmasına, kendisi de ünlü bir tangocu olan karısı Mercedes Baltar’a, babasının ölümünün ardından yazdığı müthiş ağıt Adios Noninos’a, en ünlü bestesi Libertango’ya, oradan Grand Tango’ya yaptığı film müziklerine ve elbette Sur’a geldi.
Ondan sonra da aldı başını gitti... O gün hayatımda ilk kez tangonun içime yerleştiğini hissetim.
Tangoyu sevmez miydim? Hayır, severdim ama o gün ilk kez kanıma girdi, telimi titretti ve yüzyılı aşkın bir zamandır neden eskimediğini, peşinden neden milyonların gittiğini, tango öğrenmenin ilk koşulunun onu hissetmekten geçtiğini anlamamı sağladı.
Sonra kalkıp Arjantin’e gittim. Ve Buenos Aires sokaklarını bu duygu eşliğinde gezdim. Tango dinlerken sözlerini anlamasa bile insanı bir hüzün kaplar, biraz öyle. Dışarıdan görülmeyen bir hüzün ve Gardel’in yanık sesiyle söylediği o mısralar eşliğinde:
‘La Vergueza de haber si do y el dolor de ya no ser.’
Olduğum için duyduğum utanç, olamayacağımı bilmenin verdiği acı...
Tam da işte bu... Böyle bir duygu...

TANGO NEREDE İZLENİR

Peki Arjantin’de en iyi tango nerede izlenir diye soran bir sürü mail geldi. Hemen hepsinin ortak noktası, turistik olmayan bir gösteri görmek istedikleri. Ancak şöyle bir sorun var ki, heyecana gelip bir kulüpte dansa kalkan ya da gecenin bir yarısı kaldırımlarda karşınıza çıkan bir çift dışında -yani tangoyu gösteri olarak yapmayanlar dışında- turistik olmayan bir yer bulmak zor. Bu tür gösterilere hiçbir Arjantinli’nin gitmediği göz önüne alınırsa hemen hepsinin turistik olduğu söylenebilir. Genellikle yemekli olan bu şovlar ya çok büyük salonlarda ya da daha küçük mekanlarda yapılıyor. Dans edenlerin hepsi profesyonel olduklarından insan izlemeye doyamıyor ama elbette canı çektiği için dans eden bir çiftten yayılan duygu, çatal bıcak sesleri arasından yayılmıyor. Gene de her biri farklı fiyata, farklı şovlar sunan bu gösterilerden birine gitmekte yarar var diye düşünüyorum. Tamam belki tüyler dikilmiyor ama inanın gözler faltaşı açılıyor.

DÜZELTME VE ÖZÜR

Geçen hafta tam yazının ortasında bilgisayardan küt diye bir ses geldi ve ekran karardı. Her zamanki gibi yumurta kapıya dayanmış, teslim saati yaklaşmış. Kalemle kağıdı kapıp elle yazmaya başladım ve faks geçerim diye düşündüm. Bu işler karar vermekle olmuyor, bela üçlemeden gitmiyor. Tam yazı bitti, aa o da ne, faksın mürekkebi bitmiş. Telefonda okumaktan başka çare kalmadı. Öyle de yaptım ama kelimeleri nasıl telaffuz ettiysem artık bir sürü yazım hatası oluşmuş. Çağdaş müzenin Malba olan adı olmuş sana Balba, de la’lar del’leşmiş, kimi özel adların ucuna başka harfler eklenmiş. Fortabat da olmuş sana Fontelban. Dikkatli okur durur mu, uzun yıllar Arjantin’de yaşadığını söyleyen ve nazikçe yazım hatalarını düzelten bir okurumdan ardından bir diğerinden, derken üçüncü beşinci onuncudan bu konuya değinen mailler geldi. Elimde olmayan değil, tam da elimden çıkan bu hatalar için herkesden özür dilerim.

Yazının Devamını Oku

Buenos Aires’e kayıtsız kalmak kimsenin harcı değil

24 Nisan 2010
Arjantin desem aklınıza ilk ne gelir? Futbol mu?
Tango mu?
Yoksa Eva Peron mu?
Kim bilir belki de, otuz yıldan uzun süredir başkanlık sarayının karşısında, ellerinde kayıp yakınlarının fotoğraflarıyla protesto gösterilerini sürdüren Perşembe Anneleri düşer birilerinin aklına.
Birileri çıkıp Jorge Luis Borges diyebilir.
Kiminin gözünde uçsuz bucaksız pampalar ve o pampaların efendileri gaucholar canlanabilir.
Gırtlağına düşkün biri et der de başka şey demez belki.
Belki de Mendoza’nın kırmızı şaraplarından dem vurur birileri.
Uçsuz bucaksız Patagonya’yı listenin başına oturtan da çıkabilir, es geçen de olabilir.

Ülkenin ekonomisi, tarihi, siyasetinden söz eden de çıkar elbette.
Arjantin bütün bunlar ve ötesidir diyen de...
Ve her kimse bunu diyen... Haklıdır... Gerçekten..

İki yıl aradan sonra yeniden Buenos Aires’teyim. Geçen gittiğimde yaz sonuydu, şimdi güz.
Yirmi altı buçuk saatlik yorucu bir yolculuktan sonra, sabaha karşı beşte, ıssız şehri baştan sona kat edip, Puerto Madero’daki otelimize giderken şehrin tüttüğünü görüp şaşırıyoruz..
Sis desen değil, pus desen değil, şehir tütüyor gerçekten. Sadece bulanık sularıyla Rio del Plata değil kaldırımlar, sokaklar, parklar tütüyor. Bu da güzeller güzeli şehre iyiden iyiye büyülü bir hava veriyor.
Faena Oteli’nde konaklayacağız. Şehrin değilse de Puerto Madero’nun, yani limanın en afili otelinde... 1991’de yönetim, şehrin göbeğindeki hantal limanı 4 milyar dolarlık bir yatırımla ıslah etmeye karar verdiğinde, dünyanın en ünlü mimarlarına çağrı yapmış ve limanın yanında yöresinde bulunan siloların da farklı kullanımlar için elden geçirilip dönüştürülmesini istemiş. İşte bizim Faena Otel de Philippe Starck tarafından otel haline dönüştürülmüş eski bir silo. Philippe Starck tangonun rengi olduğu için mi neden bilmem, oteli kan kırmızısı tasarlamış. Kırmızı, kıvrımlı ve kadınsı...
Venedik aynalarla kaplı dolaplar, ampir koltuklar, kırmızı kadife perdelerle döşenmiş odalara girdiği anda insan kendini 19. yüzyıl Paris’inin pek revaçta olan hafifmeşrep salonlardan birine girmiş gibi hissediyor.
Ertesi sabah pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz. İlk iş, her sokağına ünlü bir kadının adı verilmiş Puerto Madero limanını gezmek. Aslında nispeten tek boş günümüz bu. Latin Amerika’nın bu en Avrupalı şehrini gezmeye değil, çekmeye geldik çünkü. Tangonun peşine düşmeye, insanın içine girdi mi virüs gibi yerleşen bu dansı yerinde görmeye... Ama tango sırasını beklesin hele, şimdi şehirden söz etmeli...
İki yıl öncesine göre büyük bir değişiklik göze çarpmıyor. Puerto Madero’da yeni bir müze açılmış yalnız. Arjantin’in 2 milyar dolarlık servetiyle en zengin kadını olan Senora Fontelban’ın kişisel koleksiyonunu sergilemek için yaptırdığı bir kültür merkezi. Aynı gün fazla uzakta olmayan Plaza de Mayo ve Colon meydanına gidiyoruz. Paris’teki Opera binasının handiyse küçük bir kopyası olan ünlü Colon tiyatrosunun tadilatı hâlâ bitmemiş ve Plaza Mayo’da her zamanki gibi çadır kurmuş protestocular var. İstediği kadar tarihi askeri darbelerle dolu olsun, burası sesini duyurmak isteyenlerin her daim sokaklara döküldüğü bir Latin Amerika ülkesi.
Akşam yemeğini şehrin en sevdiğim semti Palermo’da yemeye karar veriyoruz. Ve Palermo Holywood’a gidiyoruz.
Son ekonomik krize kadar fazla gözde bir semt olmayan Palermo, kriz sonrası fiyatlarının ucuzluğu nedeniyle öyle çekici olmuş ki, başta sanatçılar olmak üzere orta sınıf Buenos Aires’liler yaşadıkları mahalleleri terk edip buraya yerleşmiş ve bunun sonucu olarak da mahalle kısa zamanda müthiş popüler olmuş. Oldukça büyük olan Palermo; Viejo, Soho ve Holywood olmak üzere üçe ayrılıyor ve sanatçı atölyeleri, tasarımcı butikleri, kafeleri, gece kulüpleri, lokantalarıyla geleni kendine hayran bırakıyor. İki katlı avlulu evler kriz sonrası on bin dolar gibi komik fiyatlara Amerikalılar tarafından satın alınmış. Şimdi dört yüz bin dolar ettiği söylenen bu evlerin en büyük alıcısı gene Amerikalılarmış. Ama orada ev sahibi olan Türkler de yok değil. Kimi tangonun peşine düşmüş kimi yatırım aracı olarak görmüş. Çalıştığı işten bunalıp kendini Buenos Aires’e atanların sayısı azımsanmayacak oranda. Gece yemekte tanıştığım Banu da işte onlardan biri. Baktım kimse beni düşünmüyor, o zaman ben kendimi düşüneyim dedim ve istifayı basıp kendimi buraya attım diye anlatıyor gelişini.
Zaten Buenos Aires’e kayıtsız kalmak kimsenin harcı değil. Şehir bir şekilde kanınıza giriyor ve içinize yerleşiyor.
Bir milonga’ya gidip etkilenmemek, bir tango seyredip omuz silkmek ne mümkün?
Carlos Gardel’in yanık sesini duyup da tüyleri diken diken olmayan, Piazzola’yı dinleyip de boğazı tıkanmayan olabilir mi zaten?

Şehri gezme rehberi

Arjantin dünyanın en güvenli ülkesi değil belki, ama sokaklarında şiddet de kol gezmiyor. Boca gibi, akşam olunca gidilmemesi gerekilen mahallelerden uzak durulur ve Palermo ya da Recoleta gibi şık semtlerde dolaşılırsa, gece gündüz rahatça gezilebilir. Yıldızlı otellerle birlikte, şehrin hemen her semtinde yer alan küçük butik oteller de ideal. Örneğin biz, Faena Oteli’nin ardından, her odası ayrı bir konseptte düzenlenmiş Lega di Mitico otelinde konakladık ve çok memnun kaldık. Bir diğer seçenek ise ev kiralamak. Haftalık ya da günlük kiralanan evler çok ucuza geliyor. Bu iş ile uğraşan şirketlere internetten ulaşabilirsiniz. Araba kiralamak zor ve pahalı. Ancak taksiler sudan ucuz ve bol. İsteniyorsa elbette metroya da binilebilir ama otobüslerden uzak durmakta fayda var. Her biri ayrı renkte ve ayrı hatta çalışan otobüs sistemi, bir turist için fazlasıyla karışık.

3 SAATTE URUGUAY

Latin Amerika’nın ilk ve tek çağdaş sanat müzesi Balba mutlaka gezilmeli. Bir de Portoni kahvesine gidilmeli. Bizim Markiz’in karşılığı sayılabilecek bu kafe, Arjantin kültür hayatını koklamak için bulunmaz fırsat. Milonga tecrübesi yaşamadan dönmek olur mu, olmaz. Cathedral, en iyi milonga adreslerinden biri. Arjantin zenginlerinin çiftliklerinin bulunduğu, polo maçlarının yapıldığı ünlü Estancia, şehrin hemen yanı başında. Çiftliklerde konaklayabilirsiniz. Bouquet Bus’a binilip 3 saatlik bir feribot seferiyle Uruguay’ın başkenti Montevideo’ya ulaşılabilirsiniz.

ETSEVERLER İÇİN CENNET

Boca gibi turistik ama görülmese de olmaz bölgeleri bir çırpıda aradan çıkarmakta, sonra her sokağı ayrı güzel semtlere yoğunlaşmakta fayda var. Unutmayın ki, hayat Buenos Aires’te geç başlıyor ve geç bitiyor. Akşam yemeğine saat 10’dan önce oturulmuyor, Şehir öğle saatlerinde ıssızlaşıyor. Bir etsever için cennet olan Arjantin, bir etyemez için cehennem. Lokantaların tümünde sadece et yemekleri var.
Yazının Devamını Oku

Viskinin yanına hangi yemek yakışır

17 Nisan 2010
Four Seasons’da düzenlenen küçük bir yemekti, Jack Daniels yemeği. Aslında doğruyu söylemek gerekirse Jack Daniels benim içtiğim bir viski değil. Bırakın içmeyi, bildiğim bir viski bile değil.
Buna Amerika’da üretilen viskilere hafif dudak kıvırarak bakmamı, mis gibi Skoçlar dururken damağımı ne demeye Tennesse’den gelen bir viskiyle ıslatayım ki, diye fena halde önyargılı olmamı da ekleyin.
Demem o ki, Four Seasons Bosphorus’daki yemeğe uça uça gitmedim.
Şimdi bu yazıya oturduğumda, elimdeki Jack kitapçığına bakıyorum da, arka sayfasında tam da benim o akşam yemeğinden sonra düşündüklerimi özetleyen bir slogan var: NE SCOTCH NE BOURBON, O JACK .
Doğru mu, doğru.
O akşam sadece yeni bir marka ile değil, Jack Daniels’ın farklı viskileriyle de tanıştım. Hemen şimdi, viski eşliğinde yediğimiz yemeklerin harika olduğunu söylemeliyim. Şaraba eşlik edecek yemek yapmak, viskiye eşlik edecek yemek yapmaktan daha kolaydır şefler için. Hele ki Jack Daniels gibi kuvvetli bir
viskiye eşlik edecek yemeği yapmak düpedüz çok iyi bir şef olmayı gerektirir. Bu yüzden genç şef Mehmet Gök’ü ne kadar kutlasam az. Üstelik Mehmet sadece viskiye eşlik edecek yemekler yapmakla kalmamış, yaptığı bütün yemeklerde Jack Daniels kullanmış. Bir artı daha.
O gece üç ayrı Jack tattık.
Birincisi diğerlerinden nispeten daha hafif olan Gentleman Jack idi. Diğerlerinden çok daha yumuşak içimli olan bu viski, odun kömüründe olgunlaşma sürecinden iki kez geçiyor. Yani her Tennessee viskisi gibi fıçıda olgunlaşmadan önce bir kez, olgunlaştıktan sonra da ikinci kez odun kömüründen geçiriliyor. Gentleman ile birlikte, gene aynı viski ile marine edilmiş somonlu, yeşil elmalı avokado salatası ve ricotta peynirli ravioli ile gelen tavada karides yedik.
Jack Daniels Single Barrel ile siyah trüflü kuzu fileto. Kuzunun single barrel ile marine edildiğini söylememe gerek yok sanırım. Single Barrel’e gelince... Tattıklarım içinde en beğendiğim Jack, o oldu. Bu viskinin tek fıçı adını alma nedeniyse her fıçının eşsiz olması, yani ne renk ne aroma ne de tat olarak bir diğerine benzemesi. Zaten akmeşe ağacından yapılan ve bütün Jack’lerin dinlendirildiği fıçılar özel. Fıçıların sırrı ise ahşabın dikkatlice ısıtılıp ağaçta bulunan şekerin karamelleşmesinde ve içkiye o özel amber rengini vermesinde saklı.
Üçüncü tattığımız Jack ise Old No: 7 idi ve onunla birlikte sıra Valhrona çikolatalı sabayon ve Jack ile yapılan vanilyalı dondurmaya gelmişti.
No: 7’nin özelliği, yoğun, dengeli ve sek bir viski olması.
Adının neden 7 numara olduğu ise muamma.
Her iyi ürünü destekleyen bir efsane olur ya... O hesap.

Türk beyazlarının da sırası gelecek

En iyi Chablis üreticilerinden Laroche, Adco ile Türkiye pazarına giriyor ya, onun için Sunset’te küçük bir öğle yemeği veriliyor.
Yeme de yanında yat diye buna derim ben.
Hem Sunset hem Chablis... İki saatlik mutluluk vaadi...
Davetiyede saat on iki yazıyor ya on ikiye bir kala Sunset’e damlıyorum. Benden biraz sonra Müge geliyor. Diğer davetliler henüz ortalarda yok, onun için Müge ile terasa çıkıp bir yandan sırtımızı güneşe veriyor bir yandan sohbete başlıyoruz. Havadan sudan derken diğerleri de geliyor ve masaya geçiyoruz. Laroche firmasının sahibi Michel Laroche ve oldukça zor bir breton adı taşıyan (Dogmeel miydi?) şeker eşi de masada.
İlk yemek olarak ahtapot carpaccio geliyor. Acı yuzu soslu Çanakkale ahtapot bir harika... Bu acılı ama hafif giriş yemeğine 2006 Premier Cru bir Magnum Chablis eşlik ediyor. Hafif, alıştığımız Chablis’lere oranla daha açık renkli ve yoğun aramolı şarabın müthiş güzel olgunlaşacağını düşünüyorum. Asiditesi, dengesi mükemmel.
İkinci yemeğimiz karidesli ıspanak salatası. Salatayı biraz az tuzlu ve az soslu buluyorum ama yanında içtiğimiz 2005 Chablis Grand Cru Reserve de l’Obedience o kadar güzel bir şarap ki, o yavanlığa şükrediyorum. Şarabın tadının üzerine çıkacak hiçbir lokmaya tahammülüm yok çünkü. Michel’in üzerine en çok konuştuğu şarap da zaten bu oluyor. Yılda sadece 3 bin 500 şişe üretilen ve bir tanesinin bile hava alarak bozulması istenmediğinden 2001 yılından beri hava geçirebilen geleneksel mantar yerine hava geçirmez bir kapakla şişelenen bu şarap, aynı zamanda Bourgogne Bölgesi’nin en iyi şarapları arasında gösteriliyor. Hani her bölgenin övündüğü birkaç yüz akı olur ya, onlardan.
Ardından müthiş şef Takemura’nın, Sunset mönüsüne eklediği esaslı tariflerden biri truf yağında siyah fasulye sosuyla pişmiş deniz levreği geliyor. Yanında da gene bir Grand Cru Magnum: 2002 yılı ürünü gene bir reserve de l’Obedience Les Blanchots. Aman da aman aman. Aman da aman aman. Michel Laroche tattığımız şarap üzerine fazla konuşmuyor. Görünen köy kılavuz ister mi?
Çatlamak üzereyiz ama durmak yok, devam: Izgara antrikota bu kez yüzde 50 şiraz, yüzde 30 merlot, yüzde 20 grenage karışımı bir 2007 yılı kırmızısı eşlik ediyor. Yanımda oturan Müge, bu kırmızıya da bayıldı. İçimi zevkli, aroması güçlü, meyve tadı belirgin iyi bir şarap Mas La Chevaliere, ama bana sorarsanız demin tattığımız beyazlar gibi ‘büyük’ bir şarap değil.
Geçenlerde Ertuğrul ile de konuştuğumuz gibi Türkiye’de Kayra Vintage şiraz gibi çok iyi kırmızılar yapılıyor artık. Gerçekten her firmanın değilse de bir çok Türk firmasının ödül de alan iyi kırmızıları var. Ancak ben henüz Sunset’te içtiğimiz kalitede tek bir beyaz şarap bile üretebildiğimizi düşünmüyorum. Onun da sırası gelecektir elbette. Her ne kadar binlerce yıldır bu topraklarda şarap yapılıyordu da desek, modern şarap yapımı anlamında şarapçılığımız henüz ilk adımlarını atan çocuklar gibi. Sırası gelecek derken kastettiğim bu.
Yer daraldı, ne o gün edilen sohbete ne de Adco’nun piyasaya yeni sürdüğü ürünlere yer kaldı.
Sadece beyaz şarabın mı sırası gelir...
Yazı dediğin de sırasını bekleyebilir.

Mahallemizdeki yeni buluşma yeri

Yeniköy, yani bizim mahalle, en azından biz burada ikamet edenler için İstanbul’un en güzel mahallelerinden biridir. Pek bir övünürüz mahallemizle. Yağmadan nasibini almamış, dolayısıyla bozulmamış olmasıyla, eski köy havasını hala korumasıyla, manavından balıkçısına hatta sokak satıcısına kadar değişmeyen esnafıyla, dantel yalılarıyla övünürüz.
Ama her güzelin kusuru olduğu gibi Yeniköy’ün de kusuru vardır.
Mahallemizde ne yazık ki Türk mutfağı ve balık lokantası dışında şöyle güzel yemek yenebilecek bir iki yer dışında doğru dürüst bir yer yoktur.
Şimdi var ama.
Bundan kısa bir süre önce Akmerkez’deki S Cafe’nin işletmecisi Metin Sarıer, Aleko’nun bitişiğinde uzun süre önce açılan ama nedense tutmayan Circle’ın başına geçmiş. Başına ve de mutfağına. Bilenler bilir, Metin bu işin profesyonelidir. 60 kişi kapasiteli koridor gibi bir yalı katı düşünün. Sabah kahvaltısından gece geç saate kadar açık. Bu da günün her saatinde gidebilirsiniz demek. İster kahve içmeye ister yemek yemeye.
Ama burayı benim gözümde önemli kılan, mönüdeki yemekler ve yemeklerin fiyatları. Fiyatlar o kadar makul ki, insan evde yemek yapmaktansa ha bire Circle’a gidebilir. Bir balık çorbası içtim müthişti, bir erişteli karides yedim o da öyle... Bu yazıyı yazdım ya başıma gelecekleri biliyorum. Circle’ın çoktan müdavimi olmuş kimi arkadaşlarım, fena halde sinirlenecek ve duyurma demiyor muyuz sana, bak bize yer kalmayacak, diye bana sitem edecekler ama yazmadan edemedim. İki adım ötemde böyle bir yer açıldı diye pek sevindim.
Yazının Devamını Oku

İçimdeki kıyaslamacı otellere taktı

10 Nisan 2010
Şu aralar iş icabı çok sık yolculuk yapıyor ve sürekli olarak değişik otellerde konaklıyorum ya, yeni bir yönümü keşfettim.

Meğer ben ne çok kıyas severmişim: Ülkeleri kıyasla, caddeleri kıyasla, evleri kıyasla, bahçeleri, mahalleleri, lokantaları, fiyatları, insanları kıyasla…
Bir kıyas bir kıyas ki, sormayın gitsin.
Oteller de bu kıyas cinnetinden payına düşeni alıyor elbette.
Hangi otele gidersem gideyim, lobiye adım attığım andan itibaren içimdeki kıyasçı şahlanıp onun osu iyiydi bunun busu iyi diye liste tutmaya başlıyor. Sonunda iş gelip bizimkiler ve onlarınkilere dayanıyor tabii.
Bu yetmezmiş gibi bir de gizli gizli yarıştırıyorum onları. Kaldığım bütün hip oteller, butik oteller, küçük oteller, beş yıldızlılar, yıldızsızlar birer birer aklıma düşüyor ve ben sözde en hakkaniyetli halimle onlara ciddi ciddi notlar veriyorum. Birincilere gizli taçlar takıyor, zaman içinde çaptan düştüğünü gördüklerimin yıldızını söküyorum.
Şurası kesin ki, son yirmi yılda dünyada otelcilik anlayışı çok değişti, çok farklılaştı. Türkiye’de de öyle.
Gezen ve yolculuk eden insan sayısı artıp farklılaşınca, eskinin bilindik zincir otellerinin yerini yeni tür oteller almaya başladı. Sundukları hizmet ve lüks anlayışı birbirine benzemese de hepsi iyi hizmet veren lüks oteller bunlar. Bir şehre iki gece kalmaya gelen bir işadamıyla, şehrin gürültüsünden uzak kafa dinlemeye gelen yaşlı bir çiftin beklentisi aynı olamayacağına göre bu çok da doğru bir gelişme.

Yazının Devamını Oku

Tülay Tura Börtecene’nin kaotik evreni

3 Nisan 2010
Mine Sanat Galerisi’nden gelen davetiyede, “Çok kıymetli sanatçımız Tülay Tura Börtecene’nin 51. sanat yılını galerimizin Nişantaşı ve Caddebostan şubelerinde paralel iki sergiyle kutluyoruz” deniyor. Okur okumaz, duvardaki küçük yağlıboya tabloya kayıyor gözüm; Tülay’ın hediyesi tabloya...
Tam ne zaman hediye ettiğini hatırlamıyorum.
Seksenlerin başı olmalı. Parasız pulsuz olduğumuz kesin günlerden birinde ya Caddebostan’daki evde bizler için donattığı sofrada yediğimiz sohbeti bol bir akşam yemeğinden sonra kalkıp eve dönerken elimize tutuşturmuş ya da bize gelirken getirmiştir kim bilir...
Bunca yıl geçti hala Ahmet Oktay ile Tülay Tura’nın evinde yediğimiz o akşam yemeklerini unutamam.
Unutmam, çünkü saatlerce oturduğumuz o sofrada sadece Tülay’ın harika yemeklerini tatmaz, kendimizi tadına doyum olmaz bir sohbetin de içinde bulurduk. Sohbet genellikle edebiyat etrafında döner, fikirler kah paylaşılır kah tartışılır ama ses yükselmez, kimse kimsenin lafını kesmez, kesecekse de balla keserdi.
Ne çok şey öğrendim onlardan, anlatamam.
Kitabi bir bilgi değil burada sözünü ettiğim. Sözünü ettiğim hayat bilgisi. Verilmeyen ama öğrenilen, öğrenmenin yolunun da kimi insanlara rastlamaktan geçtiği bir ders.
Tülay Tura, hayatı boyunca öne çıkmaktan hoşlanmadı. Gazetelerde boy boy fotoğrafları yayınlanmadı. Resmini anlattığı uzun söyleşiler yapıp sanatı üzerine çetrefilli cümleler kurmadı.

O sadece resim yaptı.
51 yıl olmuş işte...
Dile kolay tam elli bir yıl. Resimle geçen koca bir ömür mü demeli, ömrünü yatırdığı resim mi bilemedim.
O bu serüveni şöyle anlatmış: Ben başından beri tuvale ve yağlıboyaya bağlı kaldım.Malzeme ve teknoloji ile fazla sorunum olmadı. Daha Amerika’dayken tanıştığım Pop ve Op Art gibi hareketlerle merak dışında ilgilenmedim. Tuval zemininde cam, kum gibi malzemelerden yararlanmak, bana, duyarlılığıma uzak geldi. Şiirin kelimelerle yapıldığı söylenir hep. Resim de böyledir benim için. Renk ve lekedir herşey. Ne düşünüyorsam, ne duyumsuyorsam ancak renkler ve lekeler aracılığıyla dile getirebilirim. Sözcüklerim onlardır. Resimlerimi ’anlatmak’ amacını gütmüyorum burada. Ben renkler ve lekeler aracılığıyla tekil ve özgül bir dünya kuruyorum. Daha doğrusu kaotik bir evren. Tuhaf gelebilir birçok kişiye. Akrilikle de anlaşamadım mesela. Bana boya gibi gelmedi. 50 yılın sonunda şöyle bağlayabilirim: Soyutla başladım, hala aynı yolda yürüyorum. Elimden gelen buydu.
İşte Tülay Tura Börtecene bu!
Galerinin Caddebostan şubesinde yeni çalışmaları, Nişantaşı şubesinde eski resimlerinden bir seçki sergileniyor.
Ne kendi ne resmi üzerine fazla konuşmayı sevmeyen çok iyi bir ressamın, kaotik evrenini görmek isteyenler kaçırmamalı derim.
Mayıs sonuna kadar açık.

Koca İstanbul iphone’a sığar mı

İstanbul’u iphone’a sığdırdık diye bir mail alınca gel de merak etme...
İstanbul.com.tr’ciler gerçekten böyle bir iş yapıp girdisi çıktısıyla İstanbul dendi mi akla gelecek bin bir maddeyi, iphone’a sığdırmayı başarmışlar. Bir zamanlar benzer bir program için kafa yormuş bir arkadaşım olduğundan bunun kolay iş olmadığını biliyorum, o yüzden de gönülden helal olsun diyorum.

BENYAMİN SÖNMEZ KİMDİR

Bu arada sayfayı kurcalarken Benyamin Sönmez söyleşisine rastladım. Geçtiğimiz hafta Jacqueline du Pre’nin adı gazete sayfalarından inmedi ya hani, keşke biri de çıkıp viyolonselin Paganini’si denen Sönmez’den söz etseydi dedim kendi kendime. Hocaların hocası olarak kabul edilen Natalia Gutman’ın öğrencisi bu genç viyolonselisti, biraz daha yakından tanımak isteyenler mutlaka istanbul.com.tr’deki söyleşiyi okusun derim de başka şey demem. Benyamin Sönmez’in hikayesi insana dünyanın hayran olduğu bir sanatçı olmanın yolunun hangi koşullardan geçtiğini ve nasıl bir adanmışlık gerektirdiğini bir kez daha hatırlatıyor. Ve böyle bir yeteneğin bu topraklardan çıktığını bilmek insanı fena halde gururlandırıyor.

Anadolu’nun lezzet haritası

Gene bir mail. Bu kez Kaya Demirer’den. Yani Topaz lokantasının sahibinden. 2010 yılında Topaz ailesine katılan Mengen doğumlu ve hayatı başarılarla dolu şef Tevfik Alparslan’la birlikte bir karar aldıklarını ve bundan böyle Topaz mönüsünde yer alan bütün yemeklerde Anadolu’nun dört bir yanından temin edecekleri malzemeler kullanacaklarını bildiren bir mail. Bir de harita eklenmiş. Hangi bölgenin nesi meşhur, daha doğrusu hangi bölgeden ne tedarik edilecek mealinde bir harita. Bundan böyle Topaz’ın mutfağına; palamut İstanbul Ortaköy’den, fener balığı Çanakkale Babaeski’den, kuzu eti Balıkesir Gönen’den, kuşkonmaz gene Balıkesir’den, kabak çiçeği Antalya Serik’ten, enginer Bursa Gazipaşa’dan, frambuaz elbette Yaloava’dan, tekir Zonguldak Ereğli’den, kalkan Giresun’dan ve dülger ile karides Bodrum’dan gelecekmiş. Bu kaymak Afyon’dan gelmeyecek anlamında değil elbette. Anlaşılan mönü değiştikçe bölgeler de çeşitlenecek. Ya da Anadolu’yu turlarken rastladıkları bir ürün Tevfik Alparslan’a yeni bir yemek yaratmak için ilham verecek. Bizlere de afiyetle yemek düşecek.

Leyla Erbil Fransızca’da

Maillerden başladım maillerden gideyim. Bir mail de ONK ajanstan... Leyla Erbil üzerine yapılan 450 sayfalık doktora tezi haberi bu. Yrd. Doç. Dr. Elmas Şahin, Erbil’in eserlerini feminist bir okumayla incelemiş. 450 sayfa, dile kolay. Elmas Şahin’in çetin bir süreçten geçtiğini düşünüyorum. Bu arada mailde sözü edilen bir haber daha var ki, onun da nasıl zorlu bir iş olduğunun bire bir tanığıyım. Fransa’nın önde gelen yayınevlerinden Actes Sud’ün yayın programına aldığı ve 2010 yılı sonlarında yayınlanacak Karanlığın Günü’nü Leslie Anagnan tam bir yılda çevirdi. Yani bolca kan, ter, gözyaşı... Türk Edebiyatı’nın bu kendine özgü yazarını, onun çevirisiyle okuyacak Fransızlar, ne derseniz deyin şanslı. Çevirinin iyisi, eseri vezir kötüsü rezil eder ya, o hesap.

Kışkırtıcı ikili İstanbul’da

Bu kez bir davetiye maili.
Pierre ve Gilles’in, Galerist’te açacakları sergiye ait.
Adlarını görünce bir anda yirmi yıl öncesine gittim. Paris’teki avarelik günlerimden birinde tanışma fırsatı bulduğum bu yaban ikilinin gün gelip de dünya çapında sanatçılar olacağını, üstüne üstlük burada sergi açacaklarını rüyamda görsem inanmazdım. Pierre Commoy ve Gilles Blanchard, otuz yıldan uzun bir süredir birlikte yaşayan ve birlikte çalışan bir çift. Gilles ressam, Pierre ise fotoğrafçı. Biri fotoğraf çekiyor diğeri o fotoğrafa fırçasıyla müdahele ediyor, diye özetlenebilir yaptıkları. Benim tanıdığım yıllarda Paris’in küçük ama etkili bir çevresinde adları bilinir ve kışkırtıcılıkları pek bir önemsenirdi. Hayal meyal Hindistan’a gidip geldiklerini ve müzisyenlerle çalıştıklarını hatırlıyorum. Bir de bir arkadaşlarının evinin, içinde tek bir eşya olmayan salonunda düzenledikleri gösteri kalmış aklımda. Kibirli desem değil, burnu havada desem değil, mesafeli desem değil ama nevi şahıslarına münhasır oldukları kesin bu ikilinin ünlerinin ilerleyen yıllarda o küçük çevreden taşıp Paris’i tuttuğu da... Sanırım dünyanın önde gelen bütün şehirlerinde sergi açtılar. Şimdi sıra demek İstanbul’a gelmiş. İyi de etmiş. Bakalım bu ikiliyi İstanbullu sanatseverler nasıl karşılayacak? Eserlerini alıp duvarlarına mı asacak, zındıklar deyip dudak mı kıvıracak? Merak ediyorum, gerçekten.
Yazının Devamını Oku

Paris’i son gördüğümde...

27 Mart 2010
Paris’te baharın tadına doyum olmaz. Kış boyu duman rengine bürünen şehir, baharın gelmesiyle renklenir. Pencere güzeli saksılar çiçeklenir, kaldırım yosması kestaneler filizlenir, parklar sere serpe yatan kadınlar ve koşuşan çocuklarla dolar.
Kahve terasları güneşe dönük oturan yalnızların, banklar geçmişe dalıp giden yaşlılarındır.
Köşebaşlarını aşıklar tutar. Köprü altlarını ise şarapçılarla balıkçılar...
Sokak çalgıcıları metro koridorlarını terkedip meydanlara çıkar. Müze önlerinde kuyruklar uzar, okul avluları şenlenir.
Güneşi görmeye görsün, kimse evinde oturmaz olur, yaşlısı genci herkes kendini sokağa vurur.
Baharın yakışmadığı şehir mi olur zaten?
Ama bahar Paris’te başka olur.

Havalanından çıkmamla içime bahar doluyor.
O anda derdi tasayı, yorgunluğu, yurdun kimsede yaşama sevinci bırakmayan gündemini unutuyor ve korsan taksinin Cezayirli şöförüne tamam diyorum, istediğin parayı vereceğim ama sen de beni dolaşa dolaşa götüreceksin.
Alma köprüsüne gelmeden kafamda dört günlük program hazır bile. Bir işten diğerine, bir dosttan ötekine bir program bu. Ama aralarında boşluk var. Avarelik boşlukları.
Sokaklarında avarelik de edemeyeceksem eğer, ha kış olmuş ha bahar... Paris’e gelmek neye yarar?
Eve gelir gelmez bavulu bırakıyor, sokağa fırlayıp Saint Germain’e doğru yürümeye başlıyorum. Seine kıyısından... Üçüncü Alexandre köprüsünün üstünde kalabalık bir Japon grubu durmuş, akan nehre bakıyor. Elinde sarı bayrak tutan ufak tefek rehber kadın, akan sulara bakarak gruba bir şeyler anlatıyor.
Biraz sonra Aux Deux Magots’nun kaldırım üstü masalarından birindeyim. Önümde bir kadeh brouilly ve koca bir jambonlu sandviç var. Her ısırışımda üstüme baget parçaları dökülüyor. Yoldan geçen biri sigarasını gösterip çakmağımı istiyor, burnu kıpkırmızı evsiz, gözüne beni kestirip yanıma geliyor, çıkarıp biraz para veriyorum. Şarap parasını denkleştirdiği seke seke gelip uça uça gitmesinden belli. Yıllardır le Monde satan güleryüzlü satıcı, akşam baskısını yüklenmiş masaların arasında dolaşıyor. Manşette Sarkozy’nin yerel seçimlerde aldığı hezimet yazıyor. Yan masada oturan Fransız, karşısındakine bu sonucun niyesini nedenini anlatıyor, karşısındaki dinlermiş gibi yapıyor. Kiliseden yaşlı bir kadın çıkıyor, biri uzakta akordeon çalıyor, garson kahvemi ve hesabı getiriyor.
Şairin dediği gibi; saatler uzun, günler kısa...
Akşam oluyor.
/images/100/0x0/55ea8dccf018fbb8f8878ac4
KAPALIÇARŞI’DAKİ HERMES’İN DEV AYAĞI

Ertesi sabah erkenden kalkıp hazırlanıyor ve öğlen tam on ikide, Institut du Monde Arabe’ın önünde Işıl Akbaygil ile buluşuyorum.
Buraya onun için geldim. Onun ve onun başkanı olduğu İznik Çini Vakfı’nın ürettiği çinilerin Paris’te ikinci kez görücüye çıkışını izlemek için.
İznik çinileri ilk kez geçtiğimiz kış, Hermes’in Faubourg Saint Honore’deki yılbaşı vitrinlerini süslemiş, kırk yıldan bu yana Leila Menchari’nin düzenlediği vitrinleri beğenenler kadar Osmanlı’nın ince zevkinden uzak, fazlasıyla Arap işi bulanlar da olmuş ama beğenenler de beğenmeyenler de bu işbirliğinin çinilerimiz için çok önemli bir tanıtım fırsatı olduğunda birleşmişlerdi. Nitekim Fransız basınında olsun Türk basınında olsun, vitrinlerden uzun uzun söz edildi. Çinilerden de elbet.
Şimdi gene Hermes ve Menchari imzalı başka bir etkinlikteyiz işte.
Menchari bu kez, Doğu’ya yaptığı yolculuklardan esinlenerek oluşturduğu vitrinleri Enstitü’nün sergi salonunda sergilemiş, sadece sergilemekle kalmayıp memleketi Tunus’un bütün önemli zanaatkarlarını toplayıp Paris’in ortasında küçük bir Kapalıçarşı oluşturmuş. İçeri girdiğiniz anda karşınıza Christian Renonciat imzalı dev bir kanatlı ayak heykeli çıkıyor. Ticaretin koruyucu Tanrısı Hermes’in ayağı bu. Koca ahşap heykel öyle heybetli ki, durup uzun uzun bakıyorum.
Vitrinler tıpkı tiyatro dekorları gibi, Menchari’nin Çin’den Hindistan’a, Afrika’dan Anadolu’ya, gezdiği yerlerden derlediği nesneler ve Hermes’in bu dekor için ürettiği özel ürünlerle düzenlenmiş. Racaların gümüş tahtlarından Hindistan’ın oya işi mermerlerine, kara kıtanın yaban hayatından sanatçının yurdu Kartaca’ya, ordan da bizim İznik’e kadar her bir vitrin farklı bir dünyayı anlatıyor aslında.
Sergiyi gezmeye başlamadan kalabalıkta bir kıpırdanma oluyor ve içeri seksen küsur yaşında ve işinin başında olan Menchari ile kol kola Frederic Mitterand giriyor. Şimdinin Kültür Bakanı, eskinin sıkı gazetecisi ve sinema delisi Frederic Mitterand. Kısa bir konuşma yapıyor, sözü Leila’ya bırakıyor, ondan sonra Tunus Büyükelçisi olduğunu sandığım başka biri mikrofonu alıyor.
Sergiyi gezmeye başlıyor, hasır ören, mermer işleyen, cam üfleyen zanaatkarların arasından geçip bizim vitrinin önünde duruyorum.

KOLTUK KABARTAN İZNİK ÇİNİLERİ

Önünde duranların, çinilere uzun uzun bakanların aralarında konuştuklarını duymak için kulaklarım dikili öylece bekliyorum.
Sonradan Habib Burgiba’nın kızı olduğunu öğreneceğim uzun boylu zarif bir kadın, yanında duran uzun boylu başka bir zarif kadına her biri ayrı güzel ama galiba ben en çok bu düzenlemeyi sevdim diyor.
Koltuklarım kabarıyor.
Yaşlı adam, vitrini uzun uzun inceledikten sonra tekerlekli iskemlesini iten sarışın kadına benzer şeyler söylüyor. Yanımda duran biri, yaşlı adamı yanında duran birine gösterip alçak sesle, Hermes’in sahibi diyor. Doğru mu acaba? Çaktırmadan bir fotoğraf çekiyorum.
Duyacağımı duydum, ileride Leila ile sohbet eden Işıl’ın yanına gidebilirim artık.
Leila Menchari, kırk yıldır Hermes’in vitrinlerini tasarlıyor ve bıkıp usanmadan ülkesi Tunus’u tanıtıyor. Kadri bilinmiş, takdir edilmiş ve hayatını geçirdiği iki ülke tarafından nişanlara boğulmuş bir kadın. Yaptığı iş elbette gönül işi. Ama aynı zamanda sermaye işi de... İnsan, Hermes olmasa Leila Menchari bu kadar etkili olabilir miydi diye sormadan edemiyor.
Işıl’a gelince... O da gönül insanı elbette. Hatta Işıl Ömüradayangil diyorum ben ona. Nişan filan da istemez eminim, ama sırtını dayayabileceği bir sermaye olsa fena mı olur? Sadece ona değil, ömüradayangil herkese maddi katkı sağlansa, birileri gönül insanlarının arkasında dursa? O zaman bencileyin herkesin koltuğu kabarmaz mı? Türkiye’nin zenginliğine dünya hayran kalmaz mı?

Fena halde özenti

Sevgili Reha Muhtar’ın, içinde benim adım da geçen Paris yazısını okudum ya tutabilene aşk olsun. Gerçekten merak ediyorum, Reha’nın yazısında hafiften değindiği gibi naftalinli bir kadın mı olup çıktım, eski güzellemesine mi takılıp kaldım diye.
Üstelik ‘yeni’ olan herşeye bunca meyyalken?
O yüzden Paris’e gelir gelmez, yazıda söz ettiği Societe’de yer ayırtıyorum.
Societe, Paris’in ünlü Saint Germain meydanında, kilisenin tam karşısında. Anladığım kadarıyla Türkler tarafından pek sevilen yeni bir lokanta. Costes grubu tarafından işletiliyor.
Cumartesi akşamı üç arkadaşımla birlikte gidiyoruz. İyi yanı merkezi, büyük olduğu için rezervasyon yaptırmak için günlerce beklenmemesi. Kavı ve yemekleri de iyi.
Kötü yanına gelince... İnsanın yanındakiyle iki çift laf edemeyeceği kadar gürültülü, önünüze gelen yemekleri zar zor görecek kadar loş ve fena halde özenti bir havası var.
Müşterilere gelince... Nasıl desem, çoğunluk ya Paris’te yaşayan ya da şehre yolu düşen yabancılardan oluşuyor. Reha’nın yazısında söz ettiği New York’taki Buddakan neredeee Socite nerede?
Bir daha gider miyim? Belli mi olur, belki gene yolum düşer ama 74 Rue Saint Dominique’de açılan Tout Mieux’ye gitmeyi bin kere tercih ederim.
Yazının Devamını Oku