Ferzane Zenan

Yol

1 Nisan 2011
NASILDIR o yol hiç hayal ettiniz mi? Yürüyerek beş saniyede mi varılır darağacına, yoksa asırlar mı sürer çıkmak ayağın altından kayacak sehpaya?
Korkar mı insan?
Pişman olur mu yaptıklarından?
Kimi düşünür?
Ne yapmak ister? Daha fazla havayla doldurmak mı ciğerlerini, yalvarıp yakarmak, af dilenmek mi, enfes bir yemek mi yoksa bayağı gelse de size, sevişmek mi son defa?
Beyni çoktan kilitlemiş midir kendini tüm acılara?
Suçlu “elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten baska bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Gréve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgara savrulacaktır.” *
Sizi rahatlatır mı suçlunun alacağı böyle bir ceza?
Kökü kazınır mı gelecekteki suçların, en aşağılık suçlar azalır mı, tecavüzler ceza korkusuyla - kimbilir belki de artar cinayetler sehpaya çıkmamak için şahit bırakmamak adına ardında.-
Sinmediyse içinize zehirleme (örneğin; habersiz yere içeceğine, yiyeceğine zehir katma) kılıçla mahkumun başını kesme (Suudi Arabistan ) asarak öldürme (Mısır, İran, Japonya, Ürdün, Pakistan, Singapur ) elektrik verme, elektrikli sandalye ile öldürme (ABD) taşlama (Afganistan ve İran) öldürücü iğne, enjeksiyon (ABD, Çin, Guatamala, Tayland) testereleme (mahkum ilk başta canlı kalacak şekilde ayakları yukarda asılır ve bacak aralarından başlanarak ikiye bölünür) ateş açma ekibi ile öldürme alternatiflerimiz de mevcut ki Albert Camus’a göre, mahkum bir adım atsa tüfeklerin namlularına değecek mesafede durur, öyle filmlerdeki gibi on metre ilerde değil. Tüm tüfekler mahkumun kalbine nişan alır, ateş ettiklerinde idam edilenin göğsünde yumruk büyüklüğünde bir delik oluşur.
Ama ya oldu da masumsa binde 1 ihtimal de olsa?
Yürütelim şimdi darağacına?
Ne kalacak geriye ardında?
Nedir ceza, öldüren, tecavüz eden, kesen, boğan, ateşte yakan, parçalayan adama?
Ölmeden binlerce kez ölme, acı ve azap içinde olma ve böylelikle anlama...
Yaptığı şeyin ne olduğunu anlama ve o acıyı hissetme...
Oysa ne kalacak geriye idamın ardında?
Bir cansız beden... İntikam duygusu tatmin edilen bir yığın insan arenada.
“Çekiçle vurdum ölmeyince bıçakladım” diyen ruh hastasını öldürseniz ne yazar, her gün küçük bir çocuğun çektiği eziyetleri seyreden insanlara, koca bir mahalleye ne yapacaksınız?
Suça göz yummak ortaklık değil midir?
Bir genç kızı erkek arkadaşı var diye diri diri toprağa gömenleri seyreden, bunu planlayan aileyi idam etmek ağır olur değil mi, haklısınız.
Bir kıza tecavüz eden 20 erkeği savunan kadın, kardeş, anne, avukat cezasız mı kalmalı, neyi savunurlar onlar sizce, ailenin bütünlüğü kutsallığını mı?
Bunca hasta, tedaviye muhtaç suçlu, katil, hırsız, sapık nerede, hangi eğitim sisteminde, kültürde, ortamda yetişti?
Yanan bir evi yağmalayanlar, zavallı garibanlar öyle değil mi?
Denizlere sintine basan, ormanı katleden, doğaya onarılmaz zarar vererek milyonlarca insanın hayatıyla oynayanlar ceza alır mı?
Deprem sonrasında ölünün kolundan bileziği keserek çıkaran caniler Uganda vatandaşı mı?
Doğru dürüst konser, sinema, tiyatro salonlarının olmadığı bu güzel ülkede, sanattan bilimden uzaklaşmış ruhlar her türlü kötülüğe bulaşmaya devam edecek. İnsan ruhu bu oysa başıboş bırakmaya gelmez.
İdamı tartışmak son derece anlamsız.
Suçlulardan önce içi kokuşmuş örf adetleri, insanlıktan nasibini almamış töreleri, yıllardır sürdürülen yanlış eğitim sistemlerini, kör inançları götürün darağacına...
O yoldaki adımlar belki 5 saniye sürmez ama 5 yılda çok şey değişir bu ülkede insanlık adına...
* michel foucault (“surveiller et punir: naissance de la prison- Hapishanenin doğuşu)
Yazının Devamını Oku

Acımadı ki! Acımadı ki!

27 Mart 2011
BUGÜNLERDE hangi arkadaşımla görüşsem, buluşsam, sohbet arasında gizli ve utanç verici bir sırrı paylaşır gibi ya mutsuzluğundan, hayal kırıklıklarından ya da bunların kendisinde bıraktığı kronik hüzünlerden, acılardan bahsediyor cümlenin orta yerinde. Büyüdükçe ve zaman geçtikçe insanın acıyla başetmesi daha zor, kim ne derse desin.
İnsanın altın çağı çocukluktur bu anlamda.
Mesela siz çocuk oldunuz mu hiç?
Ya da şöyle sorayım çocukluğunuz, hatırlayabileceğiniz izler bıraktı mı sizde ?
Mutluluk ve mutsuzluklarınızı hatırlıyor musunuz ?
En büyük kayıpları, felaketleri, yıkımları yaşasa da çocuklar, acıyı “öpünce geçer” sanırlar, buna inandıkları için de geçer zaten o acı, kısa bir süre sonra...
Canlarını en çok yakan, annelerinin atış menzilindeyken kafalarına yedikleri bir terlik, salıncaktan düşerken çarptıkları demirdir. Hele acının şiddeti giderek artan dozdaysa “acımadı kiii” nin tonlaması ve ses seviyesi de artar.
En son tepesine tırmandığım hayli yüksek ağaçtan düştüğümde, beni üstünden attığına inandığım dala, biraz da tehditlar savurmuştum bu cümleyi, sonrasında kullandığımı hatırlamıyorum.
Ben o sihirli cümleyi kullanmayı terk ettikten sonra mı yoksa dünya gerçekten korkutucu hale geldiği ve insanlar kötüleştiği için mi bilmem, canımı yakma potansiyeli olan herşey, canımı yakmaya başladı.
Ta ki dün, sokakta oynarken birbirlerinin canına okuyan çocuklardan yeniden bu kelimeyi duyana dek.
Acımadı kiii !
Hayatı nasıl yaşamamam gerektiğini yetişkinlerden, nasıl yaşamam gerektiğini ise gözlemlediği çocuklardan öğrenen ben, acıyı küçümsemeyi başaramadım hiç ama bazı sihirli sözcüklerin varlığına inandım...
Her zaman olmasa da bazen siz yetişkinlerin hayatını kolaylaştırabilir bu basit sandığınız kelimeler.
Mesela sizi terkeden sevgiliye, işten kovan patrona, cezalandıran öğretmene, içinize attığınız o şeye, çok acıtan bir habere... Direkt bakın ve bunu söyleyin...
Çok acısanız da...
Acımadı ki..
Deneyin, rahatladığınızı hissedeceksiniz...

FEMİNİST, POSTMODERN VS. BİRŞEYLER

Muğla’da 2007 senesinde, 8 kişinin bir kadına tecavüzünün ardından 4 yıl sonra nihayet yargılama başlamıştı. Sanıklardan “suçun elebaşısı” olarak suçlanan sanığı Muğla Barosu Genel Sekreteri, bir başkasının avukatlığını Muğla Barosu Başkanı almış.
Hem de nasıl, Muğla’da kadın hareketinin etkili isimlerinden eşinin onayını alarak.
Kadın hakları bakımından bir sakıncası yokmuş.. muş
Kendisine haksızlık yapılıyor.. muş, yapanlar postmodern ve feminist... miş
Sanıklara göre ise dava “kadın dernek ve örgütlerinin komplosu” ...ymuş
Tecavüz mağduru kadının üye olduğu dernek ve örgütlerin araştırılması gerekiyor ...muş
Feminist, postmodern, kadın örgütleri kelimelerini artık hangi manada algıladıklarını bilemem ama cümle içinde incelediğimizde pek de iç açıcı şeyler düşünmedikleri açık..
Toplu tecavüz davalarında, toplu olarak avukatlarıyla mahkemeye gidip, tek avukatla savunulan kadına mahkemede bu şekilde bir kez daha toplu tecavüz edilmesi yürek burkucu, sinir bozucu ama daha da beter olanı baro yöneticilerinin tecavüz sanıklarını savunması.
Savunulmak herkesin hakkı ama tecavüz sanığını baro yöneticisinin savunması, suçu sadece meşru, olağan kılar.
Şimdi Ankara’da avukatlar bir grup oluşturdu ve tecavüz davalarına topluca gidiyorlar. Bu “feminist, postmodern, kadın derneklerinin” işlerinden biri olan, dayanışmaya destek vermek isteyenler (www.baroyoneticileritecavüzsaniklarinisavunmasin.org) internette imzalarını atabilirler.
Yazının Devamını Oku

Boşluğa dolanlar

25 Mart 2011
“ÖNCE gözleri boğulmuştu, elleri Kupkuru dudakları en sonra
Dediler ki, içkiden öldü, yalan!
Sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran.”
Yeni zamanın sevgisiz yaşayan, sevgisiz büyüyen insanı, sessiz sedasız kendini içkiye vurup ölecek kadar masum değil artık, Edip Cansever’in şiirindeki gibi.
Türlü bahane ve nedenler ileri sürülse de suç ve suçlunun birinci derece azmettireni, kendi vatandaşına copla saldıran polisin, hakkını arayan işçiye, öğrenciye böcek gibi gaz sıkan zihniyetin, katilin, tacizcinin-tecavüzcünün, işkencecinin, hırsızlık yapanın, rüşvet alanın, hangi nedenle olursa olsun herhangi bir insana şiddet uygulayan, sanal çağda klavye başında kesip biçen, nefret kusan insanların en acınası gerçeği sevgisizlik.
Polise derdini konuşarak anlatabilme lüksüne sahipken, dokunulmazlık zırhını ve iki adamı yanına alarak, güya şiddete tepki olarak, mazlum gibi ağlayarak tokat atmayı tercih eden milletvekilinin, kendi yaşamında, insan öldürmek için kurulmuş bir örgütü savunurken, insan sevgisinden haberdar olduğunu düşünüyor musunuz?
Ölen bir annenin ardından “su testisi” diyecek kadar kin, nefret kusabilen Hıncal Uluç’un hayatında bir kez olsun herhangi bir insan tarafından hiç karşılık beklemeden sevilmiş olma ihtimali var mıdır mesela sizce?
Ya da güya Japonya’da yaşanan acıya dair empati kurarken, iyi ki japonlar Türkçe bilmiyor dedirten “henüz iki saat önce tanıştığı evli, japon kadınla olan ateşli sevişmesini, kimono fantezisini, acemi ergen diliyle kaleme alan Reha Muhtar’ın bir kadın tarafından gerçek bir aşkla sevilmiş, sevişmiş olduğuna inanıyor musunuz?

Geçen hafta vurularak ölümün eşiğinden dönen İbrahim Tatlıses’in ardından “ama o da hak etti” tarzında yazılar yazabilecek kadar çok gözü dönmüş insan görmek sizi de korkutmadı mı? Üzülmüyor musunuz onları bu ruh haline dönüştürecek yaşadıkları deneyim ve olaylar, içlerine doldurdukları nefret için?
Çocuk-kadın, hayvana tecavüz edip öldürenlerin küçükken neler yaşadığını tahmin edebiliyor musunuz?
Ben de edemiyorum.
Tek bildiğim bir kez olsun güvenle sarılıp sarmalanmadıkları, kafalarının okşanmadığı ve bu dönüşüm sürecinde tahmin edemediğimiz yaşananlar.
Öz kızını herhangi bir törenin, geleneğin arkasına saklanarak 70 yaşında bir adama gelin diye satan bir baba, gerçek bir ailede büyümüş müdür, annesiyle yakınlığı doğum anından ibaret değil midir en fazla?
Trafikte yanındaki adama yan baktı diye sopayla öldüresiye saldıran adamın ruh halini anlamak için çok derin sosyal, ekonomik çözümlemeler yapmanıza gerek yok.
Sevgi maalesef öğrenilen birşeydir.
Görmeden, yaşamadan bilemezsiniz ve önce kendini sevmesiyle başlar insanın başkasını sevmesi...
Kendini sevmesi ise bir başkasının ona bunu sadece varlığıyla bile hak ettiğini göstermesiyle yani küçük bir çocukken başlar...
Geleceğe bırakılmaz, telafisi yoktur.
Sevilmemiş insandan korkun, içindeki boşluğa tüm kötülükleri dolduracaktır.
Yazının Devamını Oku

Yeni başlayanlar için cehennem

21 Mart 2011
ÇOCUKLARA el sallarım ben. Tanısam da tanımasam da... El sallarım ben onlara nedenini bilmem, belki de çocukluğumdan kalan birşey ...
Kimi hemen yanıt verir bana coşkuyla gülümser ve küçük ellerini sallar, kimi bir an şaşırır, bir yabancıya el sallamanın doğru olup olmadığını düşünürler, utanır annelerinin bacaklarının arkasına saklanır, saklandıkları yerden küçük kafalarını sonra kollarını uzatır ve ellerini sallarlar, kimi avuç içlerini öpüp, öpücüklerini bıraktıkları yeri yüzüme doğru üfürürler...
İçlerinden yalnızca biri, kendisini son görüşümde, durup dururken boynuma sarılmıştı.
“Beethoven bile bu kadar iyisini çalamamıştır” dediğimde Ayışığı Sonatı’nı çalan parmakları titredi, “Gerçekten mi” dedi “Gerçekten” dedim küçük kıza ...
“Seneye mini bir konser verebilirsin biraz daha çalışırsan” dedim.
Seneye asla bir mini konser veremeyeceğini bildiğim halde...
Çığlık attı sevinçten, ellerini çırptı... Ayrılırken el salladım ona ...
Solgun yüzüyle gülümsedi bana, el salladı, bir kaç adım attı, sonra geri döndü, boynuma sarıldı ...
Dudaklarımla alnına dokunmaya gerek yoktu ateşini hissetmek için
“Sizi çok sevdim yine çalışalım mı haftaya ? “ dedi
“Çalışalım” dedim...
3 gün sonra, sayısız ameliyat geçirmiş, onlarca kez kan verilen, kesilip biçilmiş, vücudu iğneden delik deşik olmuş kız yakalandığı kanser hastalığının acılarından sonsuza dek kurtulmak üzere hastaneye kaldırılmıştı...
Deliler gibi kan aranırken, alınan kanların küçük kzın hayatını belki bir kaç saat daha uzatmaktan başka bir işe yaramayacağını mırıldanıp duruyordu babası.

Çernobil faciasının 5. yılında Rize’ de doğmuş bir kız...
Sadece eksik ya da yarım yamalak gelişmiş organlarıyla değil, yıllar süren kanserle de yaşamaya çalışan, ölüme direnen bir kız.
Anneyle babanın dünya üzerinde gitmediği doktor, gezmediği hastane kalmamış.
“Keşke hamile olduğum yıl tayin isteyip memlekete gitseydim” diyor annesi sanki kendi suçuymuş gibi çekilen onca acı.
Baba şaşkın hala inanamıyor “Ailede tek bir kanser vakası ya da sağlıksız çocuk yok” diyor.
“Cehennem burada, buranın içinde” diyor kalbini gösteriyor “cehennem burada, her gün çocuğunu ölürken görmek, acıdan inlemesini, bağırmasını duymak, cehennem işte bu, cehennem burada” diyor ...
Cehennemi bitsin istiyorum içimden derin suçluluk duyarak...
Birkaç saat sonra ateşi hiç sönmeyecek o cehenneme haber geliyor ...
“Üzgünüz .... kızınızı kaybettik”

İkitelli’de nükleer santralimiz olmadan yaşanan radyasyon kazasında iki hurdacı vatandaşın yaşadıkları özetle şu cümlelerle yer buldu gazete sayfalarında ;
“Hurdayı satın aldık. Baktık güç yetecek gibi değil. Kepçe ile arabaya koyduk, depomuza getirdik”
Doktorlar, “Artık çok geç. Bölgede oturan ve çalışanlar en kısa zamanda hastanelere başvursunlar”
Doktorlar “Her iki hastamızın durumu gerçekten ağır ve hayati tehlike taşıyor”
Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi Müdür Vekili Yaşar Özal “Radyoaktif madde kesinlikle metal parçasıdır, havaya, suya ve toprağa geçmez ve bulaşmaz. Onun yüzünden bu kadar korkulacak bir şey yok sadece yanına yaklaşıldığı zaman etkilenilebilir”
Çernobil’den sonra insan sağlığını hiçe sayan ikinci açıklamaydı bu. Sonrasında üçüncüsünü duymadık...
Sonuncusu Akkuyu için yapılır mı bilmiyorum ama çok riskli, pahalı, kirli ve gelişmiş ülkelerce terk edilen nükleer enerji yürekten dilerim ki Türkiye için artık saatli bir bombanın geriye sayan tik takları gibi işlemeye başlamaz...
Yüksek fiyatlardan Rusya dan alacağımız uranyum’u , Enerjide Rusya’ya bağımlı olacağımız gerçeğini bir kenara bırakalım, herhangi bir patlama bize teğet geçse de Rusya’nın nükleer atıklarını geri alacağını düşünüyor musunuz ?...
Bu ve başka santrallerin atıkları Türkiye topraklarında değil de nerede depolanacak sizce ? ...
Cevabını biliyorsanız yazın ....
Türkiye’nin geleceği adına iyi şeyler duymaya ihtiyacım var yalan da olsa ....
Yazının Devamını Oku

Nükleer enerji çok şeker

18 Mart 2011
JAPONLAR yüzyılın en büyük felaketler silsilesini yaşarken dahi tüm dünyaya insanlık, dürüstlük, onur, fedakarlık dersi verdiler.

Ülkelerine, ülkelerine yönetenlere, birbirlerine sonsuz güven duygusu içinde, büyük bir aile gibi hareket ettiler.
Gelecek günlerde de bir   devlet büyüğü çıkıp  radyasyondan etkilenmediklerini ispat etmek için, tüm milletin ve dünyanın gözü önünde radyasyonlu suşileri yiyip “Bakın ben yiyorum, bir şey olmuyor, siz de yiyin demeyecektir” eminiz buna hepimiz.
Bu arada dünya ülkeleri ne yaptı?
Vatandaşlarını, gemilerini uzaklaştırdı Japonya dan..
Başka ne yapabildiler?
Hiçbirşey.
Etkisi ve sonuçları birkaç ay sonra netleşecek radyoaktif sızıntıdan sonra asıl bilanço ortaya çıkacak...

Yazının Devamını Oku

Japonlar yapıyorsa

14 Mart 2011
ŞU anda karar versem hapşırarak 3 binayı deviririm, depreme gerek yok. Ama şaka gibi açıklama dün Bayındırlık ve İskan Bakanı’ndan geldi. Japonlar 9 şiddetine dayanıklı bina yapıyorsa biz daha iyisini yaparmışız.
Özgüven, kararlılık çok güzel de icraat nerede?
1999 depreminden sonra kayda değer koruyucu ya da zararı en aza indirgeyen bir önlem var mı?
Her yıl olası bir istanbu depreminde kaç kişinin öleceğini hesaplamaktan başka ne yapılıyor?
Bırakın depremi, Ankara’da yağan karın ardından sokaklarda perişan evine ulaşmaya çalışan perişan insan görüntüleri Japonya’da yoktu.
Tsunami felaketinin ardından nükleer patlamalar ve radyasyon sızıntısıyla karşı karşıya Japonya.
Bizden bir yetkili olsaydı çıkıp, “elimizden geleni yaptık sönmüyor inanmıyorsanız siz de su dökün onu da beceremiyorsanız çişinizi yapın” derdi.
Evet, Japonya yapıyorsa biz daha iyisini yaparız, doğru.
Ne zaman?
Belki bugünden başlayacak değişecek bir Türkiye’yle. Çalışkan, dürüst, vicdanlı, onurlu, işlerini düzgün yapan, eğitim sistemi kökten yenilenmiş bir Türkiye’yle.
Ama 50 yıl sonra.
Şu anda daha iyi yapabileceğimiz şey belki toplu mezarlar.

NORM’AL

“Biralar soğuk mu?” dedim / dedi ki, “normal!”
“Peki ya havalar?” / “valla gayet normal!”
“işler?” dedim, “gidişler?” dedim? / “hepsi normal!”
“peki...” dedim, “...ya sen, ben?” / dedi ki, “normal!”
“peki biz, ikimiz?” / “valla gayet normal!”
“halimiz?” dedim / ne dese beğenirsin, “normal!”
Bülent Ortaçgil söyler normalde bu şarkıyı... Bazen benim de dilime takılır.
‘Uf biri anlatsın hemen nedir bu normal
Canım sıkıldı yoksa ben miyim anormal’
Bakın ne demiş Albert Camus:
“Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor.”
Herkesin içinde bulunduğu durumu özetlemiş Camus.
Norm’ali kim buyurur?
Toplum ve aslında içindeki çoğunluk ne yazık ki.
O halde itaat etmek şart. Aksi takdirde anormal, tuhaf, tehlikeli, deli sıfatlarını isminizin önünde görmeye cesaretiniz olmalı.
İtaat ediyoruz, normal olmaya çalışıyoruz, normal görünmeye.
Oysa insan normal olmaya çalıştıkça, özgür değildir.
Ruhunuzu sizin yerinize başkalarının koyduğu kurallara hapsedersiniz ve siz, siz olmaktan çıkarsınız, ol denileni olmaya çalışır, zavallı kayıp ruhunuz
Bir gün normale dönüşmekten ya da normal olmaya çalışmaktan çok korkmuşumdur bu yüzden.
Çevremde normal olduğunu düşünen, normal insanlar gibi yaşayan, normal evlilikler yapıp, normal normal işlerine gidip, normal para kazanan ? ya da öyle olduğunu iddia eden ? normal normal mutsuz olan insan sayısı o kadar fazla ki.
Ufak bir gerilimde dışlanmamak adına “ben normalim” deme gereği duyar, bunu bir de kendilerinden duymak isterler sanırım.
Ben normal bir insanım....
Oysa...
Evrensel değildir normallik kavramı. Herkesin hırsızlık yaptığı yerde hırsızlar, adam öldürdüğü yerde katiller normal karşılanır
Normal olarak gülünmesi gereken yerde gülen, normal olarak ağlanması gereken yerde ağlayan...
Kar yağdığında normal olarak yolda kalıp normal olarak evlerine saatler sonra varmayı normal karşılamaktan korkarım ben.
Bir çocuğun tecavüze uğramasını normal karşılamaktan korkarım bir gün.
Adaletin gecikmesini, herkesin kendi adaletini sağlamak zorunda kalmasını, asırlık ağaçların bir gecede kesilmesini, , toprağın, suyun, varlığın talan edilmesini normal karşılamaktan korkarım...
Kaygandır normalliğin zemini. Özellikle norm’u koyanların biraz vicdan, biraz ahlak, biraz sorumluluktan payını alması gerekir, üstünde yürüyenlerin ise yolunu değiştirmekten korkmayacak kadar cesur ya da kendilerine dayatılan bir hayatı yaşamayı kabullenecek kadar aptal olmaları.
Yazının Devamını Oku

Sizi seviyorum

11 Mart 2011

BAŞKA bir dünyadaki düzen hakkında en ufak bir fikrim yok.
Ama kadın algısı ölçütü, oturunca ayakları yere değen kız olan bir grup insanımızın, bu fikrine eşdeğer bazı tefsirler okumuştum.
“Şüphesiz takvâ sahipleri için umulanı buldukları yer, bahçeler, üzüm bağları, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, içki dolu kâseler vardır.”
“Memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar.”
“Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar.”
“Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar.”
“Aynı yaşta tomurcuk sîneliler.”

Yazının Devamını Oku

Kadınlar çiçektir, su ister

7 Mart 2011
YATAKTA geyşa, sokakta hanımefendi, evde çocuklarının annesi olmamı bekleyen erkeklerin ve bunu gururla hayata geçiren kadınların yaşadığı bir ülkede yarın kadınlar günü kutlanacak... Olası sahneleri düşünelim yarına dair;
Taksim’de Cumhuriyet Anıtı’na çelenk bırakma ve saygı duruşu, bez parçalarına yazılmış “kadına şiddete hayır” ya da unutulacak bir sürü anlamsız söz, alaylı erkek bakışları altında agresif bir konuşma, yüksek sesle taleplerini dile getirecek olanlar için hediye biber gazı, tekme, bilumum yaratıcı küfürler, aradan karışanların tacizleri...
Var mı başka ekleyeceğiniz bir şey?
Ha bu arada sinema gibi etkinlikler bedava...
İster beğenin ister beğenmeyin bugünün döne dolaşa ülkemizde aldığı son durum “kadınlar çiçektir, su ister” şeklindedir.
Dünya Kadınlar Günü’nün ortaya çıkışıyla ilgili farklı görüşler var:
İlki; Amerikalı kadınlar 8 saatlik işgünü ve kadınların siyasal hakları için mücadele ederken, 1908’de iplik işçisi kadınların grev yapması ve polisin yine şiddet kullanması.
İkincisi; 1857’de Newyork’da kadınlar, düşük ücretleri, on iki saatlik iş gününü ve artan iş yükünü protesto etmek için bir gösteri yürüyüşü yaptılar. polis şiddet kullanarak yürüyüşü dağıttı.
ve sonuncusu; 1909’da Amerika’da dokuma işçisi kadınların işten çıkarılmaları protesto etmek için fabrikayı işgal etmeleri, çıkan yangında 129 kadının hayatını kaybetmesidir.
ABD’de baslayan ardından Avrupa’ya yayılan bu kadın hareketini, ezilen, sömürülen tüm kadınların mucadelesine ithaf olunan bugünü, sadece kadın olduğu için kutlanması gerektiğini sanan kadın ve erkekler çoğunlukta...
Ve bu da o kadar aşağılayıcı, utanç verici bir hal ki...
Sadece kadın olmanın, yılın bir gününü panayır havasına sokulmasının anlamı ne allahaşkına.
Her sene aynı yürüyüşler, naralarla dağılan kadınlardan geriye konuşulan tek bir iz var mı sizin aklınızda ?
Neden ?
Çünkü yaratıcı tek bir şey yok...
Eylem bu değildir...
Eylem üretmek, harekete geçmek, hareketi sürekli ve etkili kılmaktan ibaret...
Bunun için de bağırıp çağırmak, aynı sıkıcı ve artık alay konusu olan sloganları kullanmak yerine beyinlere mıh gibi kazınacak hareketlere ihtiyaç var.
Bir film, bir şarkı, bir resim, bir şiir, eğitim sisteminde bir küçücük değişiklik önerisi o kadar şeyi değiştirir ki....
Peki bizim elimizde ne var ?
Kadınlar çiçektir, su ister
E hadi abarttım diyelim...
“Kadına şiddete son” desem buna itiraz eder misiniz ?
Çok gülünç değil mi sizce de?
Gazetelerdeki tecavüz olaylarının gayrimenkul ilanları gibi sıradanlaştığı bir memlekette çözüm adına hiçbir öneri getirilemiyorsa, bazı mahkemelerin, yasalardaki normal tahrik maddelerini uygulayarak namus cinayeti işlemiş kişilere indirim sağlıyorlarsa, bu cinayetlere intihar süsü verilebiliyor ya da kadının intihar ettirilmesi sağlanıyorsa, 19 yaşında bir kızın cenazesine ailesi sahip çıkmıyorsa, binlerce kız çocuğu eğitim hakkından yoksun bırakılıyor ve buna göz yumuluyorsa bırakın allahaşkına elinizde bez parçalarıyla naralar atmayı...
Bugüne kadar yaptıklarınızı yeniden gözden geçirin ve lütfen gerçek birşeyler yapın, gerçek birşeyler...
Yazının Devamını Oku