Ferai Tınç

Irak’ta İran ajanları

28 Ocak 2007
ARALARINDA Kürt ve Arap kökenlilerin bulunduğu büyük Irak aşiretlerinden birinin üyesi olan Dr. Jaber Awad Aljaberi, "Irak’ın kurtuluşu için tek yol var. Demokratik, laik ve güçlü merkezi bir devlet" diyor. Irak’ın güvenlik sorunu bölgeye gazetecilerin gidip özgürce dolaşmalarını engellediği için duyamadığımız seslere, katılma fırsatı bulduğum böyle uluslararası toplantılarda ulaşabiliyoruz ancak.

Oysa Iraklı Şii ve Kürt siyasi temsilcileri, "gevşek merkezi bir devlet ve geniş özerkliğe sahip bölgesel yönetimler" formülüyle Irak’ın istikrara kavuşacağını dile getiriyorlar.

Dr. Aljaberi, Irak’ta sadece Sünnilerin değil ama etnik ve dini kökeni ne olursa olsun yurtsever güçlerin, öyle bir geleceğe inanmadıklarını açıkça ortaya koyuyor. Örneğin, "Kerkük bir Türkmen kentidir. Referandum yapmadan önce anayasadaki düzeltmeler gerçekleştirilmeli. Referandum gerçeği yansıtmayacak" diyor.

Petrol gelirleri konusundaki tavırları da Kürtler ve Şiilerden çok farklı. "Yeni petrol yasası tamamlanmadı. Yeni bulunacak yatakların işletme hakkı merkezi hükümette bulunmalı. Irak’ın kaynakları tüm Iraklılarındır."

Irak’ın geleceği konusunda Iraklılar tarafından o kadar farklı senaryolar dile getiriliyor ki, bu ülkede toplumsal sözleşmenin yapılabilirliğinin ortadan kalktığını görüyor insan. Herkesin beklentisi farklı.

Dr. Aljaberi, Irak halkının dini ve etnik temele göre kasten bölündüğüne inanıyor. "Seçim listeleri Amerikalıların danışmanlığında düzenledi. Neden siyasi farklılıklar temelinde yapılmadı listeler? Dini ve etnik listeler hazırlandı."

Irak Yurtsever ve Ulusal Güçler Hareketi’nin Dışilişkiler Ofisi temsilcisi olan Dr. Aljaberi, "Irak aşiretler ülkesidir. Bizim aşiretlerimizde Arap, da Kürt de Türkmen de vardır. Bakın, partimizde, Irak’ın geleceği için Kürtler, Araplar, Şiiler, Sünniler birlikte mücadele ediyoruz" diyor.

***

IRAK
’ın geleceği konusunda artık müdahaleyi arsızca demeyeyim de, hararetli bir içimde savunanlar bile kötümserleşmeye başlamış. Her platformda hissediliyor. Amerikan dış politika çevrelerinde de iki ihtimal tartışılıyor. Ya bölünme ya da Irak’ta bugünkü durumun devamını sağlayacak önlemler almakla yetinmek. İkisi de çözümsüzlük senaryosu aslında.

Dr. Aljaberi’ye göre, bugünkü durumun sorumlusu İran. Saddam’a karşı İran’ın kucağında serpilen İran muhalefeti ABD’nin Irak’a müdahale planlarını destekledi, işgale teşvik etti ve yönlendirdi. Irak’ın etnik ve dini temele göre bölünmesinin propagandasını yaptı. "Sonuç ortada" diyor Dr. Aljaberi, "Bugün çevre ülkelerin durumuyla İran’ın durumunu karşılaştırın, Irak’ta kim var? İran var. Sadece desteklediği güçlerle değil. Amerika gibi İran da Irak’ta ajanlarıyla var."

***

BU
ifade dikkatimi çekiyor. Birkaç saat öce ABD Başkanı Bush da, Irak’a doğru yola çıkan Amerikan birliklerine, "Irak’taki İran ajanlarını teker teker yok etme" talimatı vermemiş miydi?

İran, ister nükleer çabaları gerekçesiyle, ister Ortadoğu’da Şii aksı yaratma amacıyla olsun, farklı bahanelerle hedefe oturtuluyor. Önümüzdeki dönemde gündemi İran’ın kaplayacağı anlaşılıyor.

Sıra İran’a mı geldi? Bunu düşünmek bile istemiyorum.

Şu anda tartışılan askeri müdahale değil. Ama İran rejiminin bölgede Şii etki alanı yaratma ihtimali birçok bölge ülkesini tedirgin ediyor. Sadece, petrol yataklarının bulunduğu doğuda nüfusunun çoğunluğu Sünni olan Suudi Arabistan’ı değil.

Dr. Jaber Awad Aljaberi, "Gelişmelere seyirci kalamazsınız" diyor.

Irak ve bölgeye bakışımızı sadece Kuzey Irak ile sınırlamaya devam ettikçe, değil seyirci kalmak gelişmelerin farkında bile olamayabiliriz.
Yazının Devamını Oku

İsmail Cem sorunları barış diliyle konuştu

26 Ocak 2007
ÇİN ziyaretinde mi, yoksa Kuala Lumpur’da ya da Atina’da mı, şimdi nerede olduğunu anımsamıyorum ama İsmail Cem’i izlemek için gittiğim bir yolculukta onun bir fotoğraf albümünü görmüştüm. Resimlerden birine vurulduğumu anımsıyorum.

Çiçekli sabahlığıyla iskemleye ilişmiş genç bir kadın dolduruyordu kareyi.

Ne sabahlığın hoşluğu, ne kadının çekiciliği, ne oturuşun zarafetiydi dikkatimi çeken.

Bir kadının kendi içine çıktığı yalnız yolculuğun resminden etkilenmiştim. O derin yolculuğun ifadesini yakalamak için ne kadar duygulu aynı zamanda nasıl keskin bir göz gerekir diye düşünmüştüm.

İsmail Cem’in eşi Elçin Hanım’ın Paris’te bir otelde çektiği fotoğrafı, hafızamın, unutamadığım kareler albümündedir.

* * *

İSMAİL Cem’
in ölüm haberini aldıktan sonra 30 yaşında yayınladığı ilk kitabı, "Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi"ni aldım elime. 1970’de yapılan ilk baskının sarı yapraklarını dikkatle çevirdim.

"Temeldeki bozukluğun günümüze dek süregelen ilk sonucu Batılaşmanın yarattığı karmaşıklıktan ötürü, halkın siyasal ve sınıfsal tercihlerinin kendisine karşı kullanılabilmesi olmuştur. Halk genellikle kendi sömürülmesini pekiştiren akım ve kişileri savunmak durumundadır. Tercihlerdeki karmaşıklıktan faydalanılarak sömürü mekanizması halktan gizlenmiş, geriliğin korunması halkın desteği ile gerçekleşmiş, halkın tepkisi yanlış hedeflere yönlendirilmiştir... Ne var ki durum... köklü tarihsel nedenlere dayanmaktadır; düzeltilmesi için derin araştırmalara ve planlı bir çabaya gerek vardır. Aksi halde... bu karmaşıklık, dün ve bugün olduğu gibi yarın da devam edecektir; halk kendine karşı kullanılacaktır."

Tespitleri gibi öngörüleri de bugün, 37 yıl sonra dikkatle tartışmaya değer diye düşündüm.

* * *

HAYATI
boyunca çeşitli alanlarda sorumluluklar üstlenmiş olan İsmail Cem, Türk-Yunan yakınlaşmasının mimarı olarak tarihimize damgasını vurdu.

Cem Türk siyasetine, sorunları barış üslubuyla çözme örneğini getirdi. Türkiye ile Yunanistan arasındaki çatışma atmosferinin dağılmasında bu anlayış ve onun halka yansıyan etkisi kilit rolü oynadı.

İki ülke arasındaki yakınlığın deprem nedeniyle başladığı yorumları yapılır. Doğru değil. Dönüm noktası Öcalan’ın yakalanmasıdır. Yunanistan, kucağındaki teröristle dünya kamuoyunun projektörleri altında kaldıktan sonra Pangalos’un görevden alınması, yakınlaşma ortamına olanak sağladı.

İsmail Cem, bu ortamı değerlendirerek, 26 Mayıs 1999’da Papandreu’ya bir mektup göndererek yakınlaşma dönemini başlattı.

Bu yakınlaşma köklü sorunları çözdü mü? Hayır ama Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte bölgesel roller üstlenmesine kadar varan bir ortaklık iklimini yaratabildi.

Bu iklimin sonucunu almak için aynı inanç ve cesaretle onun bıraktığı yerden yola devam etmek gerekiyordu. Gerekiyor.

* * *

OTUZ
Yedi yıl önce basılan kitabına, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’nin ilk sayfasına Mevlana’dan bir dörtlük ile başlıyor Cem:

"Şu akıp giden kum seline bak/Ne durması var, ne dinlenmesi/Bak, birdenbire nasıl bozuluyor dünya/ Nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini."
Yazının Devamını Oku

Çocuklarını çarçur eden milletseverler

22 Ocak 2007
ÇOCUK tetikçi formülünün hálá geçerli olduğu bir ülkede yurtseverlikten, milliyetçilikten, ulusal çıkardan, gururdan söz edilebilir mi? Çocuklarını, gençlerini çarçur ediyor ama bayrağına söz ettirmiyor!

Çocuklara değer vermek, sadece zenginlerin ayrıcalığı haline geldiğinde işler çok kötüye gidiyor demektir.

Cumartesi günü Türkiye ve İngiltere’de çocukların medyada temsiline yönelik bir toplantıyı izledim.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile British Council’in ortaklaşa düzenledikleri toplantıda, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Doçent Doktor Mine Gencel Bek, Türkiye’de medya kuruluşlarının kullandığı basın ilkelerini ve medyaya yönelik yasal düzenlemeleri çocuk konusu açısından inceleyen araştırmasını açıkladı.

Araştırmanın sonucu, çocukların gazetelerde suç ve şiddet mağduru olarak gündeme geldiğini gösteriyor.

Kullanılan ifadeler, resimler çocukları sakınan bir yaklaşımı da yansıtmıyor. Diğer haberlerde çocuklar kale alınmıyor.

Türk medyasında zaten yayın ilkeleri belirleyen kuruluş çok az. Doğan, Doğuş ve TRT’nin yayın ilkelerinde çocuklara az da olsa değiniliyor.

Toplantıda BBC’nin editoryal politika danışmanı Paul Smith’i de dinledik.

BBC’nin, güçlü bir mekanizma ile denetlenen çocuk koruma politikaları olduğunu öğrendik.

Bu ilkelerin başında "BBC, çocukların ve genç insanların refahının korunması konusunda sorumluluk üstlenmekte ve bu bağlamda pozisyonunu güçlü bir nüfuz aracı olarak kabul etmektedir" deniyor. Ve bu yaklaşıma uygun ayrıntılı bir yayın ve çalışma politikası uygulanıyor.

* * *

BBC
bir kamu kuruluşu, oluşturduğu çocuk politikasını hayata geçirmek için, yani çocukları dikkate alan yayıncılık için büyük bütçeler ayırabiliyor.

Ticari kuruluşlar bunu yapamıyorlar. Ama çocukların korunması konusunda birilerinin sorumluluk üstlenmesi, genel iklimi etkiliyor.

Saddam’ın idam görüntülerini gece haberlerine kadar göstermiyor BBC. Geç saatteki bir kuşakta bir kez dönüyor.

Paul Smith, "Bu kuşağın havaalanları ve tren istasyonlarında, kamuya açık televizyonlardan yayınlandığını dikkate almamıştık. Bir şikayet geldi. Çocukları ile tren bekleyen bir yolcu şikayet etti. Önümüzdeki günlerde onu değerlendireceğiz. Gece haberlerinde de çocukları koruma ilkelerini uygulamayı tartışacağız" diyor.

* * *

TELEVİZYONLAR
, gazeteler ne kadar dikkat ederlerse etsinler, dijital ortamın rekabeti göğüslenebilir mi?

Evet ama önemli olan çocuklara karşı ortak sorumluluk bilinci yaratabilmek toplumda. Bu bilinci aygınlaştırmak için verilecek çabalar yıkıcı etkileri azaltabilir.

Herkes üzerine düşeni yapmalı. Ben gazeteci olarak kendi sorumluluğumu tartışıyorum.

Etik dendiğinde burun kıvıran anlayışın; gazeteciliğin en üst düzey mesleki standartları tutturmak zorunda olduğu söylenince "değerleri piyasanın belirlediği" yanıtını yapıştıran tutumun hakim olduğu bir ortamda, hiçbir sorumluluktan söz edilemez artık.

Çünkü sorumsuzluklar kimseye batmaz.

Hrant Dink’in cansız bedenini defalarca gösteren kanallar, bunun gazetecilik olduğuna inanırlar.

Onun orada, kaldırımda iki saat kalması büyük skandal sayılmaz. Sorumlu aranmaz, hesap sorulmaz.

Çocuğunu koruyamayan toplumda insana, hayata, vatana, millete saygı da olmaz, sevgi de.
Yazının Devamını Oku

Koruyamadık

21 Ocak 2007
"EĞER davayı kaybedersem artık buralarda kalamam" dediğinde neyi kastettiğini anlamıştım. Altında mahkeme kararı olan Türk düşmanı damgasına isyanıydı bu aslında. "Hrant" dedim "Neler söylüyorsun, nereye gideceksin? Biz varız. Koruruz."

Romantik bir teselliymiş benimkisi. Ama içimden gelendi.

Türkiye’de eskisi kadar kolay siyasi cinayet işlenemeyeceğine, çok şeyin değiştiğine, demokratların karanlık köşelerdeki hesapları bozabileceğine inanmak istediğimden böyle söylemek gelmişti içimden.

Hrant’a hem meslektaşça hem arkadaşça kanat germeye çalışırken kimsenin düşünceleri, inançları, soyu, sopu yüzünden bu toprakları terk etmek zorunda bırakılamayacağına inanmak istiyordum gerçekten.

6-7 Eylül’ü yaşamış, komşusunun evinin taşlanışını görmüş çocukluğumun korkularını hiç unutmadım.

Neden koruyamadık sorusunu yıllar boyu hep sordum kendime, utanç içinde.

İşte yine aynı utanç, aynı hüzün. Koruyamadık.

***

CİNAYETİN
ardında kim var, neden "manidar", bunların yanıtını vermek biz gazetecilerin işi değil.

Ama, şu soruyu sormaya, yanıtını beklemeye hakkım var.

Neden Hrant korunamadı?

Medyanın insanları hedef tahtası haline getirme çabalarına bilinçli, bilinçsiz, kasten ya da avanaklıktan alet oluşunu mutlaka tartışacağız.

Ama esas sorum devlete. Neden korunamadı?

Tehditlerin hedefi haline gelmiş bir gazeteci olmasına rağmen neden böyle boş bırakılmış?

Valilikte karşılaştığı kişiler onu ayağını denk alması konusunda uyarırken bu ülkenin, bu kentin güvenliği ile sorumlu kurumlar nasıl olmuş da hiçbir şeyin farkına varmamış? Korumak mutlaka yanına polis vermek demek midir?

Vatandaşını yurtseverlik konusunda yargılayıp mahkum eden fakat koruyamayan bir devletle baş başa bıraktı bu cinayet bizi.

***

BUGÜN
dünya basınını izliyorum. Bu olayı siyasi malzeme haline getirmek isteyenler öylesine çok ki. Hrant’ın Ermeni olması onlar için şimdi çok önemli. Türkiye bu duruma düşürüldüğü için kızgınım ama benim asıl umurumda olan bir meslektaşımın, bir arkadaşımın daha teröre kurban gitmiş olması.

Susturulması. Düşünce ve ifade özgürlüğünün tehditle, zorbalıkla, terörle yok edilmek istenmesi.

Eğer basın meslek örgütlerimizin, biz gazetecilerin 301’inci madde ile ilgili şikayetlerimiz dikkate alınsaydı ve hükümet bu maddeyi değiştirecek ya da kaldıracak cesareti bulabilseydi, bugün bu cenazeyi kaldırmak durumunda kalmayabilirdik.

İnternette, "Dink itlaf edildi şimdi sıra kimde?" ifadelerini kullanarak anket yapan sapık siteler en özgür biçimde insanları hedef gösterirken, kendilerini vatansever ilan etmeleri kimsenin kılını kıpırdatmıyor.

Ama diyalog ve çözümden yana olan bir gazeteci, 301’inci madde sayesinde Türk düşmanlığı ile mahkum edilebiliyor.

Bu tuhaflığın hiçbir açıklaması yok. Hele vatanseverlik, ulusal çıkarlar gibi kavramları yanına yaklaştırmayın.

***

HRANT
’ı koruyamadık. Şimdi ona bir borcumuz var. Bu cinayetin aydınlatılmasının ısrarlı takipçisi olmak.

Türk-Ermeni dostluğunu derinleştirmek için mücadele etmiş olan vatandaşımıza, hemşerimize, kardeşimize, meslektaşımıza, sevgili arkadaşımıza karşı boynumuzun borcu bu bizim.
Yazının Devamını Oku

Kürt sorunu Kerkük’te çözülmez

19 Ocak 2007
YENİ değil. Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi, Amerikan askerleri Irak’a girer girmez Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirmek amacıyla harekete geçtiler. Türkmenler, dertlerini anlatmak için ağızlarını açtıklarında, onların Türk devletinin ajanları olduğu ileri sürüldü. Ne yazık ki, Türkiye’de de bu iddiaları destekleyenler vardı.

Oysa, Türkmenlerin hepsi, Araplarla kaynaşmış olanları, Kürtlerle akrabalık bağları bulunanları, Şiileri, Sünnileri hepsinin gözü Türkiye’de idi. Hálá da öyle.

Türkiye bu konuya tabii ki sahip çıkacak.

Etnik nedenlerle değil, insan hakları açısından.

Yayılmacı emellerle değil, Irak’ın çıkarları için gerekli olduğundan.

Çünkü, Irak’ın istikrarı açısından Bağdat ne kadar önemliyse, Kerkük de aynıdır.

* * *

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, "Irak’ta olan biteni tribünlerden seyredemeyiz" diyor. Ne yapacaksınız? ABD’nin çıkmak için kıvrandığı bir yere mi gireceksiniz? Zaman içinde taşeronluğa kadar gidebilecek bir role mi soyunuyorsunuz?

Eğer çıkış planlarınız hazır değilse, tehdit savurma sığlığına düşmemeli Türkiye.

"Boş tenekenin sesi çok çıkar." Türkiye bölgenin boş tenekesi değil, belirleyici güçlerinden biridir.

Ama maalesef Irak politikamız, Kürt sorununun ipoteği altında.

Kürt sorunu, Kerkük’te çözülmez. Biz onu kendi içimizde kendi olanaklarımızla çözeceğiz. Çözmek zorundayız.

* * *

BİRLEŞMİŞ
Milletler, salı günü yayınladığı insan hakları raporunda Kerkük’te "korkunç bir bölgesel kriz"in yaklaştığı uyarısını yaptı.

Kerkük’te durumun gittikçe kötüleştiğine dikkat çekilen rapordu bunun bölgesel istikrarsızlığı ateşleyebilecek büyük bir endişe kaynağı olduğu vurgulandı.

"Araplar ve Türkmenler Bölgesel Kürt Hükümeti’nin istihbarat servisi, ve güvenlik kuvvetleri tarafından tehdit ediliyor, korkutuluyor ve tutuklanıyorlar" dendi.

İnsan hakları ihlallerinin Kerkük’te "yaklaşmakta olan korkunç krizin habercileri olduğu" tespiti yapıldı BM İnsan Hakları Raporunda.

Artık herkesin farkına vardığı bu krizin ilk uyarıları Türkiye’den gelmişti. Eğer Türkiye bu meseleyi kendi Kürt sorunu üzerinden değerlendirmeseydi, "Türkiye, Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurulmasına karşı olduğu için tedirgin" yorumlarına neden olmasaydı bugün sözlerinin ağırlığı farklı olurdu.

Kerkük sıkıntısı Türkiye’nin iç meselesi olarak değerlendirildi.

Kerkük, etnik temizlik ve soykırım riski taşıyan çok ciddi bir insan hakları sorunu olarak Türkiye’nin daha etkili biçimde ilgilenmesi gereken bir meseledir. Boş sözlerle değil, ipoteksiz diplomasi ile.

Taraf olmak, Türkmenlerin de bugün aleyhinedir. Geçen hafta Ankara’da yapılan Kerkük ile ilgili toplantıya katılan Türkmen, Arap, Şii ve Sünni Iraklılar Türkiye’nin desteğini bekliyor ama müdahalesini istemediklerini açıkça dile getiriyorlardı.

Bölgenin demokrasi deneyimi en derin devleti olmanın güveniyle Kerkük politikaları doğru bir zemine oturtularak daha etkili olabilir Türkiye, taraf olarak değil.
Yazının Devamını Oku

Zapatero zorda kaldı

15 Ocak 2007
"ÖLDÜRMEK, bir ideali savunmak demek değildir, sadece cinayettir." İspanya Başbakanı Jose Luiz Rodriguez Zapatero dün yayınlanan El Pais gazetesine verdiği demeçte böyle diyordu. Terör örgütüyle diyalog kararını dikkatli adımlarla hayata geçirmeye çalışırken, Madrid havaalanında patlayan bombalarla sarsılan İspanya Başbakanı ilk kez El Pais’e verdiği röportajda, Zapatero, süreci askıya aldığını yineledi ve "Şiddetin sona ermesi kaçınılmazdır. Şimdi mesele ETA’nın bu sona ne zaman karar vereceğidir" dedi.

Dünkü yazımda, şiddet örgütleriyle mücadelede Avrupa örneklerine bakarken Kuzey İrlanda ve İRA üzerinde durmuştum.

Kuzey İspanya ve Güney Fransa’da yedi eyaleti kapsayan Bask bölgesinin bağımsızlığını isteyen ETA örgütü ile Madrid arasındaki ilişkiler de incelemeye değer.

Ama Bask bölgesinin, geniş bir özerklik ikliminde yaşadığı gerçeğini göz önünde tutarak.

Bask ülkesi, kendi parlamentosuna, siyasi partilerine, siyasi, ekonomik ve kültürel özgürlüklerine sahip. Burada sorun, ve belki de çıkartılacak derslerden biri, geniş demokratik haklara rağmen silahlı örgütün bağımsızlık talebiyle teröre başvurması.

* * *

CUMARTESİ akşamı İspanya’nın çeşitli kentlerinde yüz binler, "Barış, hayat ve terörizme karşı özgürlük" sloganlarıyla sokaklara döküldü. BASK bölgesinde de 88 bin kişinin yürüyüşe katıldıkları açıklandı.

Yüzbinlerin sokaklara dökülmesinin nedeni, ETA’nın, ilan etmiş olduğu ateşkese rağmen, yeniden teröre başvurarak barış sürecini torpillemesiydi.

Oysa Başbakan Zapatero, ülkenin en önemli sorunu olan bu konuyu kökünden çözerek, son 40 yılda 800 kişinin ölümüne neden olan süreci noktalayacağını düşünüyordu. Silahları bırakması halinde ETA ile görüşüleceğini açıkladıktan sonra geçen yıl Mart ayında ETA da ateşkes ilan etti. Diyalog için girişimler başladı, hatta toplantılardan birinin Türkiye’de yapıldığı da, iddialar arasında yer aldı.

* * *

GÖRÜŞMLER
, teknik ve siyasi olmak üzere iki temelde yapılacaktı. Teknik konular çerçevesinde tutuklular, terör kurbanları ve silahlarla ilgili ayrıntıların netleştirilmesi öngörülüyordu. Siyasi kanaldaki çalışmalar ise Bask bölgesindeki tüm partilerin bir araya gelerek, bağımsızlık için referandum dahil, tüm konuları görüşmelerini kapsıyordu.

Ancak bu parti toplantısı bir türlü gerçekleşemedi.

ETA ise ısrarcıydı. Çünkü legal siyasi kolu olan Batasuna kapatılmış olmasına rağmen bu toplantılara katılacaktı. Bu adım Batasuna üzerindeki yasağın pratikte kalkması anlamını da taşıyordu.

Bunun kolay bir süreç olmayacağı başından belliydi, sabır gerekiyordu. Ama, teröre odaklı bir hareketin elinde şiddet silahı oldukça siyasi mücadelenin gerektirdiği sabrı gösteremeyeceğini 9 ay sonra Madrid’de patlayan bombalar ortaya koydu.

* * *

ZAPATERO
görüşme kararı alırken ciddi riskler taşıyordu. Sabırsız olan sadece ETA değildi, muhalefetteki muhafazakarlar ve onların devletin içindeki uzantıları da Başbakanın başarısız olması konusunda sabırsızdılar.

Ve bombalar, onların elini güçlendirdi.

Mart ayında yapılacak olan yerel seçimlerin sonuçları ETA ile ilişki kurma kararının, İspanya’nın Sosyalist Başbakanı’na neye mal olacağını gösterecek.

Bütün olanlara rağmen ETA ve Batasuna, ateşkesin süreceğini söylüyorlar. Bask bölgesindeki diğer partiler bu görüşmelerin devamını istiyorlar. Ama Zapatero istese de devam edebilecek mi? Muhalefeti aşabilecek mi?

İspanya örneğindeki derslerin olgunlaşması, bu soruların yanıtlarıyla olgunlaşacak. İbretle izleyelim.
Yazının Devamını Oku

Barışçı çözüme dünyadan örnekler

14 Ocak 2007
"Türkiye Barışını Arıyor" konferansına konuşmacı olarak katılacaktım. Son an talihsizliği nedeniyle katılamadım. Kürt sorunu ya da Güneydoğu meselesi ne isim verilirse verilsin, Türkiye’nin potansiyelini onbeş yıldan beri kemiren, gündemimizin ilk sırasına acıyı yerletiren bu sorunun çözümü zamana bırakılamaz. Siyasi, ekonomik, sivil toplum dahil tüm mekanizmaları devreye sokarak, iç huzur ve uyumu sağlamanın önceliğimiz olduğuna şüphe yok.

Eğer sağlık nedeniyle ertelemek zorunda kalmasaydım, bu toplantıda mutlaka bulunmak isterdim.

Anlaşmazlıkların şiddet dışı, barışçı yöntemlerle çözümünde dünyadan örnekler konulu bölümde konuşmak üzere İspanya ve Kuzey İrlanda örneğini dikatle biçimde gözden geçirmiştim. Bu örnekler, gerçekten de çok önemli derslerle dolu.

***

ASLINDA her durumu kendi koşuları içinde incelemek gerekiyor. Farklılıklar dikkate alınmadığında benzerliklerden sonuçlar ve dersler çıkartmak mümkün değil. Ama dikkatle temel parallelikler de bulunuyor.

Avrupa’daki örneklerin dikkate alınması çağrısını yapan bazı çevreler, devletlerin terör örgütlerini muhatap almasının kaçınılmazlığını vurgulamak istiyorlar. Doğru, uzun yıllar, gerek İngiltere gerek İspanya’da devletin terör örgütlerini muhatap almadıkları için çözüme ulaşılamadığı inancı yaygındı.

Oysa silahların gölgesinde barış arayışının mümkün olmadığı kısa zamanda anlaşıldı.

İngiltere Başbakanı Major ile başlayıp Tony Blair zamanında da devam eden dolaylı görüşme arayışları barışa en yakın olunduğu zamanlarda terör eylemleri ile hep kesintiye uğradı. 90’dan beri süreç hálá devam ediyor.

Çünkü terörden tam olarak vazgeçemedi IRA. 21 Aralık 2004’te Northern Bank’tan 26.5 milyon sterlinlik soygunun altında IRA’nın imzası olması, barış görüşmelerine oturan örgütün şiddeti tamamen bırakmadığı gerçeğini kamuoyunun gözleri önüne serdi.

Çünkü onlar için siyasi mücadele militarizmin bir uzantısıydı. Öncelik şiddet ve silahtaydı.

Bugün, Kuzey İrlanda’da barış yolunda önemli adımlar atılmasının en önemli nedeni IRA’nın silahı bırakmış olmasıdır. Ama bu da kendiliğinden olmadı.

Tam iki yıl önce, 2005 Ocak ayında, Belfast’ta bir barda 33 yaşındaki Robert McCartney’in öldürülmesi dönüm noktası oldu. Boynu kesilen ve midesi bıçakla deşildikten sonra ölüme terk edilen McCartney’in beş kız kardeşi ve nişanlısı katillerin bulunması için başlattıkları kampanya ile IRA liderliğinin ipliğini pazara çıkardılar. McCartney kardeşler Bush Yönetimi tarafından kabul edilirken, Beyaz Saray’ın kapıları Sinn Fein liderliğine kapandı.

McCartney kardeşler, yıllarca Sinn Fein’e oy vermişler, Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığının savunucuları olmuşlardı.

IRA’nın temsil ettiği iddiasındaki kitleden yükselen şeffaflık talebi ve IRA’dan hesap soran kampanyaları ile barışın yolunu gerçekten aralayanlar da onlar oldu.

26 Eylül 2005’te IRA’nın silahları bıraktığı komisyon tarafından resmen açıklandığında, bu kampanyanın Kuzey İrlanda’nın Berlin Duvarı’nı yıktığı yorumları yapılıyordu.

***

5 Mart 2003’te Times’da yayınlanan bir yazıda Sinn Fein için şöyle deniyordu: "Sinn Fein, Sovyet blokundaki demokratik merkeziyetçi komünist partiler ne kadar demokratsa, o da o kadar demokrattır." Nitekim, McCartney kardeşlerden birinin yerel seçimlerde adaylığını koyma girişimine Sinn Fein liderlerinden Martin McGuiness açıkça karşı çıktı.

Mart ayında İrlanda’da seçimlere gidilecek, iktidar paylaşılacak. Ama ne yazık ki durum hálá çok kritik.

Çünkü, barış sürecinin iki etkili unsuru olan Protestan ve Katoliklerin ikisi de şiddeti araç olarak kullanmış olan hareketler.

Siyasi yelpazenin şiddet ve baskı zoruyla daraltılması, barışın alternatif yollarını da tıkıyor. Çözüm süreci uzadıkça uzuyor.

İrlanda örneği, kendi derslerini böyle taşıyor, yarın da ETA örneğine değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Irak’ta son kozlar

12 Ocak 2007
ABD Başkanı George Bush’un yeni Irak stratejisi, Irak’ın toprak bütünlüğü esasına dayanıyor ama şimdilik. Irak savaşının hata olduğu, ABD’nin yanlış strateji ve taktiklerinin Irak’ı kaosa sürüklediği gerçeğini bir kenara koyun.

Bu karmaşanın yarattığı boşluğun tüm bölgeyi tehdit eden radikal İslamcı terör örgütleri tarafından doldurulduğunu hiç akıldan çıkartmayın.

Ama şunu kabul edin ki, Irak bu durumuyla kendi haline terk edilirse bölünme kaçınılmaz olacaktır.

Irak’ın bölünmesinin sonuçlarının ne kadar sarsıcı olacağını Amerikan Yönetimi biliyor. James Baker-Lee Hamilton’un liderliğindeki Irak Çalışma Grubu’nun raporunda bu nokta açıklıkla dile geliyor ve tüm strateji Irak’ın bütünlüğü üzerine kuruluyordu.

Bush’un açıklamasında bana göre bu raporun kuvvetli etkisi var.

Hatta öneriler kelime kelime hayata geçiriliyor. İran ve Suriye dahil.

EMBEDDED AMERİKALILAR

Baker-Hamilton raporunda, Irak’taki kaosun temelinde Bağdat’a hakim olma savaşının yattığı belirtiliyordu. Bağdat’a hakim olmak, Irak’a ve kaynaklarına hakim olmak demektir. O nedenle, raporda da Irak’ta istikrarın ancak Bağdat’ın güvenliğinin merkezi hükümet tarafından sağlanmasıyla mümkün olacağı hatırlatılıyordu.

ABD Başkanı Bush, önceki gün yaptığı açıklamada "Irak’ta başarı sağlamanın öncelikli adımı güvenliğin, özellikle de Bağdat’ta güvenliğin sağlanmasıdır" dedi.

Yeni strateji Bağdat’ın güvenliğini sağlama stratejisidir. Diğerlerinden farkı, Amerikan askerlerinin aynı Baker planında da tavsiye edildiği gibi, Irak güvenlik güçlerini kuvvetlendirmesine yönelik olması.

Bush, askerlerin Irak güvenlik güçlerine "embedded" (iliştirilmiş) olacağını açıklıyor.

Girişimin başarısı ise, merkezi hükümetin özellikle de Şiiler’in ellerini taşın altına koymasından geçiyor.

TÜRKİYE’YE DİKKATLİ MESAJ

"Türkiye ve Irak hükümetlerine sınır sorunlarının çözümünde yardımcı olacağız"
diyor ABD Başkanı açıklamasında.

Ama bu cümlenin hangi bağlamda söylendiği daha önemli. Bush, "Irak’ın güvenliği ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının korunmasına yönelik atılacak adımları" sayarken konuya değiniyor.

Irak sınırındaki sorunların, Amerikan çıkarlarını tehdit edici sonuçlara yol açabileceğinin farkında Washington.

Ancak bu noktada da bir denge sağlamak zorunda.

Başbakan Erdoğan’ın Kerkük ile ilgili son çıkışlarına Halilzad’dan jet hızıyla gelen açıklamalar ve "Irak’taki başarımızda Kürtlerin katkısını göz ardı edemeyiz" sözleri başka nasıl yorumlanabilir?

Bush’un yeni stratejisinde, Irak’ın toprak bütünlüğü ve Kerkük’te referandumun ertelenmesi önerisini taşıyan Baker-Hamilton raporunun etkisi önemli. En azından Washington’da Irak’ın bölünmesini savunan çevrelerin ağırlığı hissedilmiyor henüz. Ama yeni stratejinin, Irak’ın bütünlüğü konusundaki son kozlar olduğunu da görmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku