Ferai Tınç

Ucuz kahramanlıklar unutulan kadınlar

21 Aralık 2008
BUSH’a ayakkabı fırlatmanın gazetecilik olmadığını söyledim diye, Hasan Tahsin’i anımsamamı isteyen mesajlar geldi. Toplumun önüne izlenecek örnekler koyan kahramanlık öykülerinin öneminin de, bunun belli bir ihtiyaç olduğunun da farkındayım.

Ama kahramanlık çıtalarımızın her geçen gün aşağıya çekildiğini, ucuzladığını da irkilerek görüyorum.

Hrant Dink’in öldürülmesine karar veren kötülük çevrelerinin tetikçisinin beyaz beresinin bile kahramanlık sembolü haline dönüştürüldüğü bir cehalet çukuruna itilen toplumda, insanların düşüncelerinin altında etnik köken araştıran anlayışın yükseldiği günlerden geçiyoruz.

Etnik köken, bir değerlendirme kıstası olarak karşımıza çıkartılıyor.

Saf Türk olmanız yüksek bir değer.

Değilseniz bir zaaf.

***

ETNİK
kökeni bu denli hayatın merkezine çekip, gerçeği onun prizmasından aramaya kalkarsanız, değil halkın çıkarlarını tehdit eden riskleri, burnunuzun ucunu bile göremezsiniz. (Canan Arıtman’ı çok ayıpladım)

Tartışılan özür dilekçesine, etnik aidiyetim adına özür dilemeyi anlamlı bulmadığım ve süren bir tartışmaya (soykırım mı değil mi) kendi doğrusu temelinde (büyük felaket) nokta koymak isteyen bir yaklaşımı öne çıkardığı için katılmadım.

Bir halkı, toptancı bir anlayışla herhangi bir şey ilan ederek, "insan"ı kendi seçimi olmayan ya da olan herhangi bir grup aidiyetinin içine mahkum eden anlayışı yanlış bulduğum için, tartışmanın "Türkler soykırımcı, Ermeniler de Türkleri kesti" seviyesinde sürmesinden de rahatsızım.

Kürtleri terörle, Ermeniler ve Rumları ihanetle, Türkleri soykırım toptancılığıyla niteleyen her yaklaşım, savunma direncini güçlendiriyor, insanları sağırlaştırıyor, sorunların çözümünü zorlaştırıyor, barış umudunu karartıyor.

Bu topraklarda çekilen acılar çok ağır; sadece Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt kökeni yüzünden mi Anadolu insanları acılar çekti? Türk kökeni nedeniyle de insanlar cehennemle yüz yüze geldi buralarda, iç savaşların ateşinde kavruldu.

Evet bu acıları paylaşmak insani bir borç. Ben herkesle ağlıyorum. Bu yüzden arkadaşım, kökeni yüzünden öldürüldüğünde, "Hepimiz Ermeniyiz" çığlığı yüreğimden yükseldi. Özür girişiminin de, Ermeni kökenli insanların vicdanına ulaştığını düşünüyorum. Birçok insanın, bu bildiriye insani bir paylaşım kaygısıyla imza attığını da biliyorum.

Ama tepkileri de anlıyorum. En sert ve ırkçı olanları bile. Bir iftira ile karşı karşıya gelme duygusu ile sinirleniyorlar.

Yine de çok geç kalmış bu tartışma, başlaması gereken yerde, kendi aramızda başlıyor, tabuları sarsıyor. Olması gereken bu değil miydi? Kendini anlatabilmek için karşındakini anlamak zorunda olduğunu da öğretiyor.

***

YEREL
seçimin ufukta göründüğü bu günlerde hiç tartışılmayan bir konuyu KADER gündeme taşıdı. Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KADER, genel seçimler öncesinde gerçekleştirdiği bıyıklı kampanyadan sonra şimdi de yerel seçimlerde konuya dikkat çekmek için bir kampanya başlattı. Parlamentoda bulunan üç partinin lideri Erdoğan, Baykal ve Bahçeli’yi, bir dostluk iklimi içinde, halka söz verirken gösteren bir hayali, billboardlara taşıyorlar. Üç lider halka, yerel seçimlerde yüzde elli kadın temsilci sözü veriyor. Çünkü rakamlar utanç verici. 81 ilin sadece birinde kadın belediye başkanı var. Meclislerde de farklı değil. Bunun nedeni belli. Yerelde rant daha fazla.

Umarım bu kampanyanın hayali gerçek olur ve Türkiye, kadın sesinin duyulmadığı yerel yönetim utancından kurtulur.
Yazının Devamını Oku

Irak’ta hesapta olmayan aksilikler

19 Aralık 2008
ABD Başkanı Bush’a fırlatılan ayakkabı, keşke bir gazetecininki olmasaydı. Ne kadar kızgın olursak olalım, gazeteci olarak bir toplantıya katılma ayrıcalığını elde ediyorsak eğer, onun kuralına göre de davranmak zorundayız.

Sorularla, karşıdaki kişinin iç yüzünü, niyetini ortaya çıkartabilmek ayakkabı fırlatmaktan çok daha zor. Ama bunun için gazeteciler var.

Kaldı ki, şiddet de çözüm değil. Şiddet; çözüm, uzlaşma, yeni ve temiz bir sayfa açma arayışlarının önünü tıkayan bir yöntem.

Ama artık o ayakkabı bir sembol oldu. Sadece Bush’un değil, 90’ların başından beri ABD’nin gücünü abartan, savaş da savaş diye tutturan, Amerika’nın yanında olunmazsa çok kötü durumlara düşünüleceği propagandalarını yayan, güce tapan, şiddete göz yuman üstelik de bütün olanlar karşısında bir gün bile özeleştiri yapmamışları hedef alan bir sembol.

Şimdi yine aynı zihniyetle Kürt sorununun çözümünü dışarıya, Irak üzerinden Washington’a havale hesaplarını tekrarlayanlar var.

Talabani ve Barzani ile PKK’ya karşı önlem planlarının hayali labirentlerinde senaryolar üretiliyor.

Bu mümkün mü?

Bu soruya yanıt verebilmek için Irak’ın ve Kürt yönetiminin, PKK ve Türkiye’deki Kürtler konusunu kendi siyasal gündemlerine taşıyabilecek durumda olup olmadıklarını öngörebilmek gerekmez mi?

Kürt sorunu bizim sorunumuz ve biz çözeriz. Bunun net biçimde kavrandığından emin değilim.

Irak’ta, Bush’a atılan aykkabı, çok sembolik olarak bir dönemin kapandığını gösteriyor. Daha doğrusu bir başka döneme adım atıyor Irak.

Irak yeniden yapılanma dönemini nasıl geçirecek?

Önümüzdeki dönemde bölgenin risk analizi yapılırken, en önemli yanıtı bu sorunun cevabı oluşturacak.

***

DÜN
Bağdat’ta Maliki Hükümeti’ne yönelik bir darbe planının ortaya çıkartıldığını duyduk. İçişleri Bakanlığına bağlı 33 kişi tutuklandı. Darbecilerin Baas Partisi’nin eski üyeleri oldukları, Saddam yanlısı El Awda’yı iktidara getirmek için darbe girişimine hazırlandıkları söylendi.

İçişleri Bakanlığı, Irak’ın en sorunlu bakanlıklarının başında geliyor. Bir ara Şiilerin hakimiyetindeki bu bakanlığın Sunnilere yönelik katliama varan şiddet uyguladıkları biliniyor. İçişleri Bakanı Cevad Al-Bulani, zaman içinde bir denge sağladı.

1960 doğumlu olan Şii Bakan’ın, geleceğe dönük siyasi hırsları olduğu konuşuluyor. Bu tutuklamalarla ilgili olarak, yurt dışında olduğu için henüz bir açıklama yapmadı.

Gelen haberler, Ocak sonunda yapılacak olan yerel seçimler öncesi Irak’ta siyasi çekişmelerin yoğunlaşacağının ilk göstergeleri.

***

YEREL
seçimler, Kerkük, Erbil, Süleymaniye hariç ülkenin diğer bütün bölgelerinde yapılacak. Bu seçimlerin önemi, vali, polis şeflerinive güvenlik birimlerinin üst düzey sorumlularını seçecek olan yerel yönetim konseylerinin belirlenecek olması.

Bu seçimlerin çok ciddi bir iktidar kapışmasına yol açacağı şimdiden anlaşılıyor.

Seçimlerden bir ay önce darbe planlarının ortalığa dökülmesi, içişleri bakanlığının karışması iktidar mücadelesinin boyutunu gösteriyor.

Bulani’yi biz de tanıyoruz. 28 Eylül’de Beşir Atalay ile birlikte imzaladıkları anlaşma sayesinde. O anlaşmada iki ülke PKK’ya karşı ortak mücadele yürütme kararı almıştı.

Ama şimdi, içinden bir darbe örgütlenmesi çıkan bir bakanlıktan fazla bir şey beklenebilir mi?

Zaten, herkes kendi sorununu çözsün. Komşu olarak da birbirine yardım etsin.

Somut koşullar da bunu gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku

Kritik dönemece girerken

15 Aralık 2008
2009 Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz açısından kritik bir dönemeç. Müzakerelerin başlama kararının alındığı Avrupa Birliği Zirvesi sonuç belgesinde, Türkiye’nin Kıbrıs’a deniz ve hava limanlarını açma konusundaki taahhüdü ile ilgili tayin edici değerlendirme yapılacak. 2006’da kabul edilen belgede çok net bir ifade yok. Her tarafa çekilmeye müsait bir formül bulunmuş.

Ama eğer Türkiye karşıtları ağır basarsa, bu ifade Avrupa Birliği sürecini sonlandırmak için yeterli.

Müzakerelerin tekrar başlaması ise çok zor. Bütün üyelerin oy birliğini gerektiren bir süreci sil baştan göze alması gerekecek iki tarafın da.

Bu ihtimal gerçekleşmese bile 2009 yine de zor bir yıl. Çünkü eğer fasıllar üzerindeki ipotekler kalkmazsa açılacak yeni bir fasıl kalmıyor. Bu zaten sürünen müzakere sürecinin canlılığını tamamen yitirmesi demek.

Nerede olduğumuza bakınca ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor. 2005’ten bu yana 33 faslın sadece 8’i açıldı. Avrupa Birliği 2006’da Kıbrıs nedeniyle sekiz faslı dondurdu ve diğer bütün fasılların kapanmasını limanların açılmasına bağladı. 2007 Haziran ayında Fransa, beş faslın açılmasını engelledi. Bu yıl Kıbrıs’ın resmi olmayan itirazları yüzünden altı fasıl daha açılamadı. Açılan fasıllarla ilgili olarak Avrupa Birliği de işini tam olarak yapmıyor bazı fasıllarla ilgili tarama raporları Avrupa Konseyi’nde hálá çalışma grupları seviyesinde savsaklatılıyor.

Görüldüğü gibi ilişkiler pamuk ipliğine bağlanmış durumda.

İlişkileri tıkayan somut sorun Kıbrıs. Avrupa, Kıbrıs için Türkiye’yi gözden çıkartabilir mi?

Kıbrıs Rumları ve Yunanistan, Avrupa Birliği defterini kapatmış bir Türkiye ile baş etmenin çok daha zor olacağını bir kenara bırakıp, bu kozu kötüye kullanmakta ısrara devam edebilirler mi?

Bu soruların tek bir yanıtı yok. Baz durumlarda siyasi irade, koşullar ve konjonktürün devreye soktuğu beklenmedik dinamikler tarafından da etkilenebiliyor. Göz göre göre yanlış kararlar verilebiliyor, hatalar yapılabiliyor.

***

ULUSLARARASI
Kriz Grubu (International Crises Group) tarafından bugün açıklanan rapor bu konuya dikkat çekiyor. 2009’da Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin "Tamam mı devam mı" noktasına geleceği hatırlatılıyor raporda.

"Türkiye’deki iç sorunlar ulusal reform sürecini yavaşlattı, yeni anayasa çalışmalarını engelledi ve katılım müzakeresini sürdürecek siyasi iradeyi zayıflattı" diyor rapor. " Liderler, Mart’taki yerel seçimlere kadar bu durumu değiştirme konusunda net bir tutum sergilemiyorlar. Avrupa Birliği ülkeleri reform sürecini canlandırmaya yönelik fazla bir çaba göstermiyorlar-az baskı yapıyorlar. Her iki taraf ta birbirlerinden ne kadar çok şey kazanacaklarını hatırlamalı ve müzakere süreci taraflardan biri ya da diğerinin kararıyla kopmadan önce bu geriye gidişi durdurmak için birçok cephede harekete geçmeliler."

***

AVRUPA
ile kritik bir dönemece yaklaşırken AKP’nin hálá durumun ciddiyetini kavramış bir strateji benimsemediği apaçık görülüyor. En başından beri AKP hükümeti, Avrupa üyesi ülkeler ile kendi ilişkilerini iyi tutmak uğruna mücadeleci bir tavır almaktan kaçındı. Hak aramadı. İç siyasi öncelikler yüzünden de müzakere sürecini hareketlendirecek, hak aramayı kolaylaştıracak reform adımları atmadı. Ulusal Program bile, Kasım’da açıklanacağı sözü verilmesine rağmen rafa kalktı.

Ama Kıbrıs’ta cici çocuk, Brüksel kulislerinde Kemalist direniş mağduru rolüyle durumu daha fazla idare edecek alan da kalmadı.
Yazının Devamını Oku

Avrupa güvenlik belgesinde Türkiye

14 Aralık 2008
BRÜKSEL’deki zirve sonuçlarını incelerken, Avrupa Güvenlik Stratejisi belgesine de göz attım. Hem Komisyon, hem Avrupa Parlamentosu’ndan verilen mesajlarda Türkiye’nin reform sürecini yavaşlattığı öne çıkıyor, bizden verilen yanıtlarda da "zaten Avrupa bizi almayacak" yaklaşımı ağırlık kazanıyordu.

Güvenlik belgesi, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini sadece hazırlık sürecine bakarak yorumlamanın eksik kalacağını bir kez daha ortaya koyuyor.

Avrupa Birliği üyesi ülkeler, geleceğin güvenli inşasında Türkiye’nin öneminin farkındalar.

Müzakere süreci belli dönemlerde yavaşlayıp belli dönemlerde hızlansa bile devam edecek. Önemli olan bu sürece uyum sağlayacak ve onu yönlendirecek siyasi iradeye sahip olmak. Mücadelede ustalık gösterebilmek.

AKP Hükümeti, müzakere sürecini siyasetten kopartıp sadece teknik ile sınırlı steril bir temele oturttu. Reformların yapılamazlığını da "muhalefet"e ihale edince, reform süreci başlarken durakladı.

2008’in Avrupa yılı ilan edilmesi bile, hükümetin isteksizliğini yenemedi.

TÜRKİYE’NİN ADININ GEÇTİĞİ YERLER

Avrupa, 2003 yılında kabul ettiği güvenlik stratejisini yeniden değerlendirirken üç ayrı yerde Türkiye’den de söz ediyor.

Avrupa’yı tehdit eden küresel riskleri sıralarken en başta kitlesel imha silahlarını en başa oturtuyor. Bu tehdidin son beş yıl içinde azalmadığını arttığını vurguluyor. "İran nükleer programı, bölgenin istikrarı açısından anlamlı bir biçimde ilerledi" deniyor.

İran’ın Avrupa güvenliği açısından altının çizilmesi, bu konuda Washington ile Brüksel’in önümüzdeki dönemde birlikte hareket edeceklerinin ipuçlarını taşıyor.

İkinci sırada terör ve örgütlü suç, üçüncü sırada da siber suçlar geliyor.

Bunların hemen ardından enerji güvenliği konusunu görüyoruz.

Türkiye’nin adı ilk kez bu bölümde geçiyor.

2030’da Avrupa’nın petrol ve doğal gaz ihtiyacının yüzde 75’inin dışarıdan sağlanacağı vurgulandıktan sonra tek bir kaynağa bağlı kalınamayacağı belirtiliyor. "Türkiye ve Ukrayna’dan geçecek enerji yollar politikamız olmalı" deniyor.

İklim değişikliği de Avrupa’nın güvenlik riskleri arasında sayıldıktan sonra belge, "Avrupa’da istikrarın İnşası" başlığı altında güvenlik açısından yapılması gerekenleri sıralıyor.

Türkiye’nin adı ikinci kez bu bölümde yani Avrupa’nın istikrarı çerçevesinde geçiyor.

"Genişleme, kıtamızda istikrar, barış ve reformun itici gücü olmaya devam ediyor" deniyor.

Bu cümlenin hemen altında ise Türkiye’nin genişleme sürecindeki durumuna atıf var.

"Türkiye ile müzakereler 2005’te başladı ve o zamandan bu yana bazı fasıllar açıldı."

Türkiye gibi Balkanlar’a açılım da Avrupa genişlemesi içinde ele alınıyor. Avrupa istikrar ve barışı için birlik sınırlarının Türkiye’ye genişlemenin altı çizilmiş oluyor.

Türkiye’nin adı, 12 sayfalık metinde üçüncü kez, "Değişen Dünyada Avrupa" başlığı altında geçiyor.

Bu başlıkta, Avrupa’nın kendi içinde, komşuları arasında ve dünyada değişen güvenlik ihtiyaçlarına nasıl yanıt vermesi gerektiği incelenirken, Güney Kafkasya, Moldova ve Filistin İsrail sorunları Avrupa güvenliğini etkileyen konular olarak ele alınıyor. "Her yerde olduğu gibi burada da ABD ile tam ittifak kilit önemdedir. Her durumda bütün bölgesel oyuncular kalıcı çözüm için bir araya getirilmelidir" saptaması yapılıyor. Ve Türkiye’nin bölgede giderek artan önemde rol oynadığına dikkat çekiliyor, bölgesel aktör olarak söz ediliyor. Türkiye ile çalışmanın, medeniyetler arası ittifak da dahil özel fırsatlar yaratabileceği belirtiliyor.

KARAR BİZİM

AVRUPA
üyesi ülkeler Türkiye ile ilgili kararlarını henüz netleştirmemiş olsalar da, dün olduğu gibi yarın da Avrupa, geleceğini Türkiye’yi hesaba katmadan tasarlayamaz. Türkiye açısından da farklı değil. Her iki tarafın da anlayamadığı, bu geleceğin çok yönlü, çok ısrarlı mücadele süreçlerinden geçecek olması.
Yazının Devamını Oku

Gençler umutsuz kalınca

12 Aralık 2008
NELER oluyor? Yunanistan’da bir gencin polis kurşunu ile ölmesi üzerine yükselen dalganın ardında ne var? Evet, Yunan halkının demokratik tepkileri güçlüdür. Haksızlığa gelemez. Sesini hemen yükseltir, tepkisini sokaklarda ortaya koyar.

Ama bu kez farklı.

"Yunanistan’da, ilk kez çocuklar anne babalarından daha yoksul bir gelecek gerçeği ile karşı karşıyalar. Bugüne kadar bütün nesiller bir öncekinden daha iyi bir gelecek hayal edebiliyorlardı. Bizim çocuklarımızın böyle bir hayali kalmadı artık" dedi, dün konuştuğum Yunanlı arkadaşlarımdan feminist bir sendikacı.

Karamanlis Hükümeti, ikinci kez iktidara geldikten sonra da verdiği sözleri yerine getiremedi. Zaten sorunlu olan ekonomik ortam küresel krizle birlikte daha da bozuldu. Gençleri arasında işsizlik çok yüksek. Genel oran yüzde dokuzun üzerinde. Üniversite mezunu gençler arasından kendi branşında iş bulabilenlerin sayısı çok az. Günü birlik işlerle geçinmeye çalışıyorlar. 700 Euro nesli deniyormuş bu gençlere. Orta yaşlara gelmeden düzenlerini kuran anne babaları gibi yapamıyorlar. Hálá onların evinde oturuyor, çocukluk yataklarında yatıyorlar.

"Gelecek umudu hiç yok bu çocukların" diyor bir siyasetçi arkadaşım. "Yunanistan depresyonda. Atina’yı görsen anlarsın. Dükkanlar kapalı, çoğu yağmalandı. Yüzlerce insan işini kaybetti, bu krizde kendilerini toparlamaları imkansız. Noel alışverişi de olmayacak."

SKANDALLAR SİYASETE VE KİLİSEYE GÜVENİ SARSTI

Olaylar nedeniyle İçişleri Bakanı istifa ediyor ama Başbakan onun istifasını kabul etmiyor. Günlerdir süren olaylarda tek istifa eden kişi Atina Üniversitesi Rektörü. "Hatalıyım" diyerek istifa ediyor. Anlatılanlardan gördüğüm kadarıyla gençler, birilerinin özür dilemesini istiyor.

Yunanistan son yıllarda siyasi skandallarla çalkalanıyor. Yolsuzluklar patır patır ortaya dökülüyor. Ama kimse kılını kıpırdatmıyor. Bir gazeteci arkadaşım, "Geçen yıl günlerce ormanlar yandı, kimse beceriksizliğin, aksamaların sorumluluğunu üstlenmedi. Bunun üzerine gidecek yerde, işin içinde Türkiye parmağı olduğunu ima eden komplo teorileri pompalayarak günü kurtarmaya çalıştılar" diyor.

Siyasete ve siyasetçiye güvenin sıfıra indiği bir durumda, gençlerin tutunacakları bütün dallar ellerinde kalıyor. Son yıllarda Yunan Kilisesi de skandallardan başını kaldıramıyor.

Halkın elindeki arazileri, "Burası Osmanlı zamanında kiliseye vakfedilmişti" gerekçesi ile almaya kalkıştıkları, bu arazilerin, aracıları üzerinden işleyen yolsuzluk zincirini besleyerek büyük paralara alınıp satılması ve bu süreçle ilgili ortaya çıkan skandallar yüzünden gençler Kilise’ye de güvenmiyor.

SİYASETTEN İNTİKAM ALIYORLAR

15 yaşındaki bir gencin ölümü bardağı taşıran son damla.

Bu gösteriler Yunanistan’da askeri cuntayı sallayan gençlik gösterilerinden de çok farklı.

Sokaklara çıkanların yaşları 12’ye kadar düşüyor. Cep telefonları ve internet üzerinden haberleşme gösterilerin yayılmasını hızlandırıyor.

Şimdi erken seçimlerden söz ediliyor. Ama ne iktidar ne muhalefetin seçimle meseleyi çözme önerisi gençlerin öfkesini yatıştırmaya yetiyor.

Bunun nedenini sorduğumda, "Siyasetçilere kimse güvenmiyor. Devlete kimse güvenmiyor" yanıtını alıyorum.

Siyasetin alternatifsiz kalması büyük tehlike. Yunanistan bunu yaşıyor. Gençler siyasetten intikam alıyor.

Gençlik hareketinde bu kez, daha öncekilerden farklı olan bir unsur var, o da yağmalamacı şiddet. Faşist cuntayı sarsan gençlik hareketleri içinde yer almış olan Yunanlı arkadaşlarım, "yağmacı şiddetten ilericilik çıkmaz" diyor, gelişmeleri endişeyle izliyorlar.

Olaylar, Yunanistan ile sınırlı kalmayacak büyük olasılıkla. Küresel krizin altında gerçekten kalanların ilk çığlıkları bunlar...
Yazının Devamını Oku

Çarşafa değil, eşitlik için ne yapıldığına bakmak

8 Aralık 2008
CHP’nin çarşaf ile ilgili açılımı konusunda hiç yazmadım. Çok konuşuldu. genelde erkekler bunu siyasetin bir parçası olarak değerlendirmek gerektiği üzerinde durdular. Oyunun kuralı ne gerektiriyorsa onu oynamak gerekirdi. Kadınlar ise çok yadırgadılar. AKP’li ya da CHP’liler de vardı aralarında, benim karşılaşıp konuştuğum çoğu kadın dudak büktü. İçine sindiremedi.

CHP için yıllardan beri emek veren birçok kadının sabırlı ve sessiz çalışmaları karşılığında böyle bir "şerefe mahzar olma" durumu ile hiç karşılaşmadıklarını hatırlayıp bir iç geçiriyor olsam da, bu tartışmaya girmemeye karar verdim. Daha doğrusu bu sıkıştığı çerçeve içinde tartışmak istemiyorum. .

Benim açımdan mesele, kim daha çok çarşaflıyı, türbanlıyı, sarışını, esmeri seviyor meselesi değil.

Esas olan kimin kadını ailenin dişi kuşu, kutsalı, fedakar annesi, başarılı erkeğin arkasındaki mümtaz kadını filan gibi konumlarla avutup avutmadığı.

Benim için esas olan kimin topluma gerçek kadın eşitliği vaat edip etmediği.

*

GEÇEN hafta İstanbul’da önemli bir toplantı vardı ve önemli bir rapor açıklandı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın Türkiye masası ile Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı TİKA’nın düzelediği toplantının konusu Kadın ve Demokratik Yönetişim idi.

Toplantıda açıklanan rapor ise Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu’nun Dünya Kadınlarının durumu ile ilgili ilerleme raporuydu. "Dünya Kadınlarının İlerlemesi 2008-2009: Kadınlara kim cevap verecek."

Eşitlik, cinsiyetler arasındaki eşitlik sadece kadınları ilgilendiren bir konu değil. Mesela, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2008 Haziran ayında kabul ettiği kararda, kadına yönelik şiddet hem bir ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendirildi hem de dünya güvenliğine yönelik bir tehdit olarak kabul edildi. Kadınların güvenliğinin sağlanması herkesin güvenliğini ilgilendirmekteydi ve bunu sağlamak devletlerin sorumluluğundaydı.

Pekiyi bu sorumluluk yerine geliyor mu? Rapordaki veriler bugünkü durumun ne kadar geride kaldığını ortaya koyuyor. Örneğin, kadınların siyasette temsilinin kabul edilebilir oranı olarak görülen 60’a karşı 40’lara ulaşabilmesi için gelişmekte olan ülkelerin 2045 yılına kadar bekleyecekleri ön görülüyor.

*

HÜKÜMETLERİN
ya da iktidara aday olan partilerin eşitlik konusundaki sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerini anlamak için bazı basit sorular soruluyor raporda.

Mesela,. Kadınlar şiddet korkusu olmayan bir yaşama sahipler mi? Yaptıkları işlerden kar elde edebiliyorlar mı? Kadın olarak, anne olarak., köy ya da kentte yaşayan kadınlar olarak ihtiyaçları olan bütün hizmetlere ulaşabiliyorlar mı? Hayatlarını nasıl yaşayacakları konusunda kendileri özgürce karar verebiliyor, evleneceği kişiyi seçebiliyor, kaç çocuk sahibi olmak istediğine, nerede yaşayacağına, hangi işi yapacağına karar verebiliyor mu?

Bu sorular, gerçeği ortaya koyan turnusol kağıdı.

Raporda yer alan ifadesi ile, " Cinsiyetçi ön yargılardan arınmış sistemler, devletlerin kadınların fiziki ve ekonomik güvenliğini, temel hizmetlere ulaşımlarını ve onların haklarını koruyan hukuk düzenini sağlama garantisi veren sorumluluk sistemleridir."

İşte ben; her yönetim iddiasını değerlendirirken, bu sorulara yanıt arıyorum.

Yönetmek iddiasındakilerin önce bu sorulara cevap hazırlayıp halkın karşısına çıkmaları gerektiğini düşünüyorum.

İlericilik-gericilik, barış-savaş, çatışma-çözüm, güvenlik-istikrarsızlık, yoksulluk ya da refahın işaretleri, sembolleşen her hangi bir örtüde değil, gerçek eşitliğin samimi garantisinde.

Bayramınız kutlu olsun, mutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Avrupa solunun ’önce insan’ atılımı ve CHP

5 Aralık 2008
ÖNCE İnsan. <br><br>Avrupa Birliği’nin sosyal demokrat ve sosyalist partileri önümüzdeki Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Parlamentoda en büyük grubu oluşturmak için harekete geçtiler. Avrupa Sosyalistlerinin Partisi PES, Madrid’de 1 Aralık’taki toplantılarında "Önce insan: Avrupa için yeni bir yön" başlıklı bir manifesto benimsediler.

Avrupa’da Sosyalist partiler, uzun yıllardan beri ilk kez yükselişe geçiyor.

Geleneksel sol partilerin yanı sıra, daha genç yeni sosyalist partiler de siyaset sahnesine çıkıyor birer ikişer.

Üstelik, Avrupa solunun benimsediği genel liberal yaklaşımların aksine devletleştirmeleri yeniden gündeme taşıyarak, kamu sektörünün daha fazla liberalleştirilmesine karşı çıkarak, refahın radikal biçimde yeniden dağılımının düzenlenmesini savunarak geliyor, sosyal devletten söz ediyor ve savaşa karşı çıkıyorlar. Hatta birçok Avrupa ülkesinde radikal sol partiler varlık göstermeye başlıyor.

Solun en fazla yükseldiği Avrupa ülkesi, Almanya.

Bir buçuk yıl önce kurulan Die Linke (Sol) adlı parti Doğu Almanya’da Hıristiyan Demokratların karşısındaki ana muhalefet partisi durumunda.

Hollanda Sosyalist Partisi de geçen yıl yerel seçimlerde beklenmedik iyi sonuçlar aldı.

Yunanistan’da radikal sol koalisyon SYRİZA geçen yıl parlamentoya girdi. Kamuoyu yoklamalarında sosyalist PASOK’u zaman zaman geçiyor.

İspanya ve Norveç’te, koalisyon ortağı olsa da, sosyalist partiler iktidarda. .

ABD Başkanı Bush’un yenilgisi, neo liberal siyaset ve ekonomi politikaların yenilgisiyle özdeşleştiğinden sol, bir alternatif haline geliyor.

MUHAFAZAKáRLARIN HESAP SAATİ YAKLAŞIYOR

AVRUPA
Sosyalistlerinin Partisi PES’in , 60 maddelik manifestosunun öncelikleri arasında 2020’ye kadar 10 milyon kişiye yeni iş sahası yaratmak amacıyla Avrupa için çevre dostu kalkınma stratejisi oluşturmak, yeni ekonomik regülasyonları devreye sokmak gibi ekonomik önlemlerin yanı sıra kadın erkek eşitliği hedefleri, daha fazla demokrasi vurgusu da de var.

Sosyalist partilerinin ve çok sayıda sivil toplum örgütünün katılımı ile oluşturulan hedeflerle ilgili olarak PES Başkanı Danimarka’nın eski Başbakanı Poul Nyrup Rasmussen, son dört yıldır muhafazakarların Avrupa’da çoğunluğa sahip olduklarını ama çalışan insanları tamamen unuttuklarını söylüyor.

"Bizim manifestomuz, muhaliflerimizle Avrupa Sosyalistleri arasındaki farkı ortaya koyuyor" diyor"Biz, bütün Avrupa ülkelerinin ekonomik ve iklim krizini Avrupa halklarının çıkarına uygun bir biçimde çözmek için birlikte çalıştıkları ilerici bir Avrupa istiyoruz. Muhafazakarların Avrupa’sı ise geleceğimizi piyasanın eline bırakan Avrupa’dır"

İsveç muhalefet lideri Mona Sahlin ise Avrupa solunun yeni sloganlarını şöyle özetliyor:

"Otomobili seviyoruz ama petrolü değil, enerjiyi seviyoruz ama yenilenebilir olanını, değişimi seviyoruz ama önce insan diyenini."

AVRUPA SOLUNDA CHP’NİN DE YERİ OLMALI

MADRİD
’deki toplantı ile bilgi veren bir arkadaşım, toplantıda CHP’nin de temsilcisinin bulunduğunu ve Avrupalı Sosyalistlerden ilgi gördüğünü söyledi. Sosyalistler genelde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine yeşil ışık yakıyorlar. CHP, gündemini ve söylemini Avrupa solu ile birleştirebilir ve Türkiye’nin ilerici Avrupa’da yerini alması için çaba harcayabilirse so günlerde izlemekte olduğumuz "açılım" girişimleri gerçek bir değişimin başlangıcı olabilir.

Bundan parti, ama en fazla da Türkiye yarar sağlar.
Yazının Devamını Oku

Çetin Özek neden unutulmamalı

1 Aralık 2008
İSTANBUL Hukuk Fakültesi, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli merkezlerinden biridir. Cuma günü orada, bu sürecin önemli isimlerinden Profesör Çetin Özek’in anısına düzenlenen bir konferansa katıldım.

Yarattığı değerleri ilgisizliğe mahkum edip, yeniden aynı yolları yürümek için durmadan debelenen bir toplum olmasaydık eğer, o toplantının en azından basının dikkatini çekmesi gerekirdi.

Çetin Özek Türkiye’de basın özgürlüğüne yeni bir yaklaşım getirmiş, haber verme hakkının aynı zamanda halkın haber alma hakkı ve onun yerine getirilmesini de gazetecinin görevi olarak yorumlamıştı.

Hürriyet Gazetesi’nin bir dönem yönetiminde de bulunan Prof. Özek, Dış Haberler Müdürü’müz Ayşe Özek Karasu’nun da babası. Ayşe, babasının kitaplığını onun çalışmalarını yürüttüğü üniversiteye, Ceza Hukuku ve Kriminoloji Araştırma Merkezi Müdürlüğü’ne hediye etti. Özek, yaşamında da yaptığı gibi genç hukukçulara kaynaklarını sunmaya devam edecek.

Hukuk Fakültesi Mezunlar Derneği’nin düzenlediği toplantı benim için bir şölendi. Herkesle paylaşmak istediğim bir şölen.

***

ALANLARINDA
deneyimli hukukçular, büyük hocalar basın özgürlüğünü her yönüyle konuştular. Prof. Köksal Bayraktar, Türkiye’de basın hukukunun 60’lı yıllarda Prof. Sulhi Dönmezer’in kitabıyla başladığını, haber vermenin bir hak olduğunu, basının habere serbestçe ulaşma, değerlendirme ve yorumlama hakkının bulunduğu fikrinin ortaya konularak benimsendiğini anlattı. Özek ise yeni bir kavram sunmuştu Türk hukukuna, Hoca bunu şu sözlerle açıkladı: "Prof. Çetin Özek’in sahneye çıkmasıyla bilgilenme hakkı kavramı Türk hukukuna girmiştir, bu bir devrimdir. Özek, bilgilenme kavramını ortaya koymakla piramidi tersine çevirdi, insanı ön plana aldı."

Prof. Füsun Sokullu Akıncı’nın başkanlığını yaptığı oturumda Prof. Dr. İlhan Özay günışığında yönetim ve basın özgürlüğünü anlattı. Günışığında yönetimi demokratik hukuk devletinin vardığı son aşama olarak tarif eden Özay’a göre, bunun bilgi edinme hakkı ile tamamlanması gerekiyor. Bu hak medya ve bireye tanınmazsa halk, bilgiyi elinde bulunduran idare karşısında güçsüz kalır. Demokrasiden söz edilemez.

Prof. Semih Gemalmaz, ulusal üstü belgelerde İnsan Hakları ve Basın Özgürlüğü’nü ele aldığı konuşmasında, özgürlüklerin ihlali durumunda sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi değil, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi gibi Türkiye’nin altında imzası olan başka uluslararası mekanizmaların da devreye sokulabileceğini hatırlattı.

Prof. Fatih Mahmutoğlu cevap ve düzeltme hakkının, mutlaka bireysel ilgi alanında olması gerektiğini geneli kapsayamayacağını vurguladı. Doç. Dr. Serap Keskin Kiziroğlu, Basın Özgürlüğü ve açıklık ilkesinden söz etti, Özek’in en genç asistanı olan Y.Doç. Barış Erman ise Özel Hayatın Ceza Hukuku yoluyla korunması ve basın özgürlüğünü irdeledi.

Avukat Fikret İlkiz ile Prof. Adem Sözüer’in dikkat çektikleri konu ise alarm zillerinin çaldığını gösteriyordu.

Yayın durdurma kararları. Bu kararın hiçbir hukuki gerekçesi yoktu. Çünkü yayın durdurma diye bir yasa yoktu ve bu karar tamamen keyfiydi.

Prof. Sözüer, "Ben ilk yayın durdurma kararı çıktığında basının ve konuyla igili hukukçuların birlikte ayağa kalkacağımızı sanmıştım, kimseden ses çıkmadı" diyordu.

***

EKONOMİK krizin şimdiden öngörülemeyen sonuçlarının faturası önümüzdeki dönemde haklar ve özgürlüklere çıkacak gibi görünüyor. Sadece Türkiye’de değil dünyada da demokrasinin geleceği parlak değil, burada öne çıkacak en temel konulardan birisi de basın özgürlüğü olacak.

Türkiye’de gazeteler kapatılıyor, haberlere yayın yasakları geliyor, gazeteciler Milliyet muhabirlerinin başına geldiği gibi keyfi bir biçimde toplantılara alınmıyorlar. Avrupa’da da hızlı bir geriye gidiş var. Fransa’da Liberation Gazetesi’nin eski genel yayın yönetmeni ve üst düzey yöneticisi olan Vittorio De Filippis, bir hakaret davası nedeniyle Cuma sabahı evini basan polisler tarafından elleri arkadan bağlı bir halde gözaltına alındı. Poliste iki kez çırıl çıplak soyularak üstü arandı ve gözaltına alındı. Sıradan bir hakaret davası nedeniyle bir yayın yönetmeninin karşılaştığı bu durum demokrasinin beşiğinde, Fransa’da yaşandı.

Hakları genişletmek bir yana savunmak için gözlerimizi dört açmamız gereken bir zamanda Çetin Özek’i ve bize hatırlattığı hakları unutamayız, gazeteciler kadar okuyucular olarak da.
Yazının Devamını Oku