13 Ağustos 2010
RAMAZAN denince aklımıza ilk gelenlerden biri de Karagöz’dü. “Hoş geldin Karagözüm”, “Hoş bulduk kel kafa kara üzüm” tadındaydı Karagöz-Hacivat konuşmaları.
Nerede eski Ramazanlar nostaljisine takılmaya gerek yok. Çünkü bu Ramazan’da referandum tartışmaları sayesinde, Karagöz-Hacivat konuşmaları eskileri aratmayacak lezzette.
Recep Bey-Kemal Efendi üslubuyla süren bir kampanya, konu Anayasa gibi hayati bir mesele olmasaydı yine de eğelendirici olabilirdi. Ama mesele o kadar basit değil.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu gibi Başbakan Erdoğan da Anayasa değişiklik paketinin içeriğini anlatmak, tartışmak yerine, meydanlarda birbirlerine laf yetiştiriyorlar.
Halk anayasadan bir şey anlamaz diye düşünüyorlar her halde.
Kampanya sürecine hakim olan popülist üslubun özünde de zaten bu halka tepeden bakmak yatıyor.
CHP’nin taktiği ne kadar tutar emin değilim.
Ama bu üslubun kampanyayı yönlendirdiği kesin.
Kemal Efendi konuşuyor, Recep Bey yanıt yetiştiriyor.
İnisiyatif CHP’ye geçmiş görünüyor ama bu oyunun sonunda halkın duyacağı son sözler her zamanki gibi “Yıktık perdeyi eyledik viran” olacak.
ANAYASA Paketi’nin 26 maddesi ile ilgili tartışmalar bir türlü öze inmiyor.
Mesela memurların toplu sözleşme hakkı. Ne kadar iyi diyorsunuz ama incelediğinizde yok böyle bir şey. İş güvenliği yasalarının tanıdığı haklar memurları yine kucaklamıyor. Evet toplu sözleşme yapılıyor ama uzlaşmazlık durumunda devreye uzlaşma kurulu giriyor ve karar veriyor. Onun kararlarına mahkeme yolu ise kapalı.
Kadınlarla ilgili pozitif ayrımcılıktan söz ediliyor ama kadının adı yok, üstelik garantisi de yok.
12 Eylül ile hesaplaşma da havai bir tavır. Çünkü bu yolun açılması kararlı bir ön çalışma ve uzlaşmaya bağlı. Ve emin olun, 12 Eylül ile ilgili bugüne kadar hiçbir hesabın sorulmamasının nedeni Anayasa engeli değil.
İşkencelerin bile, günümüze kadar kesin ve kararlı biçimde engellenemediği bu ülkede, insan hakları ve demokrasi kültürünün gelişmesinin önündeki tek engel olarak Anayasa’yı koymak, bunun etrafında popülizm yapmak, sanki referanduma “evet” denirse 12 Eylül’den hesap sorulacakmış izlenimi yaratmak sorunu örtbas etmek olur. Hacivat-Karagöz üslubu içinde bu ayrıntıların ciddi biçimde tartışılmasına yer yok.
Demek ihtiyaç da yok.
12 Eylül Anayasası’nda ilk kez değişiklik yapılmıyor. Sadece AKP Hükümeti on kez müdahalede bulundu. Ama nedense, bu sefer sanki ilk kez darbe anayasasına sivil bir el uzatılıyor havası veriliyor.
Ben en fazla, yeni bir Anayasa için hükümeti daha fazla zorlamak yerine onun suyuna dümen kıran aydınların “adanmışlıklarına” şaşırıyorum.
Tartışmaya taraf tutmadan başlanamaz mıydı?
Bu Karagöz-Hacivat konuşmaları arasında halkın referandumda neden “evet”, neden “hayır” diyeceği konusunda karar vermesi mümkün değil.
Halk zaten anlamaz önemli olan damga diyorsanız, işte o bir itiraf.
Anayasa’yı ister değiştirin ister değiştirmeyin sonuç değişmez.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2010
SAKİNE Aştiyani, evlilik dışı ilişki iddiasıyla büyük oğlunun gözleri önünde yediği 99 kırbaçtan sonra şimdi de taşlanarak ölüm cezasıyla karşı karşıya.
Aştiyani dün İngiliz The Guardian Gazetesi’ne kaldığı cezaevinden yaptığı açıklamada, kadın olduğu için öldürüleceğini söylüyordu. Kocasının katiline ölüm cezası verilmezken kendisinin idam cezasına çarptırılmasının başka türlü bir izahı olamazdı. 43 yaşındaki İranlı kadın için uluslararası kampanya devam ediyor. Tahran Yönetimi bu hafta, 18 yaşındaki bir delikanlıyı da eşcinsel olduğu için idama mahkûm etti. Bu cezaların uygulanması için kanıt gerekmemesi bir yana, büyük bir gizlilik içinde yapılması da insan hakları ihlalinin İran’daki boyutlarını göstermeye yeter.İran’da daha çok sayıda kadının, evlilik dışı ilişki iddiasıyla asılmayı beklediği söyleniyor. Ama bu sayı, kararlar gizli tutulduğu için açıklanmıyor.Eşcinsellik de ölüm cezası ile “düzeltilmesi gereken büyük bir suç”. İran kendi kadınlarına, en ağır cezalara layık cadılar gibi davranırken, kadını şeytanlaştırarak onun etrafında büyük bir baskı atmosferi de yaratmayı ihmal etmiyor. Bu kararlara karşı çıkanlar şeytana hizmet eden münafıklar olarak gösteriliyor.Aştiyani’nin ailesi de büyük baskı altında. 22 yaşındaki oğlu Sacit, annesinin 99 kez kırbaçlanmasına tanık olduğu gibi, uluslararası örgütlere haber verdiği için de gözaltında tutuluyor. Cep telefonu ile konuşması yasaklanıyor. Aştiyani’nin avukatı, Muhammed Mustafai, onu savunacağını açıklar açıklamaz öyle ağır baskılarla karşı karşıya kaldı ki Türkiye’ye kaçarak canını kurtardı. Eşi ve ailesi geride, ağır baskı görüyorlar.LULA GİBİ OLMAKBREZİLYA Devlet Başkanı Luiz İnacio Lula de Silva, İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’a mektup yazdı ve “Sakine Aştiyani’yi Brezilya’ya gönderin” dedi. Ona iltica hakkı tanımaya hazır olduğunu söyledi. Tabii bu çağrı İran tarafından reddedildi. İran’ın Nobel ödüllü İnsan Hakları savunucusu Şirin Ebadi, Aştiyani ile ilgili kaleme aldığı makalede, “Evet yabancı bir lider, bir ülkedeki yargılama sürecini doğrudan etkileyemez. Ama onun Ahmedinejad’a yaptığı çağrı, İslam Cumhuriyeti’nin insan hakları karnesinin nükleer diplomasiden tamamen ayrı tutulamayacağını da gösteriyor” diyor. KADINI SAVUNMAK ZOR MUBU diplomatik sürecin üçüncü ayağı olan Türkiye’den ise ses çıkmıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da Lula de Silva gibi yapacağı çağrı, belki de 43 yaşındaki bir kadının önümüzdeki günlerde sessizce öldürülmesini engelleyebilir. Brezilya’nın reddedilmesi, Lula de Silva’nın girişiminin boşa çıktığı anlamına gelmiyor. Uluslararası baskı arttıkça İran geri adım atmak durumunda kalıyor. Ne kadar geri adım bilmiyorum ama “recm” cezası, idama çevrildi. Bir kıpırdama oluyor. Aştiyani’nin avukatı Muhammed Mustafai’yi gözaltına aldıktan sonra serbest bırakmak, İran’a iade etmemek büyük bir yardım değil. Bu davanın gerçek mağduru Sakine Hanım’ı görmezden gelmek, insan hakları ihlaline göz yummaktan başka bir şey değil. Yoksa Sakine Aştiyani’ye bu kadar mesafeli duruşun ardında, bir kadının evlilik dışı ilişki kurduğu iddiasına hemen inanma eğilimi ve bu yüzden de onu en ağır cezaya müstahak gören bir zihniyetin refleksi mi var? Dost acı söyler. İnsan hakları ihlallerinin İran’a zarar verdiğini söylemek ve onlara karşı çıkmak Türkiye’nin hem “komşuluk” hem de “kardeşlik” borcudur.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2010
AMERİKA bu ay sonunda Irak’tan 15 ile 18 bin arasında asker çekecek. Bu öyle sıradan bir iş değil.
Uzmanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük operasyon diyorlar.
Her büyük savaştan sonra, işin en kritik kısmı o ülkeden çekilme dönemidir. Binlerce insan, bilgisayarlar, silahlar, 41 bin araç vesaire Irak’ı terk edecek.
En büyük yük Kuveyt’te ama ABD’nin bu süreçte Ürdün ve Türkiye’ye de ihtiyacı var.
Bu süreç, sanıldığından daha karmaşık. Eş zamanlı kararlar gerekiyor. Irak’tan kalkan bir uçağın ya da bir kamyonun Türkiye’ye girişinde sorun çıkmaması, koordinasyonun tam olması gerekiyor.
İncirlik üssü bu yükün hemen tümünü taşıyacak.
Silahlı Kuvvetleri’ne genelkurmay başkanı atayamayan bir ülke ile bu süreci sorunsuz atlatmak kolay olmayabilir.
Türkiye’nin hükümet ile asker arasında krize neden olan çekişmesi, Washington’un planlarını etkileme riski taşımasaydı, ABD Başkanı Barack Obama’nın telefonu, önceki akşam, bütün ülkenin heyecanla sonuç beklediği Erdoğan-Başbuğ buluşmasına bu kadar mı denk gelirdi? Obama, birkaç saat bekleyemez miydi?
ABD Başkanı’nın telefonu ne zaman olursa olsun haber değeri taşır, hele böyle bir ortamda bu telefon, o gün Başbakan’ın Putin’e geçmiş olsun telefonu ile harmanlanarak verilse bile dikkat çeker. Bunu telefon saatini belirleyenler de bilirler.
Bunun, sürecin dikkatle izlendiği mesajını taşıyacağını da.
* * *
BUGÜN yaşanan kriz, sadece sivil otoritenin asker üzerinde hakimiyet mücadelesi değil.
Türkiye demokrasisini askeri vesayetten kurtarmanın yolu, iktidar partisinin “ben varsam demokrasi var, ben gidersem mahvolursunuz” yaklaşımı ile mümkün değil.
Demokrasi, kurumları ve kuralları ile var olabilir.
Silahlı Kuvvetler’e yönelik eleştirilerde tek geçerli kıstas AKP karşıtı olup olmamak mı, yoksa demokratikleşmeye direnip direnmemek mi?
Balyoz Davası ile ilgili tutuklama kararları kadar, onların kaldırılması da buram buram “müdahale”, “etkileme” kokarken, kimse demokrasinin tarafı olduğunu iddia edemez.
Kimse, bu yalana katılmadığı için karşısındakini darbeci marbeci diye suçlayamaz.
Askeri şura toplanmadan aylar önce atamaların ne yönde olacağı hiç mi bilinmiyordu? Kimin genelkurmay başkanlığına geleceği, kimin Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nı devr alacağı bir sır değildi.
Sorunu, bilek güreşine dönüştürmeden, demokratik kanallardan aşmak çok mu zordu?
Bu ülkede hükümet ile Silahlı Kuvvetler arasında diyalog kanalları bu kadar mı kapalı? Bu ürkütücü değil mi?
* * *
SİVİL-asker dengesini demokratik bir çerçeve içine oturtmanın yolu sadece kitlesel tutuklamalar, aşağılama ve kavga mı?
Yasaları değiştirerek ve onları uygulama kararlılığıyla (gölge savunma bakanlarıyla değil) bu denge sağlanır.
Avrupa Birliği sürecinde çoktan Türkiye’nin yapması gereken yükümlülüklerdi bunlar. Bir eli siyasette olduğu için hatalar yapan ordunun bu zaafını, siyasi çıkar amaçlı mağduriyet taktiklerine alet etmenin “sivilleşme”ye ne faydası olabilir?
Bunun sonucu, demokrasinin daha da fazla aşınmasıdır.
Böyle bir Türkiye’nin ne kendisine, ne de bölgesine yararı olur.
ABD Başkanı da bunun farkında anlaşılan.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2010
BÖLGESEL rol oynayabilmenin en temel şartı içeriden güçlü olabilmektir. Türkiye bugün bu role hazır bir ülke gibi görünüyor mu?
Ortadoğu’da kritik gelişmelerin yaşandığı bu günlerde Türkiye içerde ciddi bir kriz ile boğuşuyor.
İçindeki bir terör örgütü mü, yoksa bir iktidar mücadelesi mi, kuyruk acısı mı ne olduğu pek de anlaşılamayan nedenlerden dolayı Türkiye ordusu ilk kez bu kadar uzun bir krizle karşı karşıya.
Ve biz bu krizi aşmaya çalışırken Ortadoğu’da kritik gelişmeler tırmanmayı sürdürüyor.
Amerikan askerleri bu ay sonunda Irak’tan çekilmeye hazırlanıyor ama geride ne bırakacak? Irak’ta aylardan beri bir hükümet bile kurulamıyor.
Eski Başbakan Maliki koltuğunu, yeni seçilen Allawi’ye bırakmak istemiyor.
Amerikalı yetkililer bir an önce hükümet kurulması için taraflara baskı yaparken, bölgeyi bilen diplomatlar, özellikle de Irak’a komşu ülkelerin müdahalelerinin bu süreci zorlaştırdığına dikkat çekiyorlar. İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’den söz ediyorlar.
İngiltere’de yayınlanan Şark el Avsat Gazetesi’nde önceki gün yer alan bir makalede, Maliki’nin de Saddam’ın yolunu izlediği, iktidarı devretmekten kaçındığı söylendi.
Hatta, Amerikan askerlerinin çekilmesinden sonra doğacak karmaşanın düzeltilmesinin tek yolu olduğu, ülkenin Iraklı bir Atatürk’e ihtiyaç duyduğu iddiası yer aldı.
Böyle bir şey objektif olarak mümkün olamayacağı için, istikrarsızlık sürecek.
Obama’nın, asker çekme takviminde ısrar etmesi, ABD’de de tartışmalara yol açıyor. Kasım’daki Kongre seçimleri nedeniyle Obama’nın geri adım atması mümkün değil. Çünkü iktidara gelmesinde en büyük etken Irak savaşına son vereceği vaadiydi.
IRAK ciddi risklerle karşı karşıya, Kerkük meselesi, onca zamandan beri çözülemedi. Hâlâ ciddi bir çatışma potansiyeli taşıyor.
Irak’ın istikrara kavuşamamış olması ülkenin bölünme ihtimalini daha ciddi bir biçimde gündeme taşıyacak. Belki de yine bu öneri masaya en iyi çözüm olarak taşınmayı bekliyor.
Bunun Irak ile sınırlı kalması beklenmemeli.
Ortadoğu’da, Irak savaşı ile başlayan sürecin Amerikan askerlerinin kısmi çekilmesi ile tamamlanmayacağı her geçen gün daha net görülüyor.
İran ile ilgili gelişmeler de bunu doğruluyor.
İRAN’ın önümüzdeki ay BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya’nın yanı sıra Avrupa Birliği ile diyaloga hazırlandığı haberleri gelirken dün ortaya yeni iddialar atıldı. Tahran’ın bu görüşmeler öncesi koşullar öne sürdüğü, bunun da süreci zora soktuğu söyleniyor. Takas önerisi ile ilgili olarak Tahran, önerinin Türkiye ve Brezilya ile imzalanan Ankara anlaşması çerçevesinde olmasında ve Türkiye ile Brezilya’nın masaya oturmasında ısrarcı iken, AB ve Washington’un yeni bir çerçeve için müzakereden yana oldukları açıklandı.
İran ile nükleer kriz, hiçbir yumuşama belirtisi göstermiyor. Hatta son zamanlarda savaş sözcükleri de dolaşmaya başladı. Bir grup eski CIA görevlisi, sivil ve askeri istihbarat elemanı Obama’ya bir mektup yazarak, bu ay içinde İsrail’in ansızın İran’a saldırmaya hazırlandığını ileri sürdüler. Washington’un bu sürece seyirci kalamayacağını da belirttiler.
Amerikan Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen’in, “İran’a saldırı planımız hazır” açıklamasına denk gelen bu iddia, yanı başımızdaki gelişmelerin ciddiyetiyle ilgili az da olsa fikir vermiyor mu?
Olaylara geniş açıdan baktığımızda, yaşadığımız çalkantının bu büyük resmin bir parçası olduğunu görmemek mümkün mü?
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2010
SURİYE ordu gazetesi dün sabah Devlet Başkanı Beşar Esad’ın, bütün gün uluslararası kulislerde tartışma yaratan açıklamasına yer verdi.
Suriye Ordusu’nun kuruluşunun 65. yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada Esad, “Bölgede gerçek barış umudu sönerken çatışma ve savaş riski artıyor” dedi. Bir süre önce aynı uyarı İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’dan da gelmişti. Lübnan Başbakanı Refik Hariri’ye karşı 2005 yılında girişilen suikastı araştıran uluslararası mahkemenin yakında kararını açıklayacağının duyulmasıyla Ortadoğu yeni bir gerilim ile karşı karşıya.
Kararda Hizbullah örgütünün bazı üyelerinin suçlanacağı haberlerinin ortaya çıkması Lübnan’da ipleri gerdi. Aslında bu söylenti ilk kez 2009 ayının Mayıs’ında Der Spiegel Dergisi’ndeki bir haberle duyulmuştu. Ama son günlerde, mahkeme kaynaklarının resmi açıklamadan kaçınmasına rağmen giderek gerçeklik kazanıyor.
LÜBNAN Hükümeti’nin ortağı olan Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 15, 22 ve 25 Temmuz günlerinde üst üste yaptığı açıklamalarda Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi mahkemeyi durdurmaya çağırdı, aksi halde Beyrut’ta 2008 yılında yaşanan kanlı saldırıları tekrar edecekleri tehdidinde bulundu. “Bizim mahkemeye gönderilecek değil bir, yarım üyemiz bile yok” diyen Nasrallah mahkemeyi siyasileşmekle ve İsrail’in dümen suyunda gitmekle suçluyor. Mahkeme ise bu tehditlere hemen yanıt verdi. İddianame hazır olur olmaz yayınlanacaktı ve Lübnan Hükümeti’de, gerekeni yapmakla sorumluydu.
Gerilimin tırmanması üzerine 30 Temmuz günü Suudi Arabistan Kralı, Katar Prensi ve Suriye Devlet Başkanı apar topar Lübnan’a gittiler. Suriye’nin çekilmesinden sonra ilk kez Lübnan’ı ziyaret eden Esad’ın , buradaki zirve sırasında “Özel Mahkeme’nin görevine son verilmesini” istediği, “soruşturma sürecinin Lübnan’ın istikrarı üzerinde ağır bir yük haline geldiğini” söylediği haberi yine Suriye gazetelerinde yer aldı. Ayrıca Esad’ın, Suriye’nin Hizbullah’ın yanında yer alacağını da açıkladığı kimliğini belirtmeyen kaynaklara dayandırılan haberlerle 31 Temmuz’da dünyaya duyuruldu.
GERİLİM tırmanırken Türkiye de devrede. Şam Yönetimi gibi Ankara da özel mahkemenin kararını ertelemesini, bu dönemde açıklamaktan kaçınmasını istiyor. Suudi Arabistan, Katar gibi İran’ın bölgedeki etkisinden rahatsız olan ülkeler bu talebe açık bir destek vermiş değiller. Lübnan’daki gerilimin, İsrail ile Filistin arasındaki doğrudan görüşmelerin gündeme geldiği günlere tesadüf etmesi de ilginç. Washington’un İsrail ile doğrudan görüşmelere başlaması için Filistin Lideri’ne çağrısından sonra Arap Birliği de geçen hafta bu çağrıyı destekleyen bir açıklama yaptı. Bu gelişme karşısında Hamas, cumartesi günü İsrail’e iki roketli saldırı gerçekleştirerek tavrını koydu. İsrail’in cevabı da gecikmedi.
Ortadoğu’daki süreçler her zaman olduğu gibi bugün de birbirinden bağımsız değil. Barış görüşmelerinin gündeme geldiği bir süreçte, Suriye Devlet Başkanı Esad’ın savaş kehanetlerini ciddiye almak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2010
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan dün, BDP’nin Dörtyol’a gitmek istemesine karşı, “Konvoyla Hatay’a girmeye çalışıyor. Sana mı kalmış. İşine bak” diyor. MHP ve CHP’yi olayları siyasi çıkarlarına alet etmekle, fırsatçılıkla suçluyor.
Oysa kendisi Hatay’da, meselenin özü Anayasa değişikliği paketiymiş gibi referandum konuşması yapıyor.
Esas mesele referandum mu?
Birileri Anayasa değişikliğini engellemek için mi olayları tırmandırıyor?
Terör, AKP’yi güçsüzleştirmek için mi azıyor?
Başbakan öyle düşünüyor.
“Türkiye için önemli bir kararın öncesinde birileri sokakları tahrik ediyor”muş.
Böyle bir teşhis, sorunun özünü görmezden gelmek demektir.
Ülkenin içinde bulunduğu duruma ciddi çözüm aramak yerine, bu yaklaşım da olayları siyasi amaçlar için kullanmaktır.
Başbakan muhalefeti suçluyor ama asıl kendisi her şeyi referanduma ilişkilendiriyor.
Dünkü konuşmada ben başbakandan Dörtyol’daki ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde ortaya çıkan benzer olaylara eğilmesini, alınan önlemleri açıklamasını beklerdim..
PKK ÖNCEDEN SÖYLEMİŞTİ
TERÖRÜN tırmanacağını PKK aylar önceden duyurmuştu. Bunların olacağını görmek için, istihbarat servislerinin raporlarına da gerek yok. Olan biteni izlemek yeterli.
Abdullah Öcalan’ın avukatları her görüşmeden sonra açıklamalar yapıyor. Bunların ne kadarı doğru ne kadarı ekleme belli değil. Ama onun adına yapılan açıklamaları ciddiye alan çok geniş bir kitle var. Bunlar, basın özgürlüğü sınırlarına çarptığı için medyada fazla yer bulmuyor. Oysa Kürtçe yayın organlarında her açıklama, her çağrı kitlelere ulaşıyor. Böyle bir şey yokmuş gibi yaparak, o yok olmuyor. O açıklamalar izlendiğinde yaz aylarında terörün tırmanacağının işaretleri geliyordu. Kosova örneği özerklik hedefi aylardan beri PKK’nın gündeminde.
Bunları yok farz edip, iki gün önce Yüksekova’da 11 mahallede özerklik ilan etme hayali kuran gençlerin girişimini de “referandum oyunu” olarak mı yorumlayacağız şimdi?
PKK eşittir Ergenekon denklemine dayalı propaganda ile Türkiye’nin en temel sorunlarından olan Kürt meselesini çözebilmek mümkün değil.
PKK ve Ergenekon AKP’yi devirmek için her şeyi göze alan iki örgüt denklemini kurunca her şeyi açıklamak basitleşse de gerçek giderek gözden uzaklaşıyor.
AKP, “kurban” rolüyle oy toplamayı başarılı bir taktik olarak görebilir ama bu yaklaşım, çözümsüzlüğü besleyerek Türkiye’yi güçten düşürür.
MESAJLAR AÇIK
ÖCALAN son mesajında, orada yedi-sekiz yıldır kendisine “dört kez bekleyin” dendiğini söylüyor. Ama her seferinde seçim var gerekçesi ile bir şeyler ertelenmiş. Artık beklemeyeceği mesajını veriyor. “Referandumdan sonra oyalamaya izin vermeyeceğim” diyor Kürtlerin kendi başlarının çaresine bakacağını söylüyor.
Kosova örneği özerkliğin bedelinin ne kadar ağır olduğunu anlamak için, yabancı güçlerin denetimi altındaki sözde bağımsız Kosova’da yaşanan acıları anımsamak yeter.
Böyle ağır bir bedel ödemeden de bu topraklar üzerinde herkesi mutlu edecek çözümler bulunabilir.
Bunun için atılacak ilk adım uzlaşma ikliminin yaratılması olursa, kabul görmeyen taleplerde ısrar edenler hızla marjinalleşecek ve halkın uzağına düşecekler.
Ama muhalefete, “orada senin işin ne?” diyerek bu ortam sağlanmaz. “Gelin hep birlikte gidelim, ortalığı yatıştıralım” demek ise çözüme de söyleyene de kazandırır.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2010
WASHINGTON’ un ardından Avrupa Birliği’nin de ekstra yaptırım kararları aldığı günlerde İran resmi haber ajansı İRNA, İran ve Türkiye enerji bakanlarının katılımıyla Ankara ile Tahran arasında doğal gaz dördüncü ek anlaşmasının imzalandığını açıkladı.
Geçen Perşembe günü imzalandığı ileri sürülen anlaşma haberi Enerji Bakanı Taner Yıldız tarafından yalanlandı.
Türkiye, İran’a yaptırım oylamasında hayır oyu kullanmıştı ama BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararlarına uyacağını da açıklamıştı.
Ama o kadar. ABD ve Avrupa Birliği’nin tek taraflı yaptırım kararlarına uyulmayacağını Dışişleri Bakanlığı defalarca vurgulamıştı.
Yine de Enerji Bakanı Yıldız’ın anlaşmanın özel sektör ile Tahran arasında imzalanmış olabileceğini söyleyerek İRNA’nın haberine hemen tepki vermesi, Ankara’nın, AB üyeliğine aday bir ülke olarak Avrupa ile ters düşmek istemediği şeklinde yorumlandı ki, ben de öyle düşündüm.
Hafta içinde, İran ile bir milyon euroluk doğalgaz boru hattı anlaşmasını imzalayanın Başbakan Erdoğan’a yakın bir iş adamı Sıtkı Ayan’ın sahibi olduğu Som Petrol’e bağlı Turang Transit Taşımacılık şirketi olduğu açıklandı. Her ne kadar boru hattı Türkiye sınırına kadar olsa bile bunun orada kalacağı düşünülemeyeceğinden, böyle bir anlaşmanın “özel sektör” ile sınırlı kaldığı söylenebilir, yaptırımların dışında olduğu iddia edilebilir tartışmalı. Hatta değil bile.
BURADA dikkati çekmek istediğim nokta, Türkiye’nin İran’a yaptırım politikasına sert biçimde kafa tutuyor olması değil. Yaptırımların Tahran’ı nükleer programından vazgeçirmeyeceğini artık herkes biliyor. İran, yaptırımlara alışık bir ülke. Bunların üstesinden nasıl geleceğini de çok iyi biliyor. Hele de konu enerji, petrol olunca. Dünyanın en zor bölgelerinde iş yapma deneyimine sahip olan uluslararası enerji şirketlerinin bu süreçte kullandıkları en etkili araçlardan biri de rüşvet.
Mesela Irak’ın kuzeyindeki İran sınırı üzerindeki Pencwin bölgesi, İran’a petrol kaçakçılığının kapısı haline gelmiş durumda. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin göz yumması ve Bağdat’taki bazı şahısların da yardımı ile Kürdistan bölgesinde üretilen petrol, merkezi hükümete resmen bildirilmeden yapının arkasından İran’a ulaşıyor. Yaptırımların delinmesi Tahran hükümetinin işine gelirken, Irak’ta hem kuzeyinde hem de Bağdat hükümetinde ciddi bir yolsuzluk mekanizmasının kurulduğu haberleri geliyor.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2010
ULUSLAR ARASI Adalet Divanı Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili kararı, emsal teşkil eder mi? Mesela Ermenistan’da Karabağ ile ilgili olarak bu karar ciddi biçimde inceleniyor. Bazı Kürt çevreleri Kosova’nın bağımsızlık ilanının uluslararası hukukun ihlali olmadığı yönünde karar veren Adalet Divanı’nın görüşünün emsal teşkil edeceği görüşündeler.
Bu karar KKTC için örnek teşkil edebilir mi?
Hem evet hem hayır.
Bir halkın bağımsızlık ilanı ve tanınması esas olarak siyasi bir karar. Uluslar arası Adalet Divanı, görüş açıkladı diye Kosova bugün herkes tarafından tanınacak diye bir şey yok.
Ama kararın gerekçeleri ve dayandığı mantık, Kosova’nın tek bir örnek olarak kalmayabileceğinin ipuçlarını da taşıyor.
DEVLET HALKIN ÜZERİNDE OLAMAZ
SIRBİSTAN’ın başvurusu üzerine Kosova’nın bağımsızlık kararının uluslararası hukuka uygun olup olmadığını tartışan Uluslararası Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi’nin Kosova ile ilgili 1999 tarihli 1244 sayılı kararından hareket ediyor.
Bu karar, Kosova’ya Sırbistan’ın baskılarına karşı çıkma ve kendisini yönetme hakkı tanıyan karar.
1244’ün dayandığı gerekçelerde, ülkelerin toprak bütünlüğünün önemi üzerinde duruluyor ama toprak bütünlüğünün o ülke vatandaşlarından bir kısmına karşı ağır baskı ve ayrımcılık uygulanması için gerekçe teşkil edemeyeceği ilkesi öne çıkıyor.
Bir devletin halk için var olduğu, halkın kendi kaderini tayin hakkına saygıyı da kucaklayan bir eşitlik ortamının yaratması durumunda onun toprak bütünlüğüne yönelik girişimlerin ulusla arası hukuka aykırı değerlendirilebileceğ vurgulanılyor. Ama halkın bir kısmına yönelik ağır baskılar uygulayan devlete karşı baş kaldırı hak olarak görülüyor.
1244 sayılı karar, Sırbistan Devlet Başkanı Miloşeviç’in, Kosova’nın sahip olduğu özerkliğe son verme kararından sonra gelişen kanlı olaylar nedeniyle Kosova’ya 1999’da ayrı bir yönetim kurma hakkı tanıyor, 2008 yılında ilan edilen bağımsızlık, bu kararın açtığı yol sayesinde gerçekleşiyor.
KIBRIS’A NEDEN ÖRNEK TEŞKİL ETMEZ
ULUSLAR ARASI Adalet Divanı kararında, bağımsızlık ilanı 1244 temelinde gerçekleştiğine göre uluslararası hukuku ihlal etmez sonucuna varıyor.
Kararın gerekçesinde Kıbrıs’a da atıf var.
1244’te Kosova’nın kalıcı statüsüne atıf bulunmadığı için gelecekle ilgili kararın Kosova’ya bırakıldığına dikkat çekiliyor ve Kıbrıs örneği veriliyor.
Güvenlik Konseyi’nin 29 Haziran 1999’ta Kıbrıs ile ilgili aldığı 1251 sayılı karara atıfta bulunuluyor.
Ve bu karar tekrarlanıyor: “Kıbrıs’ta çözümün bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü korunmuş, tek egemenlik, tek vatandaşlık ve tek uluslararası kimliğe sahip olma temelinde gerçekleşecektir.”
Güvenlik Konseyi kararlarının muğlak olduğu durumlarda bağımsızlık ilanının mümkün olabileceği belirtiliyor kararda. Kıbrıs’ta ise sonucun açıkça belirtildiğine dikkat çekiliyor.
Uluslararası Adalet Mahkemesinin kararı örnek olabilir mi? Hem evet hem hayır.
Evet, devletin baskısı karşısında ezilen, kıyama uğrayan halkların kendi kaderlerini tayin hakkına kapı araladığı için örnek olabilir.
Hayır, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi, statü tayini ile ilgili kararlarda siyasetin ağırlıklı rol oynaması nedeniyle de emsal teşkil etmez.
Zaten karar Kosovalıları sevindirdi ama Kosova sorununa çözüm getirmiyor.
Halkların uzlaşmasıyla varılan siyasi çözüm olmadan hangi mahkeme kararı b.arışçı çözümün yolunu açabilir?
DÜZELTME
Dünkü yazımda basında sansürün kaldırılmasının 102’inci yıldönümü yazacağıma 120’inci yıldönümü demişim. Hatamdan dolayı okuyucularımdan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku