Ferai Tınç

ABD ve seçim atmosferi

30 Ocak 2004
<B>WASHINGTON</B>'un bugünlerde attığı adımları okurken seçimler gerçeğini akıldan hiç çıkarmamak gerekiyor. Oğul Bush'a babasından miras kalan Cumhuriyetçilerin güçlü ismi Dick Cheney'in Avrupa seyahati de seçimlerle doğrudan ilintiliydi.

Demokratlar seçim kampanyalarında Cumhuriyetçileri, Irak savaşı sırasındaki tek taraflı politikalarıyla ülkeyi yalnızlığa götürmekle eleştiriyorlar. Bu yüzden son günlerdeki gelişmeleri Cumhuriyetçilerin, ittifaklarını yeniden sağlamlaştırma girişimleri çerçevesinde değerlendirmekte yarar var.

Başkan Bush'un Washington'da, önce Avrupa'daki en yakın müttefiki Polonya'nın, ertesi gün de Türkiye'nin liderlerini kabul etmesi ile Colin Powell'ın Gürcistan ve Rusya ziyaretlerini; aynı günlerde Dick Cheney'in önce Davos'ta, ardından da İtalya'da Avrupa'ya verdiği ‘‘dostluk mesajlarını’’ bu bağlamda değerlendiriyorum.

Böyle değerlendirince de, bu temaslarda, fazla ‘derin’lik aramaya gerek kalmıyor.

Örneğin Dick Cheney'in, ‘‘Bu seyahat çok yararlı olmuştur’’ derken ve ABD-Avrupa ilişkilerinin vazgeçilmez olduğunu vurgularken kullandığı güçlü ifade, temas ettiği isimlere bakıldığında havada kalıyordu. Cheney, Davos'ta kim varsa onlardan bazılarıyla -Polonya ve Pakistan gibi- görüşmüş ve İtalya'ya gitmişti. Chiraclar, Schröderler hatta Aznarlar bile yoktu programda.

Türkiye Başbakanı'nın bu kritik dönemde Washington'u ziyaretini de bu çerçevede değerlendirip abartmamak, aşırı beklentilere yol açmamakta yarar var.

Örneğin, ABD'nin Kıbrıs konusunda şimdiye kadar söylediğinin dışında ekstra bir şey söylemesini beklememek lazım.

Zaten, Washington Kıbrıs'ta işin içinde değil mi? ABD Temsilcisi Weston bu sürecin en aktif kişilerinden biri. Hatta, bu ‘‘girişkenlik’’ Denktaş tarafından görüşme isteğini geri çevirerek protesto bile edilmemiş miydi?

* *Ê*

BUSH Yönetimi, çıkar çatışmalarının şiddetlenmesi yüzünden Irak'ta kendi takvimini uygulayamama tehdidi ile karşı karşıya. İktidarın haziran ayında Irak halkına devri için gereken çalışmalar yapılamıyor.

Bir yıl önce bugünlerde, kimse gelmese de Irak'a tek başına gitmeye kararlı olduğunu, ittifak kavramına meydan okuyarak ortaya koyan Washington, bugün Irak'ta Birleşmiş Milletler'den yardım istiyor.

Savaşın meşru nedeni olarak ortaya konan kitle imha silahları ile ilgili kendilerinin atadığı David Key, beklenen yanıtı veremiyor. ‘‘Pentagon, yardımcı olarak verdiği askeri elemanları ayaklanmayı bastırmak için kullanma amacıyla benden alıyor, çalışmalarım aksıyor’’ gerekçesiyle istifa eden Key, ‘‘Kitle imha silahlarını bulamadığını’’ söylüyor.

Bütün bu gelişmeler Bush Yönetimi'nin daha fazla ve daha ciddi biçimde seçimlere odaklanmasına yol açıyor. Doğal değil mi?

Yoksa savaş öncesi, Saddam'ın kitle imha silahları yüzünden ABD için acil bir tehdit haline geldiğini savunanların başında yer almış olan Cheney, salı günü Avrupalı gazetecilere, ‘‘Evet kitle imha silahları konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyacımız var. Ama Saddam'ın tehlikeli olduğuna hálá inanıyorum. Yaptıklarımız doğruydu’’ der miydi? Konuşmasının büyük bir kısmını kendisinin ve Başkan Bush'un ‘‘haklılıklarını kanıtlamaya’’ ayırır mıydı?

* *Ê*

BAŞBAKAN'ın Washington'da karşılanışı, Mart tezkeresinin ardından ABD ile yaşanan kriz sırasında Türkiye'nin mahvolacağı kehanetinde bulunanların tahminlerini doğrulamıyor.

Ama bu buluşmayı, seçim ortamına girilmiş olmasını göz ardı ederek, büyük beklentilere yol açacak biçimde yorumlamak da ‘‘yine’’ gerçekleri yansıtmıyor.
Yazının Devamını Oku

ABD ve seçim atmosferi

30 Ocak 2004
WASHINGTON'un bugünlerde attığı adımları okurken seçimler gerçeğini akıldan hiç çıkarmamak gerekiyor.Oğul Bush'a babasından miras kalan Cumhuriyetçilerin güçlü ismi Dick Cheney'in Avrupa seyahati de seçimlerle doğrudan ilintiliydi.Demokratlar seçim kampanyalarında Cumhuriyetçileri, Irak savaşı sırasındaki tek taraflı politikalarıyla ülkeyi yalnızlığa götürmekle eleştiriyorlar. Bu yüzden son günlerdeki gelişmeleri Cumhuriyetçilerin, ittifaklarını yeniden sağlamlaştırma girişimleri çerçevesinde değerlendirmekte yarar var.Başkan Bush'un Washington'da, önce Avrupa'daki en yakın müttefiki Polonya'nın, ertesi gün de Türkiye'nin liderlerini kabul etmesi ile Colin Powell'ın Gürcistan ve Rusya ziyaretlerini; aynı günlerde Dick Cheney'in önce Davos'ta, ardından da İtalya'da Avrupa'ya verdiği ‘‘dostluk mesajlarını’’ bu bağlamda değerlendiriyorum.Böyle değerlendirince de, bu temaslarda, fazla ‘derin’lik aramaya gerek kalmıyor.Örneğin Dick Cheney'in, ‘‘Bu seyahat çok yararlı olmuştur’’ derken ve ABD-Avrupa ilişkilerinin vazgeçilmez olduğunu vurgularken kullandığı güçlü ifade, temas ettiği isimlere bakıldığında havada kalıyordu. Cheney, Davos'ta kim varsa onlardan bazılarıyla -Polonya ve Pakistan gibi- görüşmüş ve İtalya'ya gitmişti. Chiraclar, Schröderler hatta Aznarlar bile yoktu programda.Türkiye Başbakanı'nın bu kritik dönemde Washington'u ziyaretini de bu çerçevede değerlendirip abartmamak, aşırı beklentilere yol açmamakta yarar var.Örneğin, ABD'nin Kıbrıs konusunda şimdiye kadar söylediğinin dışında ekstra bir şey söylemesini beklememek lazım.Zaten, Washington Kıbrıs'ta işin içinde değil mi? ABD Temsilcisi Weston bu sürecin en aktif kişilerinden biri. Hatta, bu ‘‘girişkenlik’’ Denktaş tarafından görüşme isteğini geri çevirerek protesto bile edilmemiş miydi?* *Ê* BUSH Yönetimi, çıkar çatışmalarının şiddetlenmesi yüzünden Irak'ta kendi takvimini uygulayamama tehdidi ile karşı karşıya. İktidarın haziran ayında Irak halkına devri için gereken çalışmalar yapılamıyor.Bir yıl önce bugünlerde, kimse gelmese de Irak'a tek başına gitmeye kararlı olduğunu, ittifak kavramına meydan okuyarak ortaya koyan Washington, bugün Irak'ta Birleşmiş Milletler'den yardım istiyor.Savaşın meşru nedeni olarak ortaya konan kitle imha silahları ile ilgili kendilerinin atadığı David Key, beklenen yanıtı veremiyor. ‘‘Pentagon, yardımcı olarak verdiği askeri elemanları ayaklanmayı bastırmak için kullanma amacıyla benden alıyor, çalışmalarım aksıyor’’ gerekçesiyle istifa eden Key, ‘‘Kitle imha silahlarını bulamadığını’’ söylüyor.Bütün bu gelişmeler Bush Yönetimi'nin daha fazla ve daha ciddi biçimde seçimlere odaklanmasına yol açıyor. Doğal değil mi?Yoksa savaş öncesi, Saddam'ın kitle imha silahları yüzünden ABD için acil bir tehdit haline geldiğini savunanların başında yer almış olan Cheney, salı günü Avrupalı gazetecilere, ‘‘Evet kitle imha silahları konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyacımız var. Ama Saddam'ın tehlikeli olduğuna hálá inanıyorum. Yaptıklarımız doğruydu’’ der miydi? Konuşmasının büyük bir kısmını kendisinin ve Başkan Bush'un ‘‘haklılıklarını kanıtlamaya’’ ayırır mıydı?* *Ê* BAŞBAKAN'ın Washington'da karşılanışı, Mart tezkeresinin ardından ABD ile yaşanan kriz sırasında Türkiye'nin mahvolacağı kehanetinde bulunanların tahminlerini doğrulamıyor.Ama bu buluşmayı, seçim ortamına girilmiş olmasını göz ardı ederek, büyük beklentilere yol açacak biçimde yorumlamak da ‘‘yine’’ gerçekleri yansıtmıyor.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta arabuluculuk ve Powell'ın mektubu

26 Ocak 2004
GEÇEN hafta ortasında Ankara'ya ani bir ziyarette bulunan Başkan <B>Bush</B>'un Kıbrıs Özel Temsilcisi <B>Thomas Weston</B>, Dışişleri Bakanı <B>Abdullah Gül</B>'e, ABD Dışişleri Bakanı <B>Colin Powell</B>'dan bir de mektup getiriyor. Mektubun konusu Kıbrıs. Türkiye'yi Annan Planı temelinde görüşmelere geri dönmesi için cesaretlendiren mektupta Ankara'nın bir süredir Washington'a çeşitli kanallarla gönderdiği mesajlara bir de yanıt var.

Bu mesajın ne olduğu, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile yaptığı görüşmede kamuoyuna yansıyor.

Ankara, ‘‘eşitlik güvencesi’’ istiyor. Öyle ya, Kıbrıs'ın AB üyeliğinin kesinleşmesi ile birlikte dengeler tamamen değişmiş durumda. Rumları zorlayan fazla bir şey yok.

İşte bu yüzden Türk ve Rumlar arasında bozulan eşitliği masada sağlayacak bir dinamiğin devreye girmesinin, müzakereleri rahatlatacağı mesajları veriliyor Washington'a.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta dile getirdiği, ‘‘iki tarafın da güveneceği arabulucu’’ isteği bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

1 Mayıs'a kadar çözüm sağlanacaksa, taraflara sözünü geçirecek bir arabulucunun etkili olacağı hesaplanıyor.

Eğer takvim sıkıştırmasaydı, müzakere süreci için zaman olacaktı. Ama şimdi zaman yok. ‘‘Zor kararların bu kısa sürede alınması için, iki taraf üzerinde de etkili bir desteğe gerek var’’ diyor bir Dışişleri yetkilisi.

Bu, BM Genel Sekreteri Kofi Annan adına, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki görüşmeleri sürdüren De Soto'nun görevden alınarak, yerine yeni bir BM temsilcisinin atanması anlamına gelmiyor.

Annan'ın da işini kolaylaştıracak bir ‘‘dış teşvik unsuru’’ kast ediliyor.

* * *

DÜN Davos'tan gelen haberlerde de yer aldığı gibi, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Ankara'nın aklındaki isimlerden biri. Bu kendisine de iletiliyor. Teklif olarak değil tabii, bir niyet olarak. Çünkü Erdoğan'ın da altını çizdiği gibi, ‘‘iki taraf’’ın da kabulü gerekiyor arabulucuyu.

İşte Powell'ın gönderdiği mektupta bu mesaja yanıt var.

Powell, ‘‘eğer istenirse sürece yardımda bulunacağı’’nın işaretini veriyor.

Powell, ‘‘Ben arabulucu olurum’’ demiyor. Çünkü Rumlar'dan da böyle bir teklif gelmesi gerekli. Ve ne Kıbrıslı Rumların, ne de Atina'nın böyle bir isteği var. Hatta böyle bir girişim istenmiyor. Ve Washington seçim dönemine girdiği için Yunan lobisinin etkisi de dikkate alınması gereken bir unsur.

Ama mektup, Türkiye'nin kaygılarının Washington'da dikkate alındığını, ve ‘‘adaletin sağlanması talebi’’ne hak verildiğini gösteriyor.

* * *

HER ne kadar, MGK toplantısından çıkan tavsiye kararında, Annan Planı ‘‘zemininde’’ denmedi, ‘‘referans’’ sözcüğü kullanıldı dense de, Ankara Annan Planı temelinde görüşmelere döneceğini belirtmiş durumda. Rum basınında yer alan ‘‘Türkiye'nin yeni plan hazırladığı’’ iddiaları doğru değil. İki kesimlilik, iki toplumluluk konusundaki güvencelerde tabii ki ısrarla duruluyor.

Yine de görüşmelerin başlaması için zorluklar devam ediyor. Çünkü BM Genel Sekreteri Kofi Annan, ‘‘Bu planı müzakere edin, anlaştığınız kadar anlaşırsınız, anlaşamadığınız bölümleri ben doldururum siz de referanduma gidin’’ diyor. Bu siyasi bir risk. Rumlar yanaşmıyor. Erdoğan ise, ‘‘mutabakat sağlanırsa referanduma gideriz’’ diyor.

Bütün açıklamalara rağmen ortada henüz somut bir şey yok. Şimdilik Ankara, ‘‘çözüm istediğine’’ uluslararası platformu inandırmaya çalışıyor. Bunun ölçüsünü samimiyet belirleyecek. Rum tarafı ise anlaşmadan önce AB'ye kapak atmak istiyor.
Yazının Devamını Oku

Zirvede dönüm noktası

25 Ocak 2004
<B>MİLLİ</B> Güvenlik Kurulu'nun Kıbrıs ile ilgili kararı çok önemli bir gelişmeyi ortaya koyuyor. Türkiye zihinsel tıkanıklıklarını aşıyor.

Evet, geçen yıl aralıktaki Kopenhag Zirvesi'nden bu yana değişen pek bir şey olmamasına rağmen, o zaman kesinlikle reddedilen Annan Planı'na, bugün MGK kararlarında referansta bulunuluyor.

Bu bir ilk. Geçen ay yapılan toplantıda bile ‘‘BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonuna destek’’le yetinilmişti.

Kıbrıs'ta çözüm konusu bugüne kadar asker ile sivil yönetim arasında hep bir kırılma noktası olarak algılanmıştı.

Daha birkaç gün önce bile statükonun savunucuları yine bu çelişkiye sarılarak, ‘‘asker çözüm istemiyor’’ referansı ile görüşlerini dayatmaktaydılar.

Şimdi ne yapacaklar bilemiyorum.

Bu bakış açısı dışarının Türkiye'ye bakışında da var.

* * *

DÜNKÜ Guardian Gazetesi, Türkiye'nin Kıbrıs'ta Annan Planı çerçevesinde çözüm için hazır olduğunu haber verirken, ‘‘Türk asker çevrelerinde meydana gelen yumuşamanın ardında Pentagon'dan aldıkları güvence var’’ diyordu.

Birleşik Kıbrıs'ın, askeri açıdan bir fedakarlık anlamına gelmeyeceği konusunda Pentagon yetkilileri, generallere güvence vermişler.

MGK kararını böyle bir güvenceye bağlamanın doğru olduğunu sanmıyorum. Annan Planı temelinde çözüm için Avrupalılar kadar, Amerikalılar da lobi yaptılar ve yapıyorlar. Bu çerçevede askerlere de böyle bir mesaj gitmiş olabilir. Ama askerlerin karar vermek için mutlaka Amerikalılardan güvence mi beklemeleri lazım?

Türkiye ile ilgili siyasi tahlillerde ille de askerin iradesini ön plana çıkartmak, modası geçmiş bir alışkanlığın önyargıya ve hatta beklentiye dönüşmesinden kaynaklanıyor.

Otuz yılda üç darbe yaşayan bir ülkede, hálá siyasileri en hırçın politikacı üslubuyla alenen eleştiren generallerin bulunması bu çevreleri besliyor, ama Türkiye'de artık taşlar yerine oturuyor.

Kurumlar arasında, hatta kurumların içindeki farklı görüşler müzakerelerle ortak bir noktada buluşabiliyor.

İşte Kıbrıs kararı, bunu kanıtladığı için de, tarihi bir karar.

* * *

BM Genel Sekreteri Kofi Annan, çarşamba günü Brüksel'de AB Komisyon Başkanı Romano Prodi ile Kıbrıs konusunu görüşecek. Çünkü, Annan'ın planı Avrupa Birliği'nin de desteğini gerektiriyor. Varılacak olan anlaşmada özel koşulların kalıcı olabilmesi için Avrupa Komisyonu'nun garantisi şart.

Kıbrıs'ın AB üyeliğinden bir yıl sonra, bu düzenlemeler Avrupa hukukuna uymuyor gerekçesi ile yapılacak değişiklikler dengeleri bozabilir.

Ayrıca, Annan Planı Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği ile doğrudan ilintili bir plan. Eğer Avrupa bu yıl müzakerelerin başlaması konusunda Türkiye'ye, ciddi ve ikna edici bir açılımda bulunmaz ise, imzalar atılmış bile olsa, planın hayata geçmesi olanaksızlaşır.

Annan'ın ziyaretini yakından izlemekte yarar var. Önümüzdeki adımları görebilmek için.

ÇANAKKALE'DEN MESAJ

Kötü hava koşullarında İstanbul'da neler yaşandığı dünkü gazetelerde ayrıntılarıyla yer aldı. Oysa sadece İstanbul değil, Türkiye'nin birçok bölgesi hazırlıksız yakalandı. Dün Çanakkale ve Bozcaada'dan endişe veren haberler aldım. Çanakkale ve çevresinde hayat tamamen felç. Yollar kapalı, elektrik verilemiyor. Birçok bölgede fırınlar çalışmıyor, gıda sıkıntısı baş göstermiş durumda. Telefonla ulaştığım arkadaşlarımdan biri, ‘‘Türkiye'nin en batısı böyleyse, doğusu ne alemdedir kim bilir?’’ diyordu. Kim bilir?
Yazının Devamını Oku

Müşerref'ten AB sürecine destek

23 Ocak 2004
<B>SURİYE</B>'den sonra, Türkiye'nin AB yolculuğuna bir destek de Pakistan'dan geldi.‘‘Türkiye'nin AB üyeliği bizim çıkarımızadır’’ diyen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın ardından Türkiye'yi ziyaret eden Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref de, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin kendileri açısından yararlı olduğunu söyledi.

Müşerref, ‘‘Avrupa Birliği hedefi İslam dünyası karşısında Türkiye'ye önemli bir sorumluluk da yüklüyor. Türkiye, Avrupa Birliği'ne üye olduğunda İslam dünyası ile Batı arasında çok, çok önemli köprü olacaktır’’ dedi.

Müşerref'in sözleri, Türkiye'nin Avrupa'ya alternatif ittifak arayışına girebileceği iddialarına karşın, ittifakların birbirinin alternatifi olamayacağı gerçeğini bir kez daha ortaya koyduğu gibi, Türkiye'nin Avrupa sürecinin Ortadoğu ve Asya'daki müttefikler tarafından da dikkatle izlendiğinin göstergesi.

Pakistan Devlet Başkanı, Türkiye ziyaretinin son günü, İstanbul'da, bir grup gazeteciyle sohbeti sırasında 11 Eylül'den sonraki gelişmeler dikkate alındığında, İslam dünyasına da görevler düştüğünü söyledi.

Terörizmin arkasındaki radikal İslamcı güçler, Sovyetler Birliği'ne karşı savaşmak için bölgeye akın ederken kimsenin ses çıkartmadığını söyleyen Müşerref, ‘‘Hatta onları biz getirdi. Sesleri çıktığı için olduklarından daha güçlü gibi görünen radikal İslamcıların karşısındaki ılımlı Müslümanların aslında daha güçlü. Ama iradelerini ortaya koyabilmeleri için mücadele ediyoruz’’ dedi.

İSLAM DÜNYASINA REFORM LAZIM

Geçen hafta Pakistan Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, ılımlı Müslüman güçleri radikalizme karşı ‘‘cihad’’a çağıran Müşerref'e göre, Türkiye ve Pakistan bu mücadelede omuz omuza başı çekmeli.

Müşerref, ‘‘Çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Batı, İslamiyeti terörizme prim veren bir din olarak görmeye başladı. Biz Türkiye ile birlikte bu inancı değiştirecek güçe sahibiz’’ dedi.

Bu mücadelenin verileceği platformlardan biri de İslam Konferansı Örgütü'ydü.

İslam Konferansı mayıs ayında İstanbul'da toplanıyor. Bu çok önemli bir toplantı olacak. Müşerref bu toplantıda, ‘‘reformlar’’ konusunun gündeme geleceğini söylerken, Türkiye'nin genel sekreterliğe adaylığı konusuna da değindi.

Mayıs Zirvesi'nde Türkiye İKÖ Genel Sekreterliği'ne adaylığını koyacak. Ankara'daki temasları sırasında bu konunun kendisine iletildiğini belirten Pakistan Devlet Başkanı, destek konusunda net bir yanıt vermedi. ‘‘Malezya ve Bangladeş de aday. Onlar da bizden destek istediler. Kararın oybirliği ve uzlaşma ile alınması için görüşmelerde bulunacağız’’ demekle yetindi.

TÜRKİYE MODEL OLAMAZ

Pakistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin derinliğini anlatırken Pervez Müşerref çok ilginç örnekler de verdi. Kırım Savaşı sırasında Pakistan Osmanlı ordusunun yanındaydı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Pakistan kadınları mücevherlerini Mustafa Kemal Atatürk'ün ordusuna bağışlamışlardı. Atatürk'ün resimleri bugün hálá Pakistan'da evlerin duvarlarındaydı.

Kıbrıs konusunda Pakistan her zaman Türkiye'yi desteklemişti. Türkiye de Keşmir sorununun çözümünde Pakistan'ı.

Pekiyi, Türkiye'yi bir model ülke olarak mı kabul ediyorlardı?

Müşerref'in bu soruya yanıtı ilginçti. ‘‘Hayır. Türkiye bizim için kardeş ülke, ama model ülke değil. Her ülkenin siyasi gerçekleri farklı. Hiçbir ülkenin formülü bir diğerine uygulanamaz. Türkiye modeli bizde hiçbir zaman yürümez. Bazı dersler alır ama onları kendi koşullarımıza göre uygularız.’’

Pakistan Devlet Başkanı'nın ziyareti, 11 Eylül'den sonra bölgenin yeniden biçimlendirilmesi sürecinde Türkiye ve Pakistan'ın rollerini yeniden düşünmek için bir fırsat.
Yazının Devamını Oku

Başına buyrukluktan çark

19 Ocak 2004
BİR yıl önce bugünlerde Washington, kimseye aldırmadan Irak'ta savaşa koşar adım yürürken, bugün-evet tam da bugün-, Irak'ın geleceğini birlikte inşa etmek için Birleşmiş Milletler'e başvuruyor. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın yeni yıl mesajında da esas olarak vurgulanan buydu. Tek taraflılık ya da başına buyrukluktan geri dönüş. Uluslararası ittifak arayışına öncelik vermek. Bu gelişme önümüzdeki dönemde Türkiye'yi de etkileyecek. Türkiye'nin Suriye ve İran ile başlayıp, Suudi Arabistan'la devam eden yakınlaşma girişimlerinin anlamını derinleştirebilecek. Tabii, bu gelişme Avrupa boyutunu da etkileyecek. Avrupa ile Amerika arasında Irak nedeniyle çatlak meydana geldiğini, bu sayede Türkiye'nin ABD'ye sırtını dayayıp Avrupa ile rahatça dalaşabileceği hesaplarını yapanlar fena halde yanılacaklar.AB sürecinden önce de Türkiye'den beklenen askerin siyasetten uzak durması, özgürlükler, insan hakları gibi kriterlerden yan çizmek isteyen çevreler, Washington'un gözünün içine baksalar da kimsenin kendilerine göz kırpmadığını görecekler. Brüksel'den gelen mesajların, Washington'dan gelenlerle çakışmaya devam etmesi kimseyi şaşırtmamalı. Aynı Kıbrıs konusunda olduğu gibi.* * * ABD'nin bugün BM'de başlatacağı girişimin amacı, Irak'ı istikrara kavuşturma planını kurtarmak. Washington ile Geçici Yönetim Konseyi arasında geçtiğimiz kasım ayında imzalanan anlaşma, Iraklı Kürt yöneticilerin son günlerdeki çıkışları nedeniyle tehlikeye girdi. Irak'ta işgal yönetiminin sona ermesini amaçlayan ve iktidarı Irak'lılara devir etmeyi öngören bu planda, Kürtlerin durumunun net ifadelerle belirlenmemesi, Iraklı Kürt aydınlar arasında tepkiye yol açtı. İşler baştan sağlama bağlanmazsa, hazırlanacak Anayasa, Kürtlerin isteklerine yanıt vermeyebilirdi. Geçen hafta Ankara'yı ziyaret eden Kürdistan Yurtseverler Birliği üst düzey yöneticisi Barham Salih'in de ifade ettiği gibi, ‘‘12 yıldır bağımsızlığını yaşayan bir bölgenin, kendisini tamamen merkezi yönetime teslim etmesi beklenememeli''ydi. Kürtlerin çıkışı, Irak'ta istikrar umutlarını gölgeliyor. Sadece, Kürtler, Şiiler ve diğer Iraklı unsurlar arasında bir iç savaş potansiyeli taşımakla kalmıyor, Barzani'nin geçen hafta yaptığı açıklamanın satır aralarından anlaşıldığı gibi, Amerikan askerlerini peşmerge tehdidiyle de karşı karşıya bırakıyor. Türkiye, Suriye ve İran'ın gelişmeler karşısında duydukları tedirginlik ve savunma refleksi de gelişmeler çerçevesinde değerlendirilince, Washington'un önümüzdeki dönemde Birleşmiş Milletler'i devreye sokmak için gerçekten çaba harcayacağı kesin görünüyor. Sadece BM değil, NATO için de aynı şey geçerli olacak.ABD'nin ittifak arayışı, önümüzdeki dönemi belirleyecek esas eğilim olacağa benziyor.
Yazının Devamını Oku

Prodi ve şaka kriteri

18 Ocak 2004
<B>CUMA </B>akşamüzeri Boğaziçi Üniversitesi kampusunde kalabalık bir öğrenci grubu Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı <B>Prodi</B>'yi dinlemek üzere Saatli Bina'nın önünde uzun bir kuyruk oluştururken, bir başka grup da Avrupa Birliği aleyhine gösteri düzenlemişti.‘‘Avrupa'ya hayır’’, ‘‘Bağımsız Türkiye’’ sloganları ile karşılanan Avrupa'nın Başbakanı, ‘‘Avrupa'nın hiçbir yerinde bir üniversite yoktur ki protesto gösterileri yapılmasın’’ sözleriyle başladı konuşmasına.

Prodi'ye göre gösteri, Türkiye'nin Avrupalılığının işaretiydi. ‘‘Belki de Kopenhag kriterlerine bunu da yeni bir kriter olarak eklememiz gerekecek’’ dedi. Tabii bu işin şakasıydı.

Boğaziçi Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Prodi'nin ağzından bal damlıyordu. Türkiye, 1963'ten beri Avrupa ailesinin ‘‘yakını’’ olmuştu. Soğuk Savaş döneminde Avrupa'nın güvenliği için oynadığı rol nasıl unutulurdu? Şimdi de çatışma alanlarındaki barışı koruma misyonunu başarıyla sürdürüyordu Türkiye. Avrupa'nın istikrarı ve güvenliği açısından Türkiye şimdi de çok önemliydi. Askeri yetenekleri ve güçlü bir demokrasi ülkesi olarak Türkiye Doğu Akdeniz'de etkili bir rol üstlenebilir ve Avrupa'nın güvenliğine katkıda bulunabilirdi.

Müslüman kimliği ile Avrupa'nın birliğine, ileride eğitimli nüfusu ile de Avrupa'nın ihtiyaçlarına destek sağlardı.

Bizim, ‘‘Neden Avrupa açısından önemliyiz?’’ sorusuna verdiğimiz yanıtların farkında olduğunu, bütün argümanlarımızı bildiğini gösteriyor, haklılığımızı onaylıyordu.

Atatürk'ün dediği gibi Türkiye'nin hedefi çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaktı. Prodi bunu da biliyordu, tabii ki Avrupa üyeliği bu hedefin ta kendisiydi.

AKP Hükümeti'nin, Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için attığı adımlar övgüye değerdi. Türkiye, kendisi için en hassas konuları ele almıştı. Ölüm cezası, ana dil gibi önemli konularda Avrupa değerlerine yaklaşılmıştı.

İstanbul, tarih katmanlarının, kültürlerin birleştiği muhteşem bir kentti, çok az Avrupa kenti bu güzelliğe sahipti.

Ama....

* * *

İŞTE Prodi'nin esas mesajları bu ‘‘ama’’ların ardındaydı. İddialarınızda haklısınız ama, reformları hayata geçirmedikçe, yargı bağımsızlığını tam olarak sağlamadıkça, Kürtler ve diğer etnik grupların kültürel farklılıklarını yaşama talepleri doğal vatandaşlık hakkı olarak algılanmadıkça, Heybeli ruhban okulunun açılması örneğinde olduğu gibi din özgürlüğünün önündeki engeller kalkmadıkça sizin ile müzakereleri başlatmayız.

Prodi bunu söylüyordu. Tabii bu kadar değil, üzerinde durulan önemli bir konu da, askerin siyasete müdahalesi idi.

Prodi ısrarla, Türkiye'ye diğer adaylardan farklı davranılmadığını vurguluyor ve hazırlayacakları raporun ‘‘bir fotoğraf objektifliği’’ taşıyacağını tekrarlıyordu.

‘‘Türk kamuoyunun bunu bilmesini istiyorum. Bu mesajı almasını istiyorum’’ diyordu.

Bu objektiflik vaadi, ‘‘beklediğiniz sonucu alamazsanız sorumluluk bizde değil, yapmanız gerekenleri yapmadığınız için sizde olacaktır’’ demekti bir anlamda da.

* * *

AMA Prodi, Avrupa kamuoyunun Türkiye'den korktuğunu gizlemiyor ve kararın kolay olmayacağını, ‘‘mallarımız Avrupa'da serbestçe dolaşıyor biz neden dolaşamıyoruz?’’ diyen bir işadamının sorusunu yanıtlarken veriyordu: ‘‘İşte Avrupa kamuoyunu korkutan da bu. Yumuşak geçiş sağlamalıyız. Adımlarımızı ona göre düzenlemeliyiz. Yoksa sonuç almamız imkansız olur. Kamuoyunu Türkiye'ye hazırlamak için zamana ihtiyacımız var, yoksa süreç kesilir.’’

Avrupa Başbakanı, Avrupa'nın sancısını bu sözleriyle çok iyi özetliyor. Ama bunu konuşabilmek için bile, ‘‘psikolojik kriterlerinizi aşmak sizin meseleniz, bizim değil’’ diyebilmek için önce biz, şu Kopenhag kriterlerine uyma işini bitirmeli ve gerçek anlamda hayata geçirmeliyiz. Biz, ‘‘önemli yasal değişiklikler yaptık işleri kolayladık’’ havasındayız ama gerçek pek öyle değil.
Yazının Devamını Oku

Prodi, haziranda mesaj verebilir

16 Ocak 2004
<B>AVRUPA</B> Birliği'nin Başbakanı ilk kez Türkiye'ye geliyor. Tam kırk yıl önce Avrupa ile Ortaklık Anlaşması imzalandığı yıl, Türkiye'ye gelen Alman <B>Walter Hallstein</B>'den sonra bu ilk ziyaret. Bu seviyedeki ziyaretler demek ki, Avrupa'nın Türkiye ile önemli kararlar almak durumunda kaldığı dönemlere rastlıyor.

Türkiye ile yakın ilişkileri olan, hatta bir zamanlar Turgut Özal'ın özelleştirme danışmanlığını yapması gündeme gelen Romano Prodi, bizi çok iyi tanıyor. Türkiye'ye daha önce de gelmiş olan bir siyasetçi.

Ama, Komisyon Başkanı olarak Türkiye'ye ilk kez gelmesi boşuna değil.

Bu ziyaret, Türkiye'nin Avrupa perspektifi ve 2004'ün, sadece bizim açımızdan değil, Avrupa gündeminde de ciddi ve önemli bir konu olarak yer aldığını gösteriyor.

Bu olumlu bir işaret, ancak Prodi'nin açıklamalarındaki abartılı temkin, cesaret verici olmaktan uzak.

Prodi, gerek Türk medyasına yaptığı açıklamalarda, gerek yabancı basında yer alan demeçlerinde, ‘‘Diğer adaylardan olduğu gibi, Türkiye'den de Kopenhag kriterlerine titizlikle uyması isteniyor’’ diyor.

‘‘Bu da yetmez, uygulamaya bakarız’’ diye vurguluyor. Özgürlüklerle ilgili reformların özellikle Güneydoğu'da hayata geçirilmesinin önemi üzerinde duruyor.

Buraya kadar tamam. Ama müzakerelerin başlaması için tavsiyede bulunacak olan organın başı, Türkiye ile ilgili karar vermenin zorluklarını sayıp dökmeye başlayınca, aşırı temkinin altında isteksizlik yattığı izlenimi doğuyor.

Örneğin, CNN'de Mehmet Ali Birand ve Zeynel Lüle'ye konuşurken, ‘‘Türkiye Malta değil’’ diyor. Kriterlerle ne ilgisi var nüfusun? Elmalarla armutları karıştırıp, kriter olmayan kriterler yaratılınca doğal olarak karamsarlık yayılıyor.

Şüpheler derinleşiyor, isteksizlik yaygınlaşıyor. Oysa Türkiye, yeni ve iyimser bir ruh haliyle bu yıla başlıyor.

* * *

PRODİ'nin gündemindeki bir diğer önemli konu da Kıbrıs. ‘‘Kıbrıs Mayıs'ta Avrupa Birliği üyesi olacak. Katılım anlaşmasını imzalayıp kapatacağız. O tarihe kadar anlaşma sağlarsanız ne álá’’ diyor.

Yoksa? Müzakereler mayıstan sonra da devam edebilir, ama sağlanacak uzlaşmanın öngördüğü hukuki ayarlamalar Katılım Anlaşması'nın dışında kalır.

Anlaşmanın yeniden müzakereye açılamayacağının hukuken doğru olduğnu söylüyor uzmanlar. O zaman Kıbrıs Türkleri ve Türkiye'nin hakları ne olacak? Avrupa hukuku ve müktesebatına tabi olacak. Öyle bir durum ortaya çıkıyor ki, Mayıs'a kadar anlaşma sağlanamazsa ondan sonra her durumda Türkler azınlık, Türkiye yabancı güç konumunda kalacak. Garanti anlaşmalarının geçerliliği bile tartışmalı.

Diyelim ki mayıs ayında Kıbrıs çözümlendi. Ama bu da Avrupa Birliği'nin tam üyelik müzakerelerini başlatacağı anlamına gelmiyor. Garanti değil. Bu o kadar garip bir durum ki Prodi bile ‘‘çifte fedakarlık’’ diyor.

* * *

AVRUPA Birliği, henüz ortağı olmasa bile, ortaklık alanı içinde bulunan Türkiye'ye karşı bu kadar taraflı davranamaz.

Bir müzakere sürecini, ‘‘teslimiyet’’ süreci haline dönüştürecek olan bu yaklaşım, yapıcılıktan ve çözüm için cesaret verici olmaktan çok uzak.

Avrupa Birliği, 1 Mayıs'ta Kıbrıs'ı tam üyeliğe alıyorsa, bu kararın ilan edildiği Haziran Zirvesi'nde, Türkiye'yi de cesaretlendirmelidir.

Tabii ki, o zamana kadar reformları hızla hayata geçirmek bizim işimiz. Ama eğer Türkiye tam üyelik müzakereleri için hazırlıklarını hızla tamamlıyorsa, Kıbrıs'ta çözüm için siyasi irade ortaya koymuşsa, Haziran Zirvesi'nde de Avrupa Birliği, Aralık ayını beklemeden Türkiye'ye ilk olumlu mesajını vermelidir.
Yazının Devamını Oku