Ferai Tınç

Büyük Ortadoğu ve kadınlar

1 Mart 2004
<B>GENELKURMAY</B> Başkanlığı'nın geçen hafta düzenlediği basın toplantısında, ABD'nin <B>‘‘Büyük Ortadoğu Projesi’’</B>nin karanlık noktaları bulunduğu söylendi. 11 Eylül ile birlikte gelişen bu tez, henüz tam olarak olgunlaşmış değil. İlk ipuçlarını, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Davos Uluslararası Ekonomik Forumu'ndaki konuşmasında vermişti. Ortadoğu'da rejim değişikliği gerekiyordu.

Terörizmle mücadelede, onu besleyen ortamın kurutulması gerektiği tezinden hareketle geliştirilen bu yaklaşıma göre, Ortadoğu demokratikleşmeliydi. Radikal İslama karşı bu yöntemle etkili önlem alınabilirdi.

Ama rejim değişikliği, dışarıdan gelen bir dayatma biçiminde olmamalı, iç dinamiklerin harekete geçirilmesiyle sağlanmalıydı.

‘‘Bu nedenle, demokratikleşmenin yolunu açacak bütün hareketleri destekleyeceğiz’’ diyordu Cheney.

Washington, bir süreden beri Büyük Ortadoğu projesi konusunu Avrupalı müttefikleriyle de görüşüyor. ABD'nin eski Büyükelçisi Marc Grossman'ın Ankara'ya gelişi de bu egzersizin bir parçası.

Avrupa da öneriyi tartışıyor. Kanada ve Danimarka'nın bu konuda ortak bir proje oluşturdukları biliniyor.

Kavramın içi doldurulduktan sonra, Haziran başında ABD'de, Sea Island'da yapılacak olan zengin ülkeler G-8'ler Zirvesi'nde, ABD Başkanı Bush Büyük Ortadoğu Projesi'nin master planını açıklayacak.

Ardından İstanbul'da yapılacak olan NATO Zirvesi ve ABD-AB zirveleri ile bu master plan daha da somutlaşacak.

Uluslararası platformlarda süren tartışmalara bakıldığında ABD, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'nde uyguladığı yönteme benzer bir yöntemle Ortadoğu'da demokratikleşmeyi destekleyecek.

Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrası en etkili anlaşma olarak kabul edilen 1975 Helsinki anlaşması ile hayata geçirilen yöntem. Yani İnsan Hakları ve özgürlükleri, ekonomi ve siyasi ilişkilerin gelişmesinin koşulu, işbirliğinin kriterleri haline getirmek.

Ortadoğu Helsinki'si de deniyor bu yönteme.

* * *

AYRINTILAR ve AB-ABD işbirliği alanları belli olduktan sonra ABD Başkanı Bush, Ortadoğu ve Güney Asya ülkelerini demokratik reformları yapmaya ve insan haklarına uymaya çağıracak.

Özellikle de kadın erkek eşitliği için adım atılması, kadınların siyasette ve toplumun her kesiminde görülür bir biçimde temsil edilmesi yeni sürecin motoru olacak.

Büyük Ortadoğu'da demokratikleşmenin turnusolu kadın.

Neden mi? Buna yanıt vermeden önce Afganistan ve Irak'a bir bakın. Afganistan'da anayasa hazırlanırken kadın hakları konusunda büyük bir gürültü kopmuştu. Kadınlarla hiçbir alanda iktidar paylaşmak istemeyenler, İslami kurallara, şeri yasalara sarılmış, kadınları yönetime almak istememişlerdi.

Irak'ta da aynı tartışma sürüyor. Geçici Anayasa hazırlanırken, medeni yasanın laik ilkelere göre düzenlenmesi, çalışmaları geciktiren üç önemli sorundan bir haline geliyor.

Değişim vaadi, kadının statüsüne geldi mi buhar oluyor.

* * *

BUSH'un çağrısıyla birlikte, demokratikleşme sürecini güçlendirecek işbirliği önerileri yapılacak. Öneriler şöyle:

Derinleştirilmiş siyasi işbirliği;

Daha fazla yardım (Marshall Planı örnek alınıyor);

Dünya Ticaret Örgütü'ne üyeliğin kolaylaştırılması;

Güvenlik işbirliği. Orta Asya ve Kafkas ülkeleri ile NATO arasındaki ‘‘Barış İçin Ortaklık’’ anlaşmalarına benzer işbirlikleri sayesinde bölge ülkelerinin ordularında reform yapılması, askerin siyasetten elini çekmesinin sağlanması.

Ve Ortadoğu'nun demokratikleşme mücadelesinde Türkiye ‘‘Ön cephe ülkesi’’ oluyor. Öyle diyor Amerikalı yetkililer. Büyük Ortadoğu projesinin ana hatları böyle beliriyor şimdilik. Aralarını siz doldurun.
Yazının Devamını Oku

Kanun çıkmadan kadınları temizliyorlar

29 Şubat 2004
GÜLDÜNYA'nın da işi tamam. Cezalar ağırlaştırılmadan bütün işleri bitirmek ister gibi bir halleri var. Kadınlar birer birer gözlerimizin önünde töre cinayetlerine, namus davalarına kurban gidiyor ve biz hala alt komisyon, üst komisyon derken geçen yüzyıldan kalma ceza yasamızı bir türlü değiştiremiyoruz.

Cinayeti işlerken cezasını da çok iyi bilen ince hesap, kalın kafa törelerin, törecilerin, aşiret magandalarının cinayetlerini engelleyemiyoruz.

Aşiretler ile başa çıkamayan bir devlet.

İlerlemeye odaklanacağına, halk kuyrukçuluğuna kendisini endeksleyen sözde liderlik.

Demokrasiyi, gericilik ve geriliği tolerans diye yutturmaya çalışan yeni moda ‘‘Muhafazakar demokratlık''.

Halkın töreleriymiş.

Alın işte bir kadını daha gözlerimizin önünde öldürdü töreleriniz.

* * *

O resim gözümün önünden gitmiyor. Uzun saten eldivenleri de vardı. Gelinliğini giymiş, çocuğunu da kucağına almış, gözlerini kameraya dikmişti.

Simsiyah saçlarının arkasına iliştirdiği duvak, üzerine çöken suçluluğun kabulü gibi utangaç bir varlıkla yokluk arasındaydı.

Suçuyla, suçluluğuyla, gülümsemesiz ama gelinlikli bir resmi olsun istemişti.

Tabii ki gelinlik onun da hakkıydı. Ölümü hak ettiğine inandığı kadar inanıyordu buna da.

Hastanede verdiği ifadede, kardeşlerinden şikayetçi olmadığını söylemesinden belliydi.

Çocuğunu arkadaşına emanet etmesinden de.

* * *

NE oldu Avrupa Birliği uyum çalışmaları çerçevesinde polisimiz de insan hakları eğitimi alıyordu? Kadın-erkek eşitliği, kadının insan hakları gibi konularda polisin kafasında en ufak bir değişiklik yapamamışsa eğer ne işe yarıyor bu dersler?

Eğer bir işe yarasaydı, öldürüleceğini bile bile kendilerine sığınan genç bir kadını ailesine teslim etmeye kalkarlar mıydı?

Ama bu, işin çok küçük bir parçası.

Kalkınma göstergesinin, kadının toplumdaki yerinden başladığı bilincine ulaşabilmiş olsaydık eğer, bugün yerel seçimlerde halkın karşısına çıkmaya hazırlanan partiler, partililer kadınların sorunlarına eğilen özel projelere sahip olurlardı.

El emeğini değerlendirme, okuma yazma kursları yapıyoruz, yapacağız demeyin bana.

Töreleri, cehaleti alt edecek programlarınız var mı? Onları söyleyin.

Ama tabii, oylarını aşiret hiyerarşisi ile garanti edenlerden aşiretleri dağıtacak ekonomik ve toplumsal projeler geliştirmelerini beklediğimi de sanmayın.

* * *

AVRUPA Birliği'nden bu yıl sonunda mutlaka olumlu bir yanıt almak istiyorsak eğer, kadın hakları ve cinsiyetler arası eşitlik konularına dudağımızın kenarında küçümseyici bir gülümsemeyle değil, inanarak ve gerçekten eğilmek zorundayız. Son bir ay içinde Avrupa'dan gelenler arasında bir kişi yoktu ki, Türkiye'de kadının durumundan söz emesin. Angela Merkel'den, İsveç Başbakanı'na kadar herkes, ‘‘Türkiye'de kadının durumu Avrupa standartlarının çok altında’’ uyarısını yaptı. Töre cinayetleriyle, aşiret kurallarıyla, hiçbir yere gidemeyiz.
Yazının Devamını Oku

Doğal müttefikler

27 Şubat 2004
<B>DIŞİŞLERİ</B> Bakanı<B> Abdullah Gül</B> ile Rusya Devlet Başkanı <B>Vladimir Putin</B>'in buluştukları gün, Rusya'nın İstanbul Başkonsolosu Sergey Velichkin, <B>Aynalar Salonu'</B>nun verandasında, konsolosluğun konumu ile Topkapı Sarayı arasındaki ilişkiye dikkatimi çekiyordu. İstanbul Boğazı'nın girişine hakim olan iki yapı, bölgenin iki büyük imparatorluğunun inişli çıkışlı ve kıyasıya rekabetin hakim olduğu ilişkilerinin örüldüğü iki mekandı.

İki mekan da yerlerinde duruyor ama Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler, karşılıklı güvensizliklerin ağırlığından kurtulup ''doğal ortaklık'' eksenine ilerliyor.

Sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir Türk dışişleri bakanının Moskova'yı ziyareti ve bu ziyaret sırasındaki mesajlar bunu ortaya koyuyor.

Rusya Devlet Başkanı Putin, ''Sizi yeniden keşfettik'' diyor. Rusya'nın resmi pozisyonunu özetleyen bu söz ilişkilerin her alanına yansıyor.

Bundan sonra yetkili ağızların ifadesiyle 'daha şeffaf, güven ortamını besleyen, işbirliği arayışının doğal ortaklıktan kaynaklandığının bilinci ile hareket edilen' bir döneme adım atılmak isteniyor.

İki ülke arasındaki ticaret 6.5 milyar dolara ulaşmış. Türkiye Rusya'nın en fazla ticaret yaptığı ikinci ülke durumunda. Ekonominin göstergeleri pembe tablolar çiziyor. Her şey ne kadar pembe mi? İlişkilerin gelişmesinde çok önemli rol oynayan güvenlik alanında, aşılabilir bazı sorunlar dışında galiba öyle.

TERÖRİZM

RUSYA
Dışişleri Bakanı İvanov'un, 2001 yılında Türkiye'yi ziyareti sırasında iki ülke arasında terörizme karşı mücadele amacıyla güvenlik işbirliği kararı alındı. Türkiye'den, Çeçenistan ile ilgisi olduğu belirlenen isimler hakkında işlem yapması istendi. Bu süreç, her zaman beklentileri -her iki taraf açısından da- tam karşılamadı.

Örneğin, son olarak, Swiss Otel baskını ile ilgili bazı kişilerin serbest bırakılmaları üzerine Moskova, hoşnutsuzluğunu resmen bildirdi.

Güvenlik, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde çok özel bir hassasiyet noktası olarak öne çıkıyor.

Yeltsin döneminin, devlet ve yolsuzluklar sistemi ile yarattığı iş adamlarının ve onların denetimindeki medyanın üzerine tank gibi giden Putin, hükümeti değiştirip tamamen denetimi altına alarak, aşırı güçlü bir yeni başkanlık dönemine adım atıyor.

Putin'in önümüzdeki dönemde tavizsiz noktası Çeçenistan. Uluslararası terörizme karşı mücadele çerçevesinde Rus-Amerikan işbirliği hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda devam ediyor.

Moskova metrosunda 41 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör eyleminden bir hafta sonra meydana gelen iki olay Putin'in bu konudaki kararlılığını ortaya koymuyor mu?

Çeçenistan'ın eski Devlet Başkanı Yandarbiyev'in Katar'da, ondan birkaç gün sonra da yine aranan isimlerden Tahabayev'in, bu hafta başında İnguşetya'da peşpeşe öldürülmelerinden söz ediyorum.

Rus yetkililer, Yandarbiyev'in finans kaynaklarının başında oturan kişi olduğunu ileri sürüyorlar. Burada bir küçük notu da eklemek istiyorum. Türkiye'de bazı çevrelerin Yandarbiyev'e sahip çıkmaları, Moskova'nın dikkatini çekmiş durumda.

BOĞAZLAR

PUTİN
'in, Gül ile görüşmesi sırasında Rus tankerlerinin İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nda bekletilmesinden şikayetçi olduğu anlaşılıyor. Bu şikayetin perde arkasında Rusya'nın petrol politikası ile ilgili bazı gelişmeler var.

Transneft, Rusya hampetrolünün Batı pazarlarına Karadeniz ve Kuzey Denizi üzerinden çıkartılacağını açıkladı. Bunu öncelikli yol ilan etti. Rus uzmanlar, bu ihraç yolunun, ham petrolün pazardaki spot fiyatını artırırken, ulaşım masraflarını düşürdüğünü söylüyorlar. Moskova bu politikada ısrarlı görünüyor. Tanker filosunu da yenileyerek kapasitesini arttırıyor.

Ya Boğazlar? Türkiye'nin bu konudaki hassasiyeti aslında sadece bizim değil, Rusya'nın da çıkarları ile örtüşüyor. Yeni işbirliği dönemi bu bilincin Moskova tarafından da paylaşılmasını sağlayacak zemini yaratır umarım.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs ve sağlamcılık

23 Şubat 2004
<B>KIBRIS</B>'ta çözüm istemek ile pazarlıkların en sert aşamasına girilen bu süreçte zorlukların altını çizmek birbiriyle çelişen tavırlar değil. Kalıcı bir barış için, Annan Planı'ndaki belirsizliklerin netleşmesini isteyen müzakerecileri, ‘‘haydi yürü’’ diye arkadan itelemek bu dönemde ne kadar doğru olur acaba? Tabii ki ne kadar fazla noktada bir uzlaşma sağlanırsa o kadar iyi, çünkü işin sonunda boşlukları doldurmak BM Genel Sekreter'i Kofi Annan'a kalacak. Ama tarafların kendi çıkarlarını sağlama bağlama arayışları, sonunda kararı verecek olan halkın karşısına çıkarken, ‘‘bunu istedik, almayı kabul edebileceğimiz buydu’’ diyecek şeffaflığı ve iç rahatlığı için şart.

Geçen hafta başlayan görüşmeler, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'ın dediği gibi sadece bir ‘‘peşrev’’ idi. Bugüne kadar uzlaşmaya varılamamış olan esasla ilgili noktalardaki müzakereler yarından itibaren başlayacak.

Cuma günü, görüşmelerin kısa sürmesi, BM'nin taraflar arası bir uzlaşma arayışı içinde olmadığı iddialarını gündeme getirmişti. Annan'ın hazırladığı çözümü kabul ettirmek için taraflara zaman doldurtuluyor diyenler çıkmıştı. KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, bu soruyu BM yetkililerine yönelttiğinde, ‘‘kesinlikle böyle bir şey yok’’ yanıtı aldığını söylüyor.

Yarınki görüşmelerin ana çerçevesi bugün belli olacak. Bu hafta yine planla ilgili belirsizlikleri tartışacağız.

DAMGA VURAN TARTIŞMA

GEÇEN
haftaya damgasını vuran tartışma da tam olarak sonuçlanmadı. Varılacak anlaşmanın, ileride Avrupa Birliği ve Uluslararası İnsan Hakları mahkemesine başvurular sonucunda değişikliğe uğramasını engelleyecek güvenceler konusunda henüz netlik yok.

Eğer geçen yıl anlaşmaya varılabilse ve Kıbrıs'ın AB'ye katılım anlaşmasına girebilseydi bugünkü tartışma yaşanmayacaktı. Anlaşma olduğu gibi AB'nin öncelikli hukuk maddeleri arasında telakki edilecek ve değiştirilemeyecekti. Ama olan oldu. AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen, katılım anlaşmasının 10'uncu maddesinin dördüncü protokolüne göre bu konuda bir güvencenin bulunduğunu söyledi.

Her ne kadar, Kıbrıs'ta bir anlaşmaya varılması halinde düzenlemelerin Avrupa mahkemesinde öncelik taşıyacağı ileri sürülse de, AB hukukunda, öncelikli hukuk alanına girecek derogasyonların kararını, Başkanlar Konseyi'nin vermesi gerekiyor. Üye ülkelerin devlet başkanlarının alacakları kararın da üye devletler parlamentolarında yeniden onaylanması şart.

Bu noktada, sadece KKTC değil Türkiye'nin de Brüksel'den daha net bir mesaj beklemesi doğal.

GERİ DÖNÜŞ BELİRSİZLİĞİ

ANNAN
Planı'ndaki belirsizliklerden birisi de vatandaşlık haklarıya ilgili. En fazla tartışılan noktalardan biri geri dönüşlerin sınırlandırılması. Plan, Türkiye Avrupa Birliği üyesi olana kadar Kıbrıs Türk oluşturucu devletine Rumların geri dönüşlerine sınır koyma hakkı veriyor. Rumlar için de geçerli tabii aynı hak. Ancak bu kısıtlamanın da sınırı var. Anlaşmanın kabul edilmesinden 15 yıl sonra karşı taraftan gelip yerleşenlerin oranı, oluşturucu devlet nüfusunun yüzde 21'ine ulaşırsa kısıtlamalar getirilebiliyor. Bu noktada bazı belirsizlikler var, geri dönüş haklarına kısıtlama getirilemeyecek olan bir kitle var. 65 yaş üzerindeki eski mal sahipleri ile eşleri ya tek bir kardeş ya da tek bir çocukları. Onların tavan sınırı yok. Sırf onlar yüzde 21 limiti aşarsa ne olur? Belli değil. Ayrıca 15 yıl içinde, oluşturucu devletin nüfusu artacak, o günkü nüfus dikkate alınarak yüzde 21 oranı belirlenirse, geri dönenlerin sayısı da artacak. Bazı uzmanlara göre, bu nüfusun seçmen olması halinde, oluşturucu devlette seçim sonuçlarını etkileyecek siyasi güce sahip olabilecek. Parti kurması durumunda anahtar parti olabilir. Hatta Plana göre, oluşturucu devlete ait olan vatandaşlık verme hakkını kolaylaştıracak kararlar alınmasında etkili olabilir.

Bu belirsizlikler, her iki tarafın da aynı noktada birbirine zıt isteklerinin olmasından kaynaklanıyor. Ve varılacak her uzlaşma, içinde sorularını da taşıyacak. Sorular, işi sağlama bağlama isteğinin, endişelerin ve güvensizliklerin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

New York'un gözleri donuk

22 Şubat 2004
<B>KIBRIS</B> görüşmelerini izlemek için gittiğim New York'ta aldığım notları bugün sizinle paylaşmak istiyorum. New York bu gidişimde her zamankinden farklıydı. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından hemen sonra, kendine güven ve yeni bir ufka hareket dinamizmi ile 90'lara giren New York, Yuppileri ile hamle yaptığı 85-90 arası parlaklığını yitirmiş gibi geldi gözüme.

Kent hayatının hızlı akışının tayyörlü ve takım elbiseli genç bankacı ve borsacı kalabalığı ile onların talepleri etrafında gelişen yaşam biçimi artık yok. 11 Eylül sonrası New York'un gözleri donuklaşmış.

5.Cadde'deki en şık alışveriş merkezleri sıradanlaşmış, İtalya'nın Fransa'nın büyük markalarının adını taşıyan mağazaların eski merakı uyandırmadığı hemen anlaşılıyor. İsimler farklı ürünlerin çoğunun içindeki marka aynı ‘‘made in China’’.

Bazı büyük dükkanlar kapılarını kapatmış kiracı bekliyor, adları klasikleşen beş yıldızlı oteller köhnemiş.

Time's Square'in parlaklığı 21'inci yüzyıla taşınamamıştı.

Kitapçılar eskisi kadar kalabalık değil. Müziğe ilgi daha farklı. Ama dükkanlarda klasik müzik rafları öylesine erimiş ki, neredeyse yok olmuş. Pop müzik, pop kültür, popla, hopla, ne bulursan topla kültürünün, o da kendiliğinden değil, pompalanarak canlandırılmak istenen bezginliğini gördüm bu kez New York'ta.

Nedenini sorduğumda, ‘‘Gençler artık kent dışında yaşamayı tercih ediyorlar, elektronik ortamlarda iş ilişkileri, alışveriş daha canlı’’ dediler.

Aslında çok zengin bir sanat, sinema, tiyatro, edebiyat, caz, müzik hayatı vardı yine eskisi gibi, ama eskiden moda olan merkezlerin çok dışında, alternatifin alternatifi mekanlarda.

* * *

CNN ilk yayına başladığı günden beri favori kanalım olmuştu. Gazetede, bizim dış haberler servisinde sürekli açıktı CNN. Hayatımızın, kendimiz kadar yapışık bir parçasıydı. Şimdi de CNN Türk öyle, sürekli onu izliyorum. New York'a gidince de doğal olarak otelde CNN'i açtım. Evet, her zaman uluslararası kanal ile ülke içine yayın yapan kanalı farklı olmuştu ama bu kez iş çığırından çıkmış. Haberlerden hemen sonra ‘‘Aldatmak’’ ile ilgili bir program başladı. 68'li bir çift vardı ekranda. 50 yaş krizine göğüs geremeyip bir genç kadının kolları arasında kendisini bulan pişmanlık içindeki bir koca ile, ‘‘ah’’ı gitmekte olan kalbi kırık, süngüsü düşük, şaşkın, affetse ne olur, affetmese ne olur ruh halinde bir kadın. Bir saate yakın duygular didik didik edildi. Ne ayıp, ne yazık. Okuyucular telefonla katıldı adamı ayıpladı. Sonra program yapımcısı hızını alamadı. Hayvanlarla ilgili bir belgeseli ekledi. Acaba aldatmak genetik miydi? Bir erkek maymunun sadakatsizliğinin peşinden sürüklendik birkaç dakika. ‘‘Bakın sevgili izleyiciler bilim adamları da söylüyor’’du, ‘‘erkekler, genetik yapıları icabı aldatıyorlar’’dı. E pesti doğrusu. CNN, Fox TV ile rating yarışına girince böyle olmuştu. Ertesi günkü programda ise ‘‘öpüşmek’’ incelendi enine boyuna.

USA Today Gazetesi'nde bir araştırma vardı. ABD'de, televizyonların esas izleyicisi 18-34 yaş arası genç erkeklerdi, onlar da anne babaları kadar fazla izlemiyorlardı, ama rahat para harcadıkları için reklam verenlerin hedef kitlesiydiler. Sevdikleri ise tempolu sitcom'lar, ve hayatın gerçekleri yani reality show'lardı. 50'lerde 10 evden 9'unda ikiden fazla insan yani ‘‘aile’’ yaşarken, şimdi 4 evden 1'inde bir yalnız yaşayan vardı. Hayat bu genç, sürekli iş ve mekan değiştiren ‘‘müzmin bekarlar’’ın beklentilerine, değişen duyarlılıklarına cevap yetiştirirken, 20'inci yüzyılın yerleşikliklerini de sarsacaktı elbet.
Yazının Devamını Oku

New York'un gözleri donuk

22 Şubat 2004
KIBRIS görüşmelerini izlemek için gittiğim New York'ta aldığım notları bugün sizinle paylaşmak istiyorum. New York bu gidişimde her zamankinden farklıydı. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından hemen sonra, kendine güven ve yeni bir ufka hareket dinamizmi ile 90'lara giren New York, Yuppileri ile hamle yaptığı 85-90 arası parlaklığını yitirmiş gibi geldi gözüme. Kent hayatının hızlı akışının tayyörlü ve takım elbiseli genç bankacı ve borsacı kalabalığı ile onların talepleri etrafında gelişen yaşam biçimi artık yok. 11 Eylül sonrası New York'un gözleri donuklaşmış. 5.Cadde'deki en şık alışveriş merkezleri sıradanlaşmış, İtalya'nın Fransa'nın büyük markalarının adını taşıyan mağazaların eski merakı uyandırmadığı hemen anlaşılıyor. İsimler farklı ürünlerin çoğunun içindeki marka aynı ‘‘made in China’’. Bazı büyük dükkanlar kapılarını kapatmış kiracı bekliyor, adları klasikleşen beş yıldızlı oteller köhnemiş. Time's Square'in parlaklığı 21'inci yüzyıla taşınamamıştı.Kitapçılar eskisi kadar kalabalık değil. Müziğe ilgi daha farklı. Ama dükkanlarda klasik müzik rafları öylesine erimiş ki, neredeyse yok olmuş. Pop müzik, pop kültür, popla, hopla, ne bulursan topla kültürünün, o da kendiliğinden değil, pompalanarak canlandırılmak istenen bezginliğini gördüm bu kez New York'ta.Nedenini sorduğumda, ‘‘Gençler artık kent dışında yaşamayı tercih ediyorlar, elektronik ortamlarda iş ilişkileri, alışveriş daha canlı’’ dediler. Aslında çok zengin bir sanat, sinema, tiyatro, edebiyat, caz, müzik hayatı vardı yine eskisi gibi, ama eskiden moda olan merkezlerin çok dışında, alternatifin alternatifi mekanlarda. * * *CNN ilk yayına başladığı günden beri favori kanalım olmuştu. Gazetede, bizim dış haberler servisinde sürekli açıktı CNN. Hayatımızın, kendimiz kadar yapışık bir parçasıydı. Şimdi de CNN Türk öyle, sürekli onu izliyorum. New York'a gidince de doğal olarak otelde CNN'i açtım. Evet, her zaman uluslararası kanal ile ülke içine yayın yapan kanalı farklı olmuştu ama bu kez iş çığırından çıkmış. Haberlerden hemen sonra ‘‘Aldatmak’’ ile ilgili bir program başladı. 68'li bir çift vardı ekranda. 50 yaş krizine göğüs geremeyip bir genç kadının kolları arasında kendisini bulan pişmanlık içindeki bir koca ile, ‘‘ah’’ı gitmekte olan kalbi kırık, süngüsü düşük, şaşkın, affetse ne olur, affetmese ne olur ruh halinde bir kadın. Bir saate yakın duygular didik didik edildi. Ne ayıp, ne yazık. Okuyucular telefonla katıldı adamı ayıpladı. Sonra program yapımcısı hızını alamadı. Hayvanlarla ilgili bir belgeseli ekledi. Acaba aldatmak genetik miydi? Bir erkek maymunun sadakatsizliğinin peşinden sürüklendik birkaç dakika. ‘‘Bakın sevgili izleyiciler bilim adamları da söylüyor’’du, ‘‘erkekler, genetik yapıları icabı aldatıyorlar’’dı. E pesti doğrusu. CNN, Fox TV ile rating yarışına girince böyle olmuştu. Ertesi günkü programda ise ‘‘öpüşmek’’ incelendi enine boyuna. USA Today Gazetesi'nde bir araştırma vardı. ABD'de, televizyonların esas izleyicisi 18-34 yaş arası genç erkeklerdi, onlar da anne babaları kadar fazla izlemiyorlardı, ama rahat para harcadıkları için reklam verenlerin hedef kitlesiydiler. Sevdikleri ise tempolu sitcom'lar, ve hayatın gerçekleri yani reality show'lardı. 50'lerde 10 evden 9'unda ikiden fazla insan yani ‘‘aile’’ yaşarken, şimdi 4 evden 1'inde bir yalnız yaşayan vardı. Hayat bu genç, sürekli iş ve mekan değiştiren ‘‘müzmin bekarlar’’ın beklentilerine, değişen duyarlılıklarına cevap yetiştirirken, 20'inci yüzyılın yerleşikliklerini de sarsacaktı elbet.
Yazının Devamını Oku

Annan Planı ve belirsizlikler (1)

20 Şubat 2004
<B> LEFKOŞA<br><br>‘‘ARTIK sorumluluk bizim sırtımızda. Böyle olunca kesin konuşmak zorlaşıyor.’’</B> Yıllardan beri adil bir çözüm için çalışmış olan bir arkadaşımın bu samimi sözleri, dünden itibaren kaderinin en kritik dönemine adım atan Kıbrıs'ta, çok geniş bir çevrenin duygularını yansıtıyor.

Nereye gidiyoruz? Üç günden beri Kuzey Kıbrıs'ta en çok rastladığım soru bu.

Sokaktaki insandan, teknik komitelere kadar herkes, bu sorunun yanıtını aramakla meşgul.

Çok da yerinde bir soru çünkü, Ada'nın kuzeyi kadar güneyi de gerçeğe adım adım yaklaştıkça masanın üzerindeki Annan Planı'na daha alıcı gözle bakıyor.

Plandaki ‘‘muğlaklıklar’’ daha fazla tartışılıyor.

Uzmanlar, ‘‘Kalıcı bir barış için bu muğlaklıkların müzakereler sırasında mutlaka açıklığa kavuşturulması gerektiğini’’ söylüyorlar.

Annan Planı'nı kaleme alan BM uzmanı Didier Firter, metindeki muğlaklığı bir özellik olarak sunuyor, ‘‘yapıcı muğlaklık’’ kavramını kullanıyor. Bu belirsizliğin, aynı noktalarda uzlaşmaz taleplere sahip iki toplumun liderlerine planı kamuoyuna ‘‘benimsetme’’ olanağı sağladığını iddia ediyor BM kaynakları.

Ama artık netlik zamanı. Eğer bu plan uygulanacaksa, bu muğlaklıkların netleşmesi gerekiyor. Yoksa, ‘‘yapıcı muğlaklıklar’’ın yıkıcı belirsizliklere dönüşmesi işten bile değil.

Bunlar neler?

Bazı maddelerin o kadar çok yorumu var ki hukukçular bile işin içinden çıkmakta zorlanıyorlar.

KATILIM ANLAŞMASINA NASIL GİRECEK?

Kıbrıs Rum Yönetimi ile Avrupa Birliği arasındaki katılım anlaşması geçen nisan ayında tamamlandı. Ve Avrupa müktesebatının ‘‘bölgesel’’ olarak sadece güneyde uygulanması kararlaştırıldı. AB üyesi ülkelerin büyük bir çoğunluğunun parlamentoları da anlaşmayı onayladı.

Şimdi, 1 Mayıs'ta, masadaki plan yürürlüğe girerse ne olacak? Bu anlaşmanın öngördüğü düzenlemeler AB katılım anlaşmasına, ‘‘değiştirilemez’’ yasalar (primary laws) olarak mı girecek? Eğer öyle olmazsa, Avrupa hukuku karşısında ikincil (secondary laws) durumda olursa, bir süre sonra Avrupa Mahkemesi'ne kişisel başvurularla bu düzenlemeler değiştirilebilir ve çözümün tüm dengesi bozulur. Yeni sorunlar ortaya çıkar. Özellikle geri dönüşlerde, vatandaşlık haklarında ve mülkiyette.

Ama, anlaşmanın AB katılım anlaşmasına, değiştirilemez biçimde girmesi için yeniden tüm AB üyesi ülkelerin parlamentolarında onaylanması gerekiyor.

Gerçekten öyle mi?

Bazı hukukçular buna gerek olmadığı görüşünde. Çünkü, Kıbrıs'ın katılım anlaşmasında, ‘‘Komisyon'un önerisi üzerine Konsey, Kıbrıs'ın, Türk toplumuyla birlikte AB'ye katılımıyla ilgili düzenlemelere adaptasyonu oy birliği ile kabul edecektir’’ deniyor. Onuncu protokolün bu dördüncü maddesine göre AB'nin, bunu Annan Planı'ndaki düzenlemeleri değiştirilemez hale getirmek için kabul ettiği yorumu yapılıyor.

Ama yine de Brüksel'in bu konuyu netleştirmesi gerekiyor.

EN ÖNEMLİ KONU PARA

Vatandaşlık haklarının kullanımının yanı sıra, mülkiyet meselesi de tam bir belirsizlik içinde. Kurucu devlet yedi yıl sonra karşıdan gelen nüfusu, o sırada kurucu devlette yaşayan nüfusun yüzde 21'ini aşmayacak biçimde sınırlama hakkına sahip. Ama güneyden gelenlerle nüfus sürekli artacağından bu yüzde 21, hep katlanarak gidecek. O yüzden bu kısıtlamanın, anlaşmanın sağlandığı andaki nüfus esas alınarak yapılmasını öneriyorlar bazı uluslararası hukukçular.

Ama bu planın hayata geçirilebilir olması için en önemli şey ‘‘para’’. Yeni bir federal devlet kurmanın faturası, Avrupa'nın teklif ettiği 300 milyon Euro’nun kat kat üstünde. Yer değiştiren 70 bine yakın insan için yeni yaşam koşulları nasıl sağlanacak? İnsanlar oturdukları evleri nasıl satın alacaklar? Eğitim programlarında köklü değişim nasıl yapılacak? Sosyal ve psikolojik rehabilitasyon süreci nasıl ilerleyecek? Bir günde Türk liraları toplanıp Kıbrıs lirasına nasıl geçilecek? Sorular çok ve hepsi için para gerekiyor. Bu planı hazırlayan BM, Avrupa ve ABD işin ekonomik boyutunu da düşündüler mi acaba?

Şu anda, çözümün önündeki tek engel artık Denktaş değil, belirsizlikler. Kalıcı çözüm için üzerine gidilmesi gereken en önemli konu bu şimdi.
Yazının Devamını Oku

Çözümün de şansı Denktaş

16 Şubat 2004
<B>BİR</B> tanıyanı kulağıma eğildi ve dedi ki: <B>'Denktaş'ı görseydin, işleri onun götürdüğünü anlardın. Durumu en hızlı kavrayan, herkesi dengeleyerek süreci ileriye götüren oydu.' </B> Arkadaşıma güvenirim, Denktaş'ı da tanıyorum.

O, 'Bundan sonra ne olacak?' diye sorduğumda 'icabına bakacağız' diyen bir arkadaşını 'yok o kelimeyi kullanma doğru değil, gerekeni yapacağız diyelim' sözleriyle düzelten ayrıntı insanı.

New York'ta Annan'a yanıtını vermek üzere BM'ye girişinde, kendisine 'Evet diyecek misiniz mi?' diye seslenen Rum gazetecilere, bir an durarak 'Neden hayır densin ki?' yanıtını yapıştırması siyasi kıvraklığın örneği değil mi?

Papadopulos'a da biz aynı soruyu sorduk. 'Şimdi konuşamam, yukarıdaki toplantı bittikten sonra yanıtımı size açıklayacağım' dedi. Hiç mi fark yok iki üslup arasında?

* * *

BUGÜN gelinen noktada Denktaş'ın rolü çok büyük. Eğer dengeleri gözetmese, koşulları iyi değerlendirmese New York'ta ortalığı toza dumana boğmak onun için o kadar kolaydı ki.

Hatırlamanın her zaman iyi bir şey olmadığını düşünsem de, Denktaş, hafızasıyla yeni başlayan çözüm sürecinin bence artık garantisi.

Önümüzdeki üç hafta, iki şey önemli. Birincisi, pazarlık masasına hakim olmak, sıkı pazarlık edebilmek, ikincisi ise sürecin devamını sağlayacak sonucu almak. Çünkü sonuç alınamazsa, BM Genel Sekreteri Annan'ın dediği olacak.

Bu işi, isterse en iyi biçimde yapacak olan Denktaş. Görüşme sürecinin tüm ayrıntılarına hakim, kim ne demiş, nereye kadar taviz kopartılmış, nerede taviz verilmiş bellek arşivinde kullanıma hazır. Rum devletinin cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos'un, Kleridis'i yanından ayırmaması bu süreçte geçmiş görüşme deneyiminin öneminden ileri geliyor zaten.

* * *

GÖRÜŞMELERİN ardından Denktaş'ın düşüncelerini öğrenmek istedim. Yorumsuz özetliyorum:

KKTC ve Türkiye'nin arzusu doğrultusunda gereken açılım yapıldı. MGK ilkelerinden vazgeçmiş değiliz.

Bundan sonra önemli olan Rum tarafının, Avrupa yoluyla Türkleri azınlık haline getirmekten vazgeçip geçmeyeceği.

Masaya eşit taraf olarak oturmalıyız.

Bizim mücadelemiz, bugüne kadar sürdürdüğümüz mücadeleden farklı değil.

Şikayetlerimiz artık daha ciddiye alınmalı. Örneğin, bize uygulanan ambargo çok haksız bir şey. Biz adım attık artık Avrupa Birliği bu ambargoyu kaldırmalı. Kendilerine bu sefer de söyledik. Şikayetlerimizi ilettik. Bize yönelik ambargonun devam ettirilmesi başlayan süreç ile hiç uymuyor, bağdaşmıyor.

Her görüştüğümüz kişiyle konuştuk bu meseleyi. Bize, 'İşte artık görüşmelere başladınız. Onlar bitince işler halledilir' diyorlar. Ama bu durumu bile bile koruyorlar. Yanlış yapıyorlar.

Çünkü bu eşitsizlikle, bu dengesizlikle müzakere yürütülürse bu psikolojik olarak Rum tarafını etkiliyor, istifade ediyor bu durumdan.

Denktaş önümüzdeki günlerde en ağır görevi üstlenen kişi. Hem karşı çıktığı bir sürecin liderliğini yapacak, hem de bunu halkına anlatacak. Bu hiç de kolay değil. Ama New York'u atlatan, bunu da atlatır diye düşünüyorum doğrusu. 1 Mayıs'ta nasılsa ambargo filan ortada kalmayacak ama bu aşamada ambargoların kalkmasının psikolojik etkisi hiç şüphe yok çok büyük olacak. Bu süreçte Avrupa'nın müzakereleri teşvik edecek adımları düşünmesinde yarar var tabii.

* * *

DENKTAŞ, Kıbrıs Türk toplumunun lideriydi, sonra cumhurbaşkanı oldu ama New York, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin toplumdan, gerçek bir Yönetim'e geçişini herkese gösterdi. Artık sadece Denktaş yok, Denktaş'ın önderliğinde KKTC Yönetimi'nden söz edilebileceği ortaya çıktı. Başbakan Mehmet Ali Talat ve yardımcısı Serdar Denktaş'ın gösterdikleri liderlik KKTC'nin devamlılık olgunluğuna ulaştığını gösterdi.
Yazının Devamını Oku