Aynen birkaç haftadan beri
‘‘Saddamcı’’ olduğumuz gibi.
Saddam'ın Türkiye'ye doğrudan bir zararı olmadığı ve Türkiye'nin zararının
Saddam yönetimi nedeniyle Irak'ın içine düşürüldüğü durumla ilgili olduğunu düşünürsek Saddamcılığın kabul edilebilir bir tarafı olabilir.
Zekice bir tavır olmamakla birlikte, bir tavırdır.
Fakat bu ani gelişen
‘‘Suriyeciliğin’’ anlaşılabilir tarafı yoktur.
Çok değil, bundan 4-5 yıl öncesine dönersek, Türkiye'nin Suriye'ye
‘‘savaş ilan etme’’ noktasından döndüğünü hatırlayabiliriz. Bu sayede Suriye yıllardır barındırdığı Apo'yu ülkeden çıkartmış ve Apo'nun İmralı'yı boylamasıyla sonuçlanan süreç başlamıştı.
Ancak balık, hatta bitki hafızasına sahip bir toplum olduğumuz için hatırlayamıyoruz.
Oysa Türk milletinin son 15 yıl boyunca en çok nefret ettiği ülke Suriye'ydi.
Bu nefret sebepsiz değildi.
Suriye, Türkiye'nin 30 bin insanını ve yüz milyarlarca dolarını yitirmesine neden olan PKK terörüne destek veriyor, terörün elebaşısı
Abdullah Öcalan'ı barındırıyor, besliyor ve hatta yönetiyordu.
Benim
Abdullah Öcalan ile Lübnan'da yaptığım görüşmede bile yanında Suriye Muhaberatı'ndan bir ajan vardı.
Özetlemek gerekirse, bugün Türkiye'nin dış borcunun bu kadar yüksek, Güneydoğu'da zorunlu olarak yaptığı harekátlar nedeniyle Avrupa ile ilişkileri bozuk, terörle mücadelenin gölgesi nedeniyle insan hakları sicili kirliyse, bunun en önemli müsebbibi Suriye.
Hal böyleyken ve bunu Türk vatandaşlarının tamamı biliyorken, şimdi aniden Suriyeci olmaya hazırlanıyoruz.
Neden?
Çünkü ABD Suriye'yi suçluyor ve teröre destek olmakla itham ediyor.
Türkiye'de ne yazık ki, şöyle bir hava gelişmeye başladı.
‘‘Amerika'nın düşmanı dostumuzdur.’’
Kimse demiyor ki:
‘‘Bu Amerika Türkiye'nin çevresindeki pislikleri temizliyor.’’ Tam aksine kahrolsun Amerika.
Dua edelim de, Amerika
Abdullah Öcalan'ın tehlikeli bir terörist olduğunu söylemesin.
Bu kafalar, o zaman da
Öcalan'ı Türkiye'ye başbakan yapmaya kalkarlar.
Kafaları kumdan çıkarma zirvesi gerek
TEZKERE Meclis'ten döndükten ve Türk-Amerikan ilişkileri büyük zarar gördüğünden beri Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer ortalarda görünmüyor. Savaş karşıtı söyleminden ve uluslararası hukuka uygunluk talebinden de artık söz etmiyor. Türkiye tarihinin en
‘‘zorlu’’ dönemlerinden birinden geçerken Sayın
Sezer kendini
‘‘Köşk'e’’ hapsetti.
Öyle ki, bir süredir filesini alıp
‘‘markete’’ bile gitmiyor.
Devlet yönetme deneyimsizliği nedeniyle böyle davranıyor olabilir. Bilemem.
Ancak böyle davranma hakkına sahip değil. Cumhurbaşkanı'nın acilen yapması gereken bir
‘‘zirve’’ toplamak. İktidar ve muhalefet liderlerinin, MGK'nın sivil ve asker üyelerinin, MİT müsteşarının katılacağı bir zirve. Bu zirvede gelişmeler, kısa ve uzun vadeli sonuçlar masaya yatırılmalı ve bölgede kalıcı etkisi olacak gelişmelere karşı Türkiye'nin alacağı tavır enine boyuna tartışılmalı. Kafamızı kuma gömerek, sorunlardan ve tehlikelerden uzak kalamayız. Tam aksine kumun dışında kalan yerlerimize yönelik tehditleri göremeyeceğimiz için, ağır yara alabiliriz.
Kıbrıslı Rumlar büyükelçilik açmak isterse!
TÜRKİYE Avrupa Birliği'ne adayken, Avrupa ile bağı bile olmayan ülkeler dün Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda son adımı attılar. Bu
‘‘acı’’ tabloda Türkiye'nin önemli bir de hassasiyeti vardı.
Kıbrıs Rum Kesimi dediğimiz ülke de bu adımı atanlar arasındaydı. Törenin bir bölümüne Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül de katıldı. Kendimizce bir protesto yaptık ve Rum Kesimi'nin
‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak imza atması sırasında Dışişleri Bakanımız o salonda bulunmadı.
Türkler için hoş ama boş bir tavır.
Çünkü sonucu değiştirmiyor. Kıbrıs, biz Rum Kesimi desek de, 1 Mayıs 2004'ten itibaren Avrupa Birliği üyesi olacak. Yani bizim tanımadığımız Kıbrıslı Rumlar, 2 Mayıs 2004 günü Ankara'ya gelip
‘‘büyükelçilik’’ açma talebinde bulunabilirler.
Türkiye ile iş yapma, Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye'ye gümrüksüz ihracat yapma, Türkiye'ye gelip tatil yapma haklarını kullanmak isteyebilirler.
Böyle bir durumda Dışişleri Bakanımız salondan çıkarak veya toplantıya katılmayarak sorunu çözemez ve bu gelişmeyi engelleyemeyiz. Ya da Avrupa Birliği hayallerimizi unutur ve AB adaylığından çekiliriz. Bugünkü şartlarda bunun görünen başka çözümü yok.
Veya 1 Mayıs 2004'e kadar Kıbrıs sorununu çözeriz. Tabii bu çözümün şartlarının Kıbrıslı Türkler için her geçen gün ağırlaştığını da kabul ederek.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Görme özürlülerin sorunlarla karşılaşmadığını zannetmediğimiz zaman.