Bu sözler bana hiç yabancı değil.
Türkiye'de iktidar adayı ve iktidar olan herkes bu sözleri etti.
Fakat hiçbiri bu sözleri gerçekleştirmedi.
Açıkçası ben Başbakan
Tayyip Erdoğan'dan bu konuda son derece umutluydum.
Çünkü seçimlerden önce özellikle yabancı yatırımcıların işlerini yokuşa sürmeyeceklerini, işlemleri azaltacaklarını ve bunu bir masa etrafında toplayıp, bir günde bitirilebilecek hale getireceklerini söylemişti.
Yabancı sermayeyi çekmeyi beceren ülkelerde olduğu gibi istim arkadan gelse bile yatırım yapılacak bir ortam sağlanacaktı.
Bu önemliydi, çünkü Türkiye'deki bürokrasi yatırımların önündeki en büyük engeldi.
Yerli yabancı ayırt edilmeksizin herkese büyük zorluklar çıkartılıyordu. Zaten hassas olan yabancı sermaye bu yüzden gelmiyor, gelen geldiğine pişman oluyor, fırsatını bulansa ilk fırsatta kaçıyordu. Bu bugüne kadar yapılmamıştı ama AKP iktidarı yapar diye umuyordum.
Çünkü
Erdoğan ‘‘piyasa’’ dilini anlar gibi duruyordu ve elinde bunu yapacak iktidar gücü vardı.
Allah var, adamlar gelir gelmez zor bir gündemle karşılaştılar ama zor bir dönemden geçiliyor diye Türkiye'nin
‘‘rutin’’ meselelerini de görmezden gelmeye hakları yok.
Yatırımların önünü açmanın savaşla mavaşla bir ilgisi yok.
Tam aksine savaş sonrası oluşacak ortam Türkiye açısından çok olumlu.
Yanı başımızda çivi bile üretemeyen ama yeniden imar edilecek bir Irak ve bunun yarattığı birkaç yüz milyar dolarlık bir pazar var.
Bu pazarın kısa vadede asıl pay sahibi olamasak bile coğrafi yakınlık nedeniyle
‘‘taşeronu’’ ve
‘‘tedarikçisi’’ olmamız kaçınılmaz.
Bu bile Türkiye'yi yatırım için cazip hale getirecek bir unsur.
Ama yatırımcının önü açılmazsa bu şans da uçup gidecek.
Yabancı bir yatırımcı Irak pazarına yakın olmak için Türkiye'ye yatırım yapmaya karar verse, o yatırımın izni çıkıp, yatırım gerçekleşme aşamasına gelinceye kadar Irak'ın imarı biter, şansı var ise yapılanlar eskiyeceği için ikinci kez imarına yetişir. Kim bilir belki ona bile yetişemez.
Abartı gibi duruyor ama değil.
Durum tam bu.
Bu nedenle
Tayyip Erdoğan özellikle yabancı sermayenin önünü açacak
‘‘işlem masasını’’ bir an önce hayata geçirmek zorunda.
Cumhurbaşkanı devleti mi temsil eder, kendini mi?
TEZKERE krizlerinin başgösterdiği ilk günden beri Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer'i izliyorum.
Tutarlı bir biçimde Türkiye'nin ABD'nin taleplerine
‘‘Evet’’ dememesini istiyor.
Son derece net bir şekilde Amerikan karşıtı bir tavır izliyor.
Ve yanı başımızdaki gelişmelerin Türkiye'ye olan etkileriyle değil, yapılan işin uluslararası hukuka uygun olup olmadığıyla ilgileniyor..
Sıradan bir vatandaşın, bir sivil toplum örgütü başkanı veya yöneticisinin, uluslararası bir hukuk kurumunun veya kurulunun başkanının, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin böyle bir tavır sergileme hakkı vardır elbet.
Ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın böyle bir hakkı olduğunu düşünmüyorum.
Elbette ki, Cumhurbaşkanı'nın haklarını ve görevlerini söyleyecek halim yok.
Bunlar zaten Anayasa'da yazıyor.
Ve benim okuyabildiğim kadarıyla
‘‘Türkiye'nin iç ve dış politikasını tayin etmek’’ diye bir yetkisi ve görevi yok.
Ancak Cumhurbaşkanımız, tek başına, Türkiye'nin politikasını tayin edebiliyor.
Haklı ve haksız olması önemli değil.
Önemli olan yetkisi dışında hareket etmesi.
Türkiye'nin siyasi kararlarını Meclis alır.
Cumhurbaşkanının bunu bir kez veto etme ve bir de Anayasa'ya aykırılık açısından Anayasa Mahkemesi'ne gönderme hakkı bulunuyor.
‘‘Ben böyle düşünmüyorum. Engellerim’’ deme hakkına, düşüncesi çok doğru bile olsa sahip değil.
Sorumsuz bir mevkide otururken, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili önemli kararlarda
‘‘kafasına göre’’ hareket etme hakkına hiç sahip değil.
Üstelik de, hukuk adamı olma dışında hiçbir devlet yönetme ve uluslararası ilişkiler deneyimine sahip değilken, kritik dönemeçlerde direksiyona asılması
‘‘yasal’’ da değil.
Hele hele zorla yönelttiği istikamette çarpılacak bir duvarın faturasını ödemeyecek, tam aksine araçta yokmuş gibi davranabilecekken.
Cumhurbaşkanı devleti temsil eder. Kendini devlet zannetmez.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sorumsuzluğun aslında en büyük sorumluluk olduğunu anladığımız zaman.