DÜN bu köşede sorduğum soru kimilerini kızdırdı, kimilerini düşündürdü.
‘Alana’nın annesinin yerinde olsanız ne yapardınız?’ demiştim.
Düşünenler çok farklı boyutlar getirdiler.
Kızanlar ise ‘O anneyi incitmeye ne hakkınız var’ diye eleştirdiler.
Yazımda anneyi incitecek tek bir satır yoktu. Anne olaydan ötürü incinmiş olabilir; ama zaten o acıyı en ağır biçimde içinde yaşıyordur ve Hürriyet, Osetya’da satılmıyor.
Dün bu konuyu uzmanlara sordum.
Annelerin, benzer seçimleri çoklukla yapmak zorunda kaldıklarını söylediler.
Mesela boşanmalarda.
Kimi ölüm kalım meselelerinde.
Bir psikolog şöyle anlattı:
‘Bir anne, iki çocuğuyla beraber denize düşerse ve sadece birini taşıyacak durumdaysa genelde küçüğü tercih eder.’
Bir diğeri, aile psikolojisinden söz etti:
‘Bir çocuğun ölümü halinde aileler genelde hemen bir çocuk daha yaparlar. Çok çocuklu ailelerde bilinçaltında veya üstünde, birine bir şey olursa çocuksuz kalmayalım düşüncesi vardır ve bu çok insanidir.’
Bir diğeri ise şöyle dedi:
‘Büyük çocuğun başının çaresine biraz daha fazla bakabileceğine inanır ve küçüğü koruma altına alırlar. Üstelik burada bir de bu yönde zorlama olmuş.’
Dilerim, dünya üzerinde hiçbir anne, bir gün böyle bir seçim yapmak zorunda kalmasın, bırakılmasın.
‘Sophie’nin Seçimi’ adlı film hepimizi yıllarca derinden etkilemişti.
‘Alana’nın öyküsü’ de en az o kadar içimize kazınacak gibi duruyor.
Bakkalın işi kalmadı galiba
ZİNA bir haftadır Türkiye’nin gündem maddesi. Zannedersiniz ki Türkiye’nin en önemli meselesi.
AKP; ne yapıp edip lüzumsuz, kimsenin sorunu olmayan bir konuyu gündeme getirip ortalığı karıştırmayı iyi beceriyor. ANKA Ajansı’nın verdiği rakamlar, zinanın Türk toplumundaki yerini gösteriyor.
2002 yılında Türkiye’de 56 bini aşkın boşanma gerçekleşmiş.
Peki sizce bunların içinde ‘zinadan kaynaklanan boşanma’ sayısı kaç?
I-ıh. Bilemediniz. Bilmeniz de mümkün değil zaten.
Topu topu 69... Evet evet, altmış dokuz.
Bunlardan 64’ünde kadın aldatmış, 5’inde erkek.
Demek ki, kadınlar aldattığında erkek hoşgörmemiş; ama erkekler aldattığında kadınlar ses çıkarmamış.
Bütün kıyamet bunun için koparılıyor, AB kapısındaki yeni engelimiz bu yüzden çıkarılıyor.
Bir laf vardır, ‘Bakkalın işi kalmayınca bilmem nelerini tartarmış’.
Acaba AKP, Türkiye’de her işin bittiğini mi düşünüyor?..
Balık-ekmek yiyemeyecek miyiz?
BOĞAZ’ın kıyılarını mesken tutan, ciddi bir çevre ve görsel kirliliğe neden olan ‘tekne lokantalar’ bu köşede sık sık şikáyet edildi.
Ne yazık ki, bunlarla ilgili bir işlem yapılmadı.
Ama tam aksine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi dün ani bir biçimde Eminönü’nde, kıyıda balık-ekmek satan küçük teknelere savaş açtı.
Gerekçe, kentin tarihi dokusuna zarar vermeleri.
Gerekçe değil, komedi.
Bu küçük ‘balıkçılar’ İstanbul’un simgeleri arasında.
4-5 yaşlarındayken haftada en az bir, dedem elimden tutar, Mısır Çarşısı’nı gezdirir, oradan sahilde bir balık-ekmek alır, iskele önündeki bayiden bir Akşam, bir de Son Gazetesi’ni koltuğunun altına sıkıştırır, otomobile binip eve dönerdik.
Evde annem, ‘Baba o balıkların hangi yağda kızardığı belli değil. Niye alıyorsunuz’ diye kıyameti koparırdı ama biz bu zevkimizden hiç taviz vermezdik.
Üzerinden en az 35 yıl geçmiş; ama o balığın tadı hálá damağımda, sallanan kayıkta kızaran palamut takozlarının görüntüsü hálá gözlerimin önünde.
İstanbul’a gelen yabancıların da çok sevdiği, anılarında yer eden İstanbul’a özgü bir olaydır ‘balık-ekmek’.
Boğaz’daki koca koca tekneler dururken, belediye işte bu ‘simgesel’ hale gelmiş balık-ekmekçilerle uğraşıyor.
Denetlemek, ruhsata bağlamak ve bu ‘İstanbul keyfini’ yaşatmak yerine kökten yasaklamak.
Tam bize göre bir iş.
Kaçak binaları, İstanbul’u yozlaştıranları, İstanbul’un kendine has özelliklerini ortadan kaldıranları değil, balık-ekmekçileri engellemek.