Fatih Altaylı

Derviş'inki zor çamaşır

2 Ağustos 2002
<B>DERVİŞ'</B>in işi zor. O bu zor işin içinden çıkmaya çalışırken, ne yazık ki bir miktar da puan kaybediyor. <br> Acele etmeden, sağlam bir yapıyı oluşturmak için çalışması ve bu yolda hálá umutlu olması, ne yazık ki, kamuoyunda ‘‘olumlu puan’’ almasına yetmiyor.

Bu durum, ortalama Türk insanının gözünde kararsız, ne yapacağını bilmeyen, üç yere mavi boncuk dağıtan adam konumuna düşmesine neden oluyor.

Oysa onun derdi, seçime AKP'ye rakip olabilecek, çağdaş bir yapı ile gitmek.

Ve mümkünse bu yapıyı seçimden birinci parti olarak çıkarmak.

Zor bir uğraş.

Pek çoklarına göre beyhude.

Büyük bir çoğunluk Derviş'in yanına İsmail Cem ve birkaç işe yarar adamı daha alıp CHP'ye girmesini istiyor.

Bu pek çok kararsızı rahatlatacak.

Ama Derviş'in bir numaralı destekçisi Celal Doğan, Baykal ile konuşmuyor.

Cem CHP'ye dönüşü mağlubiyet olarak görüyor.

Derviş ise CHP ile birlikte 1. parti olmayı zorlayacaklarını, Yeni Türkiye ile barajı belki aşacaklarını biliyor.

Derviş yıkıyor, yıkıyor, çamaşır beyazlamıyor.

Kemal Bey de griye çalan bir gömlekle seçim meydanlarına inmek istemiyor.

Haklı da.

Kendisi öylesine beyaz ki!

Korkum, o beyazlık uğruna seçim günü ‘‘Ayşe Teyze cıırrrt’’ olması...

Turist Cem el Uzan

CEM Uzan'ın ‘‘Arap’’ olduğu aklınıza gelir miydi?

Öyleymiş.

Sarı saçlı, mavi gözlü bir Arap.

Ürdün vatandaşı.

Eski Kraliçe'den sonra en sarışın Ürdünlü.

Ürdün resmi gazetesi ve Amerika'daki mahkemede kendi ifadeleri Uzanlar'ın ‘‘Ürdün vatandaşı’’ olduklarını kanıtladı.

Bu durum ortaya çıkınca da, zevat vatandaşlıktan ‘‘şutlanıyor’’.

Çünkü Türk vatandaşlığı üzerine bir vatandaşlık almak için izin almanız gerek.

Almadınız mı şut!

Aynen Merve Kavakçı gibi.

Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre Cem Uzan artık Türkiye'de turist.

Turist Ömer'den sonra Ürdün vatandaşı turistimiz ‘‘Cem el Uzan’’.

Artık o da yazları Türkiye'ye gelen Arap turistler gibi Sarıyer'de bir ev kiralayıp, akşamları ailece Tarabya Parkı'nda gezer...

Stadı değil zekánızı deneseydiniz

ÇOK değil ama biraz zeká her zaman ‘‘faideli’’ bir şeydir. Değerini ‘‘hiç olmadığı’’ zaman anlarsınız.

Çarşamba akşamı, Galatasaray sayesinde bütün Türkiye'nin anladığı gibi.

Aylar önce Olimpiyat Stadı'nda maç oynamanın imkánsız olduğunu, nedenleriyle burada anlattım.

Anlamadılar.

Hatta bana bu stadın ne kadar iyi olacağını anlattılar.

Ve ‘‘ne kadar iyi olduğunu’’ gördük. Yüz binlerce kişiyi mağdur ettiler. Adına da ‘‘deneme açılışı’’ dediler. Şimdi eminim ki, ‘‘Denemeydi’’ deyip işin içinden çıkmaya çalışacaklar. Uzay araçlarının, yeni otomobil modellerinin, uçakların ve akla gelen her şeyin artık bilgisayarda denendiği çağımızda, taraftarı ve güzergáhı kullananları rezil ederek neyi denedilerse!

Oysa bilgisayara falan gerek yok, biraz ‘‘zeká’’ ile basit bir hesap yapılabilirdi.

Stat 80 bin kişi. Satılan bilet 79 bin.

Bunlar stada uçarak gelemeyeceklerine, stada gelen tren yolu, metro gibi bir başka ulaşım aracı olmadığına göre karayoluyla gelecekler.

Bunların 20 bini otobüsle erkenden gelse (gelemez ya, geldi diyelim), 10 bini yürüyerek gelse (gelemez ya geldi diyelim), kalır 50 bin kişi.

Bunların da ortalama Galatasaray taraftarı gibi ekabir olmadığını ve 5 kişinin bir otomobille geldiğini düşünürsek eder mi 10 bin otomobil. Bu 10 bin otomobilin her biri 5 metrelik bir alana itiş kakış park etse eder mi 50 bin metre. O da eder mi 50 kilometre.

Statla Mecidiyeköy arasındaki mesafe 30 kilometre.

İki sıra park etseniz araçlar Mecidiyeköy'e kadar dizilecek. Son gelen 25 kilometreye aracını park edip yürüyecek. Otobandan gelenlerin tek şeritli bir yola indirilmesinden doğan ıstırabı da buna ekleyin.

Zekásızlık ortaya çıksın.

Otoban bağlantısı yapılmamış, raylı sistemin henüz ulaşmadığı, trenin raylarının döşenmediği bir satatta maç yaparsanız olacağı budur.

Kabahat statta değildir. Kabahat kafadadır.

Kabahat böyle bir denemeyi yapandadır.

Bu deneme binanın 20. katından atlayıp uçmayı denemekten daha aptalcadır.

Orada rüzgár falan bir mucize yaratabilir.

Burada böyle bir mucize bile beklenemez.

Kabahat sadece ‘‘hesap bilmeyen’’ Galatasaray yönetimi ve Olimpiyat Komitesi'nde değildir. Belediye'den, Emniyet'e herkes bu maçta sınıfta kalmıştır.

Kalınan dersin adı ise ‘‘zeká’’dır.

Allah'tan kışın açılmadı

ALLAH tarafından Olimpiyat Stadı'nın ‘‘deneme açılışı’’ kışa rast gelmedi. Alimallah tarihimize ‘‘2. Sarıkamış Vakası’’ olarak geçerdi.

Düşünsenize, karlı ve soğuk bir havada araçlarında ve stadı çevreleyen tepelerde mahsur kalarak donmak suretiyle binlerce Galatasaray taraftarı ölebilirdi.

Karşılaşmanın güzel bir yaz gününde yapılmış olması şanstır. Böyle bir durumda en fazla birkaç taraftarın sıcaktan beyni sulanmış olabilir ki, bu da onların ilerde Galatasaray'a yönetici olup, yeni olimpiyat stadı açılışları yapmalarına imkán sağlar..

NOT: Ali Sami Yen boyutlarında yapılmış olan bayraklar, Olimpiyat Stadı'nda çok komik oldu. Galatasaray yönetimi, büyük stadın sadece bir kapasite değil, yeni bir tribün konsepti olduğunu anlamışlardır umarım. İlk günden beri söylediğim gibi Galatasaray bu statta oynamak için üste para almalıdır. Bu kepazelik ancak böyle çekilir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Benim çocuğumun geleceği, üç paralık adamların ve kadınların propaganda malzemesi olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

God save the Queen*

31 Temmuz 2002
<B>RAHŞAN Ecevit,</B> bir başbakan eşi, bir parti genel başkanı karısı, bir parti genel başkan yardımcısı değil. O kadın bir ‘‘kraliçe’’.

En azından kendini öyle zannediyor ve öyle davranıyor.

Bakanlar Kurulu'na yollanan ‘‘Şebinkarahisar'ı ilk yapma kararnamesi’’ bu kraliçeliğin açıkça ilanından öte bir şey değil.

Düşünsenize, bir grup Şebinkarahisarlı, Ecevitler'in evinin önünde sevgi gösterisi yaparken, Rahşan Ecevit bunları Şebinkarahisar'ı il yapma sözü veriyor.

Ve hemen ardından ‘‘kimin tarafından hazırlandığı belli olmayan’’ bir kararname Bakanlar Kurulu'na gönderiliyor ve Rahşan Ecevit'in ‘‘il yapma sözü verdiği’’ ilçenin il yapılması sağlanmaya çalışılıyor.

Hukuk devletlerinde böyle rezaletler olduğunu gördünüz mü?

Olmaz.

Fransa'da olmaz, Almanya'da olmaz, Kraliçe'nin yönettiği İngiltere'de olmaz.

Başkan'ın muazzam yetkilerle donatıldığı ABD'de olmaz.

İngiltere kraliçesi doğduğu kasabayı il yapamaz.

ABD Başkanı, kentini eyalet merkezi haline getiremez.

Bırakın bunları yapmayı, akıllarından bile geçiremezler.

Ama bizde olur.

‘‘Kraliçe Rahşan’’ canı çekti diye memleketini il yapar.

Ama bana sorarsanız ‘‘kraliçemiz’’ az bile yapar.

Türkiye'de bu hukuksuzluk varken, ben olsam Şebinkarahisar'ı ülke yapar, Türkiye'yi de ona bağlardım.

Kraliçemize kim ne diyebilir ki!

* Tanrı Kraliçe'yi korusun.

ABD, büyük Türkiye mi oluyor?


ABD'de peş peşe batan devlerin, Türkiye'deki banka hortumlama rezaletlerinden farklı bir tablo ortaya koymadıklarını itiraf etmemiz gerek.

Orada da ciddi bir ‘‘hortum’’ söz konusu.

Hortumlanan aslında şirketler gibi görünse de, şirketler patronsuz, yüzde yüz halka açık şirketler olduğu için orada da hortumlanan aslında bizdeki gibi vatandaşın ta kendisi.

Peki şirketleri yöneticiler niye ve nasıl hortumluyor?

Aslında hortumun nedeni, şirketlerin yöneticilerine verdikleri primleri ödeme biçimi.

Geçmişte kárdan doğrudan nakit pay alan üst düzey yöneticiler, son yıllarda ‘‘stock option’’la yani ‘‘hisse hakkı’’ ile çalışmaya başladılar.

Şirket yöneticilerine her yıl belirli bir oranda hisse veriliyor ve şirkette çalışıldığı süre içinde hisselerin değerinde meydana gelen artış, yöneticinin primi oluyordu.

Yönetici işe başladığında 1 lira olan hisse, yıl sonunda 2 lira oluyorsa, elinde 10 milyon dolarlık hisse hakkı bulunduran yöneticinin o yılki primi 10 milyon dolar oluyordu.

Bu durumda kárlı olmaktan daha ziyade, şirketin hisse senedi değerlerindeki artış önem kazandı.

Bu nedenle de yöneticiler, şirketin kárından daha fazla, şirketin káğıt değerine ve bu değeri yükseltecek işlemlere, manipülasyonlara ve borsa oyunlarına daldılar.

Hisse değerlerini artırmak için muhasebe oyunları yapmaya başladılar.

Masrafları sakladılar, zararları örttüler.

Şirketlerin değeri ‘‘suni’’ olarak arttı.

Sonunda iş patladı.

Bu durum büyük bir ihtimalle, ‘‘stock option’’ denilen, yönetici primleme yönteminin iflası olacak.

ABD şimdi sermaye piyasaları üzerinde çok sıkı bir denetim mekanizması kurmaya hazırlanıyor. Çünkü Türkiye küçük Amerika olacak denilirken, ABD büyük Türkiye oldu.

Bir farkla; onlar denetime hızla geçebiliyor ve siyasi baskılarla ayakta kalmaya izin vermiyorlar.

Sisteme güveni sarsacak ve çöküşe neden olacak durumu engellemek için gerekli yasal düzenlemeleri hızla yapıyor ve daha önemlisi uyguluyorlar.

Biz de ise ‘‘sözde’’ el konulan bankalar, hálá eski tas eski hamam, grup şirketlerine yardım, grup yayınlarına reklam desteğini sürdürüyorlar.

Düzeltme


FORMULA 1 ile ilgili olarak dün kaleme aldığım yazıda, bir hata yaparak Belçika'da bulunan Spa Francorchamps pistini Fransa'da diye yazmışım.

Fransa'daki pist Magny Cours olacaktı.

Düzeltir, özür dilerim.

Bu arada bu hatayı fırsat bilip, bana ‘‘kin kusan’’ bazı okurlara da saygılarımı sunarım.

1987 yılından beri Türkiye'de bir Formula 1 yarışı yapılması için yazı yazıp uğraş veren ve sonuca ulaşılmasında katkısı olan biri olarak benim keyfim yerinde.

Bu hata nedeniyle bana hakaret edenlerin de umarım keyfi yerine gelmiştir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yamuk yumuk adamlar, dünyayı yamuk görmelerinin nedeninin kendi bakışlarındaki yamukluk olduğunu anladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

AKP ‘bir’ çıkar ama iktidar olmaz

30 Temmuz 2002
<B>HÜRRİYET </B>yazarlarının <B>‘‘seçim değerlendirmeleri’’ </B>giderek net bir tabloyu ortaya koymaya başladı. Seçimde iki parti yarışacak.

Bunlardan biri en sağdaki 8. kulvarda koşan AKP, diğeri ise solda, 2. kulvarda koşan CHP.

Seçim bu iki partinin arasında geçecek gibi.

Diğerleriyse önce baraj, sonra üçüncülük yarışı yapacaklar.

Diğerlerine ‘‘Yeni Türkiye’’ de dahil.

AKP seçimden ‘‘bir’’ çıkacak.

CHP ise iki.

Derviş eğer sözünde durmayıp CHP'ye girseydi, birincilik konusu biraz daha gerilimli olabilirdi.

Ancak mevcut durumda AKP farklı birinci olur.

Ecevit'in, HADEP'in barajı aşacağı fikrine ise ben katılmıyorum.

HADEP biraz daha yükselir ama barajı aşamaz.

AKP'nin birinci çıkacağı seçim, bana sorarsanız AKP'yi iktidar da yapmaz.

AKP bir koalisyonun karşısında ana muhalefet olur.

4 yıl sonra yapılacak bir sonraki ‘‘erken seçimde’’ yine ‘‘AKP tehlikesini’’ konuşuyor oluruz.

AB meselesi ise tren çoktan kaçtığı için gündemden zaten düşmüş olur.

İstanbul'da olur, sigara reklamı yapılmaz


‘FORMULA 1 pisti İstanbul'a yapılacak’ diye yazarken, ‘‘Benim gönlüm Antalya'dan yana olsa da’’ diye başlamıştım.

Antalya'dan ve diğer istekli illerden yüzlerce faks.

‘‘Niye İstanbul'u istilyorsun’’ diye.

Türkiye'nin ‘‘en basit Türkçe ile’’ yazan yazarıyım.

Ben bile anlaşılamıyorsam, Allah diğer yazarlara yardım etsin.

Türkiye'de yapılacak Formula 1 pistinin yerini ben belirlemiyorum.

Bana kalsa Antalya'ya da değil, Van'a, Hakkári'ye yaparım.

Fransızların Paris'e değil köyden bozma SPA Francorchamps'a, Almanların Hockenheim'a, İtalyanların Roma ya da Milano'ya değil Monza'ya, hatta Imola'ya yaptıkları gibi.

Ama kararı ben vermiyorum.

Bunun kararını verecek olan Bernie Ecclestone başta olmak üzere ilgili kişilerin ne düşündüğünü biliyorum:

İstanbul.

Mistik havası olan, binlerce yıllık bir kent.

Dünyanın tandığı bir marka.

Bu yüzden İstanbul.

Bazı ‘‘çok bilen’’ okurlar ise ‘‘Sigara reklamına izin verilecek. Buna alet oluyorsunuz’’ diyorlar.

Onların da cehaletine gülüyorum.

Türkiye'de yarışlar başladığında zaten sigaracılar Formula 1'den çekilmiş olacaklar.

Ayrıca da Türkiye'de Formula 1 için sigara yasağı falan kalkmıyor.

O eskidendi.

Bilin de, sağda solda ‘‘ukalalık’’ yaparken ‘‘madara’’ olmayın.

Eleştiriye değmez komediler


BAZI okurlar, Cem Uzan'ın televizyonunda parti adına yaptığı konuşmayı‘‘neden eleştirmediğimi’’ sormuşlar.

İki nedenle eleştirmedim.

Birincisi, televizyonlarda yayınlanan düzeysiz komedi programlarını izlemiyorum.

İkincisi, düzeysiz komedi programlarını hasbelkader izlesem bile köşemde kötü televizyon programlarıyla ilgili eleştiri yapmıyorum.

Yoksa Cem Uzan'a özel bir garezim yok.

İbrahim Tatlıses konserlerinin arasında yaptığı ‘‘stand-up’’ları eleştirdiğimi biliyorsunuz.

Ama oralardaki performansı daha iyi.

Televizyon komedyeni olaraksa beş para etmez.

Mesele krizi aşmak


JAPONYA Dış Ticaret Teşkilatı, ‘‘Siyasi krizi aşın, sizi ileri karakol yapalım’’ diye haber yollamış.

Siyasi krizi bir aşabilsek, biz kendi kendimizi zaten yeterince yükseğe çıkartabiliriz.

Ama ne yazık ki, 15 yıllık bir dönem hariç 200 yıldır siyasi krizi aşamıyoruz.

Mesele orada.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Özürlülerden kaçarak ve onları görmezden gelerek sorunlarını çözemeyeceğimizi anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kaçak ev yaparken devleti istemeyen, afetten sonra devleti aramasın

29 Temmuz 2002
<B>SELLERİN </B>ardından konuştuğum önemli bir meteorolog, <B>‘‘Bu selleri ormanların yok edilmesine, çölleşmeye, küresel ısınmaya bağlamak doğru değil. Bu seller Doğu Karadeniz'in bir gerçeği. Tarihsel sürece bakıldığı zaman kayıtlı olarak 1900'lerin başından beri bölgede çok sayıda sel ve heyelan var. O zaman ne ormanların kesilmesi vardı, ne de küresel ısınma. Bölge coğrafyası sel yaratmaya uygun. Bunun tek çaresi kontrollü yerleşimdir’’ dedi.

Türkiye ne yazık ki, afetlerle mücadeleyi ancak afeti yaşadıktan sonra akıl ediyor.

Afete maruz kalmamayı düşünmeyen ama afete maruz kaldıktan sonra kurtarmaya çabalayan bir zihniyet.

Bir anlamda koruyucu değil, tedavi edici hekimlik gibi.

Görüştüğüm bütün uzmanlar yerleşim bölgesi seçiminde vatandaşın dikkatli davranması, devletin de denetleyici ve yol gösterici olması gerektiğini söylediler.

Yani sele kurban gitmek istemiyorsan, sel yatağına ev yapmayacaksın.

Sel veya deprem veya bir başka afette ‘‘Nerede devlet’’ diye bağırmak istemiyorsan, devletin daha önce yaptığı ‘‘İmarsız ev yapma, gecekondulaşma, burada yapılaşma olmaz’’ uyarılarına kulak asacaksın.

Geç kalan yardım ekibiyle tartışmak istemiyorsan, yasaları uygulamaya gelen görevliye taş atmayacaksın, dama çıkmayacaksın, kendini yakmaya kalkışmayacaksın.

3. Dünya ülkelerinin vatandaşları gibi ölmek istemiyorsan, yasaya, mülkiyete ve doğaya gelişmiş ülke vatandaşı kadar saygı duyacaksın.

Bu kadar basit.

Cem Özdemir'in istifası bizim AB yolunu kapar


ALMANYA'da milletvekili iken, bir işadamından ‘‘borç para’’ aldığı ortaya çıkınca bir daha aday olmama kararı alan Cem Özdemir'in hikáyesini okudunuz değil mi?

Bir süre direnen Cem Özdemir, sonunda ‘‘bir daha milletvekili adayı olmayacağını’’ açıkladı.

Hürriyet, ‘‘Avrupa Birliği ülkelerinin siyasi etiği bunu gerektiriyordu’’ diye vermiş önceki gün haberi.

Okudum, karamsarlığa kapıldım. Avrupa Birliği'nin ‘‘siyasi etiği’’ böyle bir tavrı gerektiriyorsa, işimiz zor.

Bizim siyasiler durumu görünce ‘‘sittin sene’’ AB'ye girmezler.

Böyle bir etik anlayışı, bizde hangi siyasiye uyar!

Futbolda mucize yaratıyoruz


KULÜPLERİN ömrü birbirini kıskanmakla geçecek.

Fenerbahçe ve Beşiktaş bizim Galatasaray'ın Avrupa şampiyonluğunu kıskanıyor.

Beşiktaş'la Galatasaray Fenerbahçe'nin yeni stadını kıskanıyor.

Fenerbahçe ile Galatasaray ise Beşiktaş'ın yeni tesislerini.

Geçenlerde bir spor programında izledim.

Müthiş olmuş. İnsanın Beşiktaş'ta futbolcu olası geliyor.

Bu yolu ilk açan Galatasaray'dı ama sarı kırmızılılar ne statlarını, ne tesislerini yenileyebildiler. Paralar futbola gitti.

Şimdi Galatasaray'da hedef Avrupa Şampiyonluğu.

Olur mu?

Olabilir.

Fakat rakamlara bakınca insanın umudu kırılıyor.

Bakın geçen yıl Şampiyonlar Ligi'ne katılan takımların gelirlerine.

Galatasaray geçen yıl iki kez grup maçları oynamış.

Toplam geliri 15 milyon İsviçre Frangı.

Pazarlama Havuzu'ndan aldığı pay 3 milyon 460 bin frank.

Galatasaray'la aynı durumda olan, aynı sayıda maç yapan Nantes ise 43 milyon İsviçre Frangı gelir elde etmiş. Aynı durumdaki Roma'nın geliri 41, finale kadar giden Real Madrid'in geliri ise sadece Şampiyonlar Ligi'nden 55 milyon İsviçre Frangı olmuş.

Galatasaray'ın 3.5 milyon İsviçre Frangı aldığı Pazarlama Havuzu'ndan, Nantes'in aldığı para neredeyse 35 milyon İsviçre Frangı.

Arada bu kadar fark varken, bizim çocuklar fazla bile başarılı.

Yönetimler az bile borçlu.

Avrupa'da başa baş oynamak aslında mantıklı değil.

Futbolda yapılan şey, ciddi bir mucize...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Mucizelerin her gün kendiliğinden meydana gelen şeyler olmadığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Dışişleri'nde karı-koca dönemi

27 Temmuz 2002
<B>ŞÜKRÜ Sina Gürel'</B>in dünkü <B>‘‘basın toplantısı’’</B>nı izlediniz mi? Aaaa, inanmam.

İzlemeliydiniz...

Televizyonunuzun sesini açmadan şöyle bir baksaydınız.

Gerçi ben sesi açık bir televizyonda izledim ama asıl önemli olan görüntüydü.

Dışişleri Bakanı Gürel, Avrupa Birliği'nin Türkiye için hiç de önemli olmadığını anlatırken, biraz sinirim oynadı ama görüntünün komikliği bana bunu bile unutturdu.

Dışişleri Bakanımız Ankara'da bir basın toplantısı yapıyor.

Konu tamamen siyasi.

Sorular da öyle.

Ve Dışişleri Bakanı Gürel'in yanında bir ‘‘hanımefendi’’ var.

Hoş, bakımlı, şık bir kadın.

Bizim yazı işleri müdürü Doğan Satmış'a soruyorum, ‘‘Doğan kim bu hanım? Müsteşar olarak Gürel atadıysa, bravo... Yoksa büyükelçi falan mı?’’

Doğan
anlamıyor.

‘‘Hangisi?’’ diyor.

Ekranda parmağımla gösteriyorum.

‘‘Tanımıyor musun?’’ diye soruyor.

‘‘Bütün Dışişleri personelini tanımak zorunda mıyım? Sen beni Dışişleri muhabiri sandım galiba?’’ diyorum.

‘‘O hanım Dışişleri'nde çalışmıyor. En azından bizim Dışişleri'nde çalışmıyor. Ama bir süre önce Fransız Dışişleri'nden maaş aldığı doğru’’ deyince uyanıyorum.

Dışişleri Bakanımız Şükrü Sina Gürel basın toplantısı yaparken yanında oturan kişi, uğruna ilk eşini boşadığı yeni eşi. Fransa Büyükelçiliği'nin eski tercümanı.

Yeni Bayan Dışişleri Bakanı.

‘‘İyi de, Bakan'ın basın toplantısında ne işi var?’’ diyorum.

Doğan, ‘‘Yanında olmadığı zaman Şükrü Sina Bey rahat edemiyormuş. O yüzden hep böyle birlikte dolaşacaklarmış’’ diyor.

Ben ise gerçeği biliyorum.

DSP'de genel başkan olmanın formülü bu.

Refikanızla sürekli el ele dip dibe olacaksınız.

Ne de olsa ailenizin partisi. Daha doğrusu ‘‘karı-koca’’ veya ‘‘koca-karı’’ partisi...

Formula 1 için hükümete teşekkürler


1980'lerin ortasından beri Türkiye'de Formula 1 yarışlarının organize edilmesi rüyasını gören biri olarak çok ama çok keyifliyim.

Çok yaklaştığımız ve Bernie Ecclestone'u bile ikna ettiğimiz bir anda, bu işi siyasi belirsizlik nedeniyle elimizden kaçırmak üzereydik.

Çünkü istifalarla sarsılan, seçim telaşına düşen hükümet, Formula 1 konusunu düşünecek halde değildi.

Oysa bu iş için siyasi destek şarttı.

Geçen hafta Formula 1 komitesinden bir dostumla, bu durumun çok aleyhimize olacağını konuşuyorduk.

Ama bir mucize oldu.

Hükümet bu konuyu ele aldı. Almakla kalmadı, olaya sahip çıktı.

Bütün eksiklikleri tamamlama kararı verdi.

Ve artık 3 yıl sonra Türkiye'de bir Formula 1 yarışı düzenlenebilecek.

Şimdi sıra geldi pist yapımına ve tabii pistin nereye yapılacağına.

İstanbul, İzmir, Antalya ve bir de Kırşehir galiba.

Ben size açık söyleyeyim.

Benim gönlüm Antalya'dan yana da olsa, ikinci seçenek İzmir gibi görünse de, bu işin olacağı yer İstanbul'dur.

Çünkü FOA için pazarlanabilecek yer Türkiye değil, İstanbul..

Nasıl ki Rusya'da Moskova, Çin'de Bejing, bilemediniz Şangay olacaksa, Türkiye'de de İstanbul olacaktır.

İstanbul Türkiye'nin ötesinde bir imajdır. Üstelik de, İstanbul'un zengin turisti çekebilecek potansiyeli böylelikle daha güçlenecektir.

O yüzden bu işin oluru İstanbul'dadır.

Kimse fazla heveslenmesin.

Boşu boşuna da kavga etmesin.

Metaş işçileri Paşabahçe'ye destek versin mi?


UZANLAR'a ait yayınlar, ‘‘kara para aklama şüphesi’’ nedeniyle, Uzan Ailesi'ni ve Telsim'i Mali Suçlar Araştırma Kurulu'na şikáyet eden İş Bankası'nı affetmiyorlar.

Bu nedenle de, İş Bankası iştiraklerinden Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası'nın kapatılması ile ilgili haberleri İş Bankası'yla işçileri karşı karşıya getirecek bir tarzda ve sanki kendileri işçi emekçi dostuymuş gibi veriyorlar.

Keşke öyle olsalar. Ama alakası yok.

Metaş'ı aldıktan sonra devre dışı bırakıp binlerce işçiyi sokağa dökenler kendileri, TOE'yi alıp kapatıp binlerce aileyi aç açık bırakan yine kendileri.

Özelleştirme ile aldıkları işyerlerinden binlerce kişiyi çıkaranlar yine kendileri, yani Uzanlar.

Şimdi işçiye sahip çıkıyorlar.

Aslında işçi umurlarında değil.

Yurtdışına ‘‘karanlık para transferi’’ yapmalarını engelleyen İş Bankası'nı yıpratmaya çalışıyorlar.

Ama işi bilenler için sadece ve sadece komik oluyorlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


En sıkışık anda bile öncelikleri karıştırmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Böyle hukuk anlayışı olur mu?

26 Temmuz 2002
<B>TÜRKİYE'</B>de gazeteciler arasında <B>‘‘hukukun ruhunu’’ </B>en iyi hangi gazeteci bilir diye sorsanız, sayacağım ilk üç isim arasına <B>Hıncal Uluç </B>mutlaka girerdi. Ta ki, düne kadar.

Dün bir ‘‘saçmalamış’’ ki, pir saçmalamış.

Belki biliyorsunuz, Basın Konseyi, spor yazarı arkadaşımız Kazım Kanat'ı kınadı.

Kazım Kanat, Daum'un Serdar Bilgili için ağır sözler söylediğini yazmış, ardından da Daum ‘‘Bunlar yalan. Ben bunları söylemedim’’ demişti.

Olay Basın Konseyi'ne gidiyor, Basın Konseyi de Daum'un ‘‘Ben böyle bir şey demedim’’ demesini Kanat'a soruyor, Kanat da Daum'un böyle bir şey dediğini kanıtlayamayınca Kazım Kanat ‘‘yalan haber yazdığı için’’ kınanıyordu.

Hıncal Uluç, Basın Konseyi'ne veryansın ediyor ve bakın ne diyor:

‘‘Basın Konseyi nasıl olur da, kokainman Daum'a inanır. Daum daha önce de kokain kullanmadım demişti ama kokain kullandığı ortaya çıkmıştı. Daha önce de yalan söyleyen birine nasıl inanırsınız?’’

Yıllarca beraber çalıştığım, pek çok şey öğrendiğim Hıncal Abi, bu yazdığına sen inanıyor musun?

Böyle bir hukuk olur mu?

‘‘Yalan söyleyen taraf budur, çünkü daha önce de bir kere yalan söylemişti.’’

Tescilli yalancı ya, Daum hakkında ne yazsan, olur.

Kim takar onun yalanlamasını, o bir yalancı. Yalanlaması da yalan.

Bu mantıkla, bir kez yanlış yazı yazan Hıncal Uluç'a da bir daha kimsenin inanmaması gerekir.

Bu meselede Daum mu yalancı, Kazım mı yalancı bilemem.

Kendi adıma Kazım Kanat'ın böyle bir yalanı yazacağına da ihtimal vermem.

Ama kokain kullandı ve daha önce bir kez yalan söyledi diye, Daum'un her konuda yalan söyleyen biri olduğunu da hukuk adına iddia edemem.

Kazım Kanat iyi ve tecrübeli bir gazeteci olarak önlemini almalı, Daum'un sözlerini kayda geçirmeliydi.

Bu meslek ne yazık ki böyle hataları affetmiyor..

NOT: Basında genelde Hıncal Uluç'la ilgili eleştiri yapıyorsun diyenler var. Doğru. Çünkü Uluç'u okuyorum ve önemsiyorum. Yönetiminde olduğu bankayı batırdığı halde utanmadan ekonomi yazan ve aklına esince bana çatarak adam olmaya çalışan zavallılarla atışacak halim yok ya!

Sattım demekle olmuyor çocuklar!

UZANLAR'ın gazetesi kafasına göre tiraj raporları yayınladı dün.

Kendilerince, kendilerini ‘‘en yüksek tirajlı gazete’’ ilan etmişler.

İyi hoş da, işin inandırıcılığı ne olacak? Bu tiraj nasıl kanıtlanacak.

‘‘Ben sattım’’ demekle oluyor mu?

O zaman ben de buradan sallayayım, ‘‘Hürriyet dünyanın en çok satan gazetesidir. Dün 12 milyon sattık.’’

Hatta utanmam yoksa bunu 1. sayfaya da taşıyayım..

‘‘Ben dedim’’ demekle olmuyor. Eğer ‘‘sıkıyorsa’’ bir ‘‘uluslararası tarafsız denetçi’’ gelsin.

Türkiye'de hangi gazete kaç satıyor, Türk basınının ‘‘gerçek lideri’’ ve bunun yanı sıra ‘‘gerçek tiraj üstünü' kim tespit etsin.

‘‘Ben sattım’’ demekle bu iş olmuyor.

Hele hele bunu diyen Uzanlar gibi hayatını ‘‘güven üzerine’’ bina etmiş birileriyse.

Kendimizi aydınlatamayacağız

TEKFEN'in ‘‘Ampul Fabrikası’’ kapandı. İçim sızladı.

Benim için çok önemliydi. Çünkü benim için Tekfen ‘‘ampul’’ demekti.

Çocukluğumda Tekfen'in ampulden başka bir şey ürettiğini bile bilmezdim.

Tekfen ampuldü, ampul de Tekfen.

Kapanmış. O da kapanınca, Türkiye'de artık ampul fabrikası kalmadı.

Acı. Çünkü artık kendimizi ‘‘aydınlatamıyoruz’’. Bu ülke artık karanlığı aydınlığa çevirebilmek için ‘‘ele’’ muhtaç.

Tekfenciler, ‘‘Satılmıyordu’’ demişler.

‘‘Pazarlayamadık’’ da diyebilirlerdi, ya da ‘‘Teknolojiye ayak uyduramadık’’.

Yine de üzücü.

Giderek üretimden düşüyoruz.

Marketlerde satılan on binlerce kalem malın büyük bölümü ithal.

Olmasın mı?

Olsun ama yanında yerlisi de olsun.

Dünya Kupası'nda Güney Kore'ye gittiğimde nasıl etkilendim anlatamam.

Yabancı menşeli ürün neredeyse yok.

İthalat yasak mı?

Yooo!

Ama adamlar kendi ürettiklerini kullanıyorlar. Biliyor ki, kendi ürettiğini almazsa, üç gün sonra komşusu işsiz kalacak.

Komşusu işsiz kalınca altı ay sonra da kendisi işsiz kalacak.

Onca para var, sokaklarda tek tük yabancı menşeli araç.

Her ürünün yerli muadili mutlaka var.

Bizde ise yok.

Bazı şeylerin yerlisini istesen de bulamıyorsun.

Tekfen de gitti işte.

Benim için ‘‘aydınlık’’ demekti.

Onun ışığında ders çalıştım, kitap okudum. Adam olmaya çalıştım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bodrumlu basketbolcu kızlarımızın Avrupa Şampiyonluğu, spor sayfalarında iki satır haber olabildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Özerk federasyona bakan ne yapsın?

25 Temmuz 2002
<B>SİYASETİ </B>bugünlük biraz geri plana atıp, spor yazıları yazmak istedi canım. Önce Emin Çölaşan'a Futbol Federasyonu tarafından verilmeyen yanıtlara bir miktar değinelim..

Sevgili Çölaşan, Futbol Federasyonu ile ilgili olarak Bakan Fikret Ünlü'ye sualler soruyor.

Adres doğru değil.

Çünkü Türk futbolunun gelişmesinin ‘‘gerçek’’ nedeni olan ‘‘özerk federasyon’’ yapısı nedeniyle Fikret Ünlü'nün Futbol Federasyonu üzerinde bir ‘‘gücü’’ yok.

Emin Çölaşan'ın sorduğu soruları Futbol Federasyonu'na soracak merci Bakan Ünlü değil.

Futbol Federasyonu, hesabını ‘‘Genel Kurul’’a veriyor.

Futbol Federasyonu Genel Kurul üyeleri bu soruları, ilk genel kurulda Başkan Ulusoy'a sorup, Ulusoy'u terletebilirler.

Çölaşan, devletten Futbol Federasyonu'na ne kadar para gittiğini de merak ediyor.

Federasyon nedense yanıt vermiyor ama işin aslına bakarsanız devletten Federasyon'a para gitmiyor.

Tam aksine federasyondan Hazine'ye para gidiyor.

Çünkü ‘‘özerk’’ federasyon, devlete vergi ödüyor.

Milli futbolculara verilen primlerden devlet para kaybetmiyor, tam aksine para kazanıyor.

Çünkü federasyon bu rakamları kayıtlarında resmen gösterdiği için, futbolculara verilen primlerden vergi ödeniyor.

Edindiğim bilgilere göre geçen yıl federasyonun çeşitli kalemlerde ödediği vergi miktarı 4 milyon dolara tekabül ediyor.

Sonuç olarak federasyonda çok para olduğu bir gerçek.

Bu para ‘‘daha da fazla’’ olabilir.

Bu doğru.

Ancak Futbol Federasyonu da kendi başına bir siyasi kurum.

Oy kaygısı, seçmen kaygısı olan bir yer.

Yıllardan beri siyasi kaygılarla yönetiliyor.

Bunun da bir maliyeti olduğu kesin.

Ama hiç değilse başarılı.

İyi yönetilmesi halinde daha başarılı olacağı ise kesin.

Digiturk kuruyla daha çok şube kapanır!


TÜRKİYE'de yayıncı kuruluşların ‘‘ödeme güçlüğü’’ futbol takımlarını ne yazık ki olumsuz etkiliyor.

Galatasaray Sportif A.Ş. Genel Müdürü Ebru Köksal, Digiturk'ün ‘‘kur hesabı’’ yüzünden 6 milyon dolar zarara uğradığını açıkladı.

Doğru. Digiturk, Federasyon'a ve kulüplere ödemelerini ‘‘kafasına göre’’ bir kurdan yaptığı için kulüpler beklediklerinin ‘‘yarısını’’ alıyorlar.

Yani aslında Digiturk ve dolayısıyla Futbol Federasyonu ‘‘hileli bir ihale’’ yapmış ve ihaleye katılan diğer firmaları ‘‘kandırmış’’ oluyorlar.

İhaleyi ‘‘dolar’’ üzerinden alan Digiturk; doları yarı fiyattan hesap edince, aslında sonuncu olduğu ihaleyi almış oluyor.

Federasyon da buna göz yumuyor.

TV gelirlerinin paylaşım esası göz önüne alınırsa, Galatasaray'ın 6 milyon dolar kaybettiği yerde, Fenerbahçe de en az 6 milyon dolar kaybetmiş demektir.

Beşiktaş'ın ve Trabzonspor'un kayıpları da bundan az aşağıdır.

Bu da tüm bu takımların uluslararası bir yıldızı transfer edememiş olması veya böyle transferi borçla yapmak zorunda kaldıkları anlamına gelir ki, bu da zararı finansman giderleri ile birlikte 10 milyon dolara çıkarır.

En iyimser yaklaşımla bu para Türkiye'de üç büyüklerin kapatmak zorunda kaldıkları basketbol ve voleybol şubelerinin giderlerinin toplamının iki mislidir.

Digiturk kuru ile ‘‘yarım’’ ödemeler sürecekse, Futbol Federasyonu naklen yayın ihalesini yenilemek zorundadır.

Star UEFA'ya da borç taktı


TÜRKİYE'de Şampiyonlar Ligi'nin naklen yayın haklarını elinde bulunduran Star televizyonu, bu haktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmiyor. Daha açıkçası, Uzanlar'a ait Star TV, UEFA'nın Şampiyonlar Ligi'ni pazarlayan birimine borçlarını ödemiyor.

Bunun iki sonucu var. İlk sonuç Galatasaray'ı ilgilendiriyor. UEFA, Galatasaray'ın ‘‘pazarlama havuzu’’ndan alması gereken parayı ödemiyor. UEFA ‘‘Ülkenizin yayıncısı parayı ödemedi. Ben de size ödeme yapamam’’ diyor. Bu yüzden Galatasaray UEFA'dan alması gereken 850 bin doları alamadı.

Bunun bir diğer sonucu ise bu yıl Şampiyonlar Ligi maçlarının yayınlanamaması.

Star borcunu ödemezse, futbolseverler bu yıl Ortega'lı Fenerbahçe'yi ve Fatih Terim'li Galatasaray'ı izleme zevkinden mahrum kalabilirler.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Her yıl meydana gelen selin bir doğal afet değil, bir yerel yönetim sorunu olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Komplocu hastalara göre Türkiye'yi ben yönetiyorum!

24 Temmuz 2002
<B>BİR </B>ülkenin vatandaşları <B>‘‘komplo teorilerine’’ </B>bu kadar meraklı olunca, o ülkede herhangi bir ilerleme olmaması son derece normal oluyor. Çünkü herkes, bir diğerine sürekli olarak ‘‘satılmış, şerefsiz’’ gözüyle bakıyor.

Bunu, son haftalarda bana ulaşan tepkilerden çok daha iyi anlıyorum.

Bundan 4 hafta önce, o günkü Dışişleri Bakanı İsmail Cem'i Teke Tek programında konuk ettim. Genel olarak Avrupa Birliği gündemdeydi ve bu konu üzerine konuştuk.

Çok kısa bir süre sonra İsmail Cem görevinden ve partisinden ayrıldı.

Komplo teorisyenleri bana mesajlar yollamaya başladılar:

‘‘Olacakları tezgáhlamıştın, İsmail Cem'i parlatmak ve hazırlamak için programa çağırdın.’’

Güldüm geçtim.

Bir sonraki hafta Mesut Yılmaz'ı konuk aldım. AB ile uyum yasalarını konuşacaktık. Tam o gün Yeni Oluşum istifaları başladı. Haliyle bunu konuştuk.

Komplo teorisyenleri ‘‘Yeni hükümeti oluşturmaya çalışıyorsun. Mesut Yılmaz'ı çanak sorularla ağırladın çünkü maksadın başka. Zaten Yılmaz'a yakın durmaya çalışıyorsunuz’’ dediler.

Gülmeye çalıştım ama bu ‘‘ruh hastası vaziyete’’ üzüldüm.

Bu arada ‘‘Hazır liderler turuna başlamışken’’ deyip, haksızlık olmasın diye diğer liderleri de bir bir çağırmaya başladık.

Yılmaz'dan bir hafta sonra Tansu Çiller Teke Tek'e geldi. Ona da siyasi gelecek ile ilgili sorular sorduk. Allah var, geçmişten çok söz etmedik ama geçmişi bilen biliyor dedik.

Bu kez yine komplocular tarafından ‘‘DYP-ANAP-Yeni Oluşum koalisyonu’’ hazırlamakla ve Çiller'le yakınlaşmakla suçlandık.

Bu hafta Tayyip Erdoğan'ı konuk ettik.

Sorulabilecek ne varsa sorduk. Oğlunun kazasından yaptığı konuşmalara, ortaya çıkan bantlara, Ecevit'in suçlamalarına kadar, her şeyi. Konuşulmadık, sorulmadık tek bir şey kalmadı.

Aynı ‘‘ruh hastası’’ komplo teorisyenleri bu kez de bizi AKP'ye yamanmakla suçladılar.

Haftaya da MHP liderini davet ettim. Henüz yanıt vermedi. İnşallah gelir.

Ardından Kutan, Ecevit ve Baykal'ı çağıracağım.

Bakalım onlara da neler uyduracaklar.

İşin kötüsü sonunda ben de bunları dinleyip, Türkiye'yi benim yönettiğime inanıp, kendimden nefret edeceğim. Umarım komplo teorisyenlerine inanan başkası çıkıp, bu gidişattan beni sorumlu tutmaz.

Çünkü ben bu kadar kötü yönetmezdim açıkçası.

Air Jordan: En havalı Ürdünlü


PARTİ lideri Cem Uzan'ın Ürdün vatandaşı olduğu ortaya çıktı.

Belgeler net bir şekilde Cem Uzan'ın ‘‘Ürdün tabiyetine’’ geçtiğini ortaya koyuyor. Zaten dolandırıcılıktan yargılandıkları New York'taki davada bu durumu kabullendikleri de biliniyor. ‘‘

Ama şimdi siyasetçi olduğu için inkár yolunu seçiyor ve ‘‘Hayır değilim’’ diyerek Ürdün Kralı'ndan alelacele aldığı bir yazıyı gösteriyor. Oysa herkes biliyor ki, Ürdün'ün yeni ‘‘kralı’’, Cem Uzan'ın kardeşinin sınıf arkadaşı ve arkadaşına kıyak olsun diye vatandaşlığa almışken, şimdi arkadaşa kıyak olsun diye ‘‘Vatandaşım değil’’ diye gerçek dışı beyanda bulunuyor.

İçişleri Bakanlığı da haklı olarak bu konuyu takip ediyor.

Ve Türk siyasetinin ‘‘yenisi’’ Cem Uzan'ın sahibi olduğu gazeteler daha önce Uzanlar hakkındaki davalarla ilgili Meclis'e bilgi verdiği için olmadık hakarette bulundukları Adalet Bakanı'na yaptıkları gibi, şimdi de İçişleri Bakanı'na hakaret üzerine hakaret yağdırıyorlar. Ortada hem medya, hem de siyaset etiğinde olmaması gereken ‘‘pis ötesi’’ bir durum varken, medya etiği üzerine ahkám kesen internet sitelerinden bazıları, aldıkları bir Telsim ilanı uğruna bu pisliği görmezden geliyorlar.

Bu ülkedeki ‘‘ahlaksızlık’’ ve ‘‘satılmışlık’’ boyutu insanı gerçekten üzüyor.

Ecevit durumunun farkında değil


ECEVİT, rüzgára kapılmış soluk bir yaprak gibi savruluyor.

Tutarsız, ilkelerini kaybetmiş, terk edilmiş, perişan.

Pazartesi sabahı ‘‘Seçim olsun’’ diyor.

Salı sabahı ‘‘Seçim olmasın tehlikeli olur’’ diyor.

Çarşamba MHP sert çıkıyor.

Aynı gün öğleden sonra Ecevit ‘‘Seçim olsun’’ diyor. Bu sadece iki günlük savrulmalar.

Ecevit, son 2 yıldır sürekli böyle bir tablo çiziyor. Tipik bir ‘‘kıblesiz’’ siyasetçi.

Yolu yok.

Nereye gideceği hakkında bir fikre de sahip değil.

Sendeleye sendeleye yürüyor. Yolunu ‘‘itile kakıla’’ buluyor.

Bazen bakıyorum da, ‘‘İyi ki, Bülent Bey'in çoluğu çocuğu, torunu torbası yok’’ diyorum.

Onların Bülent Bey'in durumundan duyacakları ‘‘hicabı’’ hissedebiliyorum.

Allah'tan Bülent Ecevit yine öfkelerinin, hırslarının esiri.

Gözü yine öylesine kararmış ki, içinde bulunduğu durumun vahametini kavrayamıyor. Kim bilir belki de iyi bu durum.

Yoksa ne halde olduğunun bilincinde olsa, zannederim her onurlu insan gibi o da ‘‘kahrından ölürdü’’.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Siyasette başarı, başkalarının başarısızlığından ibaret olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku