Ezgi Başaran

Kesinlikle yasaklıyorum

2 Ağustos 2009
İstanbul Modern’i gezdirdiğim yabancıların “Harika bir galeriymiş” demesini, “Galeri değil, müze!” diye son derece sert şekilde terslememe rağmen “Öyleyse gerisi nerede?” diye üstelemelerini... İsmail Acar’ın kendisini Bodrum’un Avni Lifij’i zannedip “oryantalist Bodrum resimleri” yapmasını ve tabii bu resimleri bir sergi vesilesiyle bizlerle paylaşmasını...

Sanat eleştirmenlerinin bir sergi ya da eserle ilgili fikirlerini illa “özkimliğe dair imgelerin aynılaştırılması, çok katmanlılık bağlamında anlatıya dayalı öğelerin merkezsiz bir evrene akması” benzeri anlaşılmaz cümleler kullanarak ifade etmelerini...

İstanbul’daki bütün cool galericilerin aynı anda tatile çıkıp, Twitter ve Facebook gibi sosyal iletişim ağlarından “Şarap, karanlık ve mum ışığı”, “Güzelim Ege” ya da “Paris’in sokaklarında ben...” gibi mesajlar atarak birer Haşmet Babaoğlu olmaya çalışmalarını...

Devrimci olduğunu iddia eden ama bırakın kaydadeğer bir adet eseri, laftan başka hayatta hiçbir şey üretememiş sanatçıların “Haydi sanatı galerilerden kurtaralım, halka adayalım” gibi manasız ve komik cümleler kurmalarını...

Bir sergideki video art’ı izlerken kahkahayı patlatana ters ters bakan zihniyeti...

Bazı sanatçılar “Ne yapsa iyidir”, bazı sanatçılar da “Ne yapsa olmaz, bıraksın bu işleri” gibi bir önyargıya sahip olmamı ve saçma saçma konuşmamı...

Mekke İngiliz mimarlara emanet

Bir süredir Mekke’yle ilgili yoğun bir araştırmaya gark olmuş vaziyetteydim.
Ahmet Hakan’ın geçen hafta “Özkök’ü de alıp umre yapacağım” anonsundan sonra edindiğim ilginç bilgileri hem onlarla hem de halkımla paylaşmanın zamanıdır diye düşündüm. İyi de yapıyorum.
Şimdi dikkat!
Ahir ömründe hac vazifesini bir kez olsun yapmak isteyip de ezilmekten, tünellerde kaybolmaktan korkup da erteleyenler bir süre sonra rahata erecek.
Çünkü Suudi Arabistan hükümeti bir süredir dünyanın en ünlü mimarlarından Mekke’yi yeniden yapılandırma projeleri topluyor.
İşin içinde süper mimarlar topluluğu olarak bilinen Atkins şirketi, Norman Foster ve Zaha Hadid de var.
Şirketi henüz yorum yapmak için erken dese de, ihale büyük ihtimalle ünlü İngiliz mimar Foster’da kalacak.
Kral Abdullah’ın star mimarlardan talebi 356 bin 800 metrekarelik Kâbe kompleksine yeni bir mimari anlayış getirmeleri.
Mimari anlayış getirirken bir de Kâbe’yi çevreleyen 900 bin kişilik Mescid-i Haram Camii’nin kapasitesini 1.5 milyona çıkarmak, önümüzdeki 10-15 yıl içinde de Mekke’yi bir tür Dubai’ye çevirmek var.
Foster, ayrıca Mekke ve Medine’yi birbirine bağlayan bir otoban daha yapmak üzere anlaşmış.
Yarabbim Mekke niye bu İngilizlere kaldı diye endişe edenler varsa hemen rahatlatayım.
Foster, İngiltere’deki birçok önemli binanın mimarı, neredeyse dünyadaki bütün mimari ödüllerin sahibi ve Kraliçe tarafından Sir unvanı verilmiş asil bir kişiliktir.
Yakışır yani.
Yazının Devamını Oku

Biz ne şirin insanlarmışız meğer

26 Temmuz 2009
En leş gibi koktuğunda bile,<BR>En canıma okuduğu gün bile, İstanbul’u sevmek için bir sebep,
Laf söyleyen varsa ağzının payını vermek için enerji bulurum.
Benim için Türküm’den önce, İstanbulluyum demek doğaldır. Bununla övünürüm.
Fakat Bant dergisinde, Japon sanatçı Yuriko Wakayama’nın (41) hazırladığı Turkish Republic-Türkiye Cumhuriyeti kitabına rastlayınca, bu ülkenin insanları olarak ne kadar acayip ve de şirin olduğumuzu bir kez daha fark ettim.
Şirin ve acayip ülkem, bugün seni sen yapan her şeyi seviyorum.
Uyarı: Bu tür bir milliyetçiliğin karşılığını siyaset bilimi veya sosyoloji kitaplarında bulamazsınız. Klinik psikoloji ansiklopedisi daha doğru bir kaynak olabilir.

TAMBUR, KAŞIK OYUNU VE ORHAN BABA

Neyse, devam...
Ben kıtıpiyoz bir kanoyla bu duygu selinde çalkalanırken, Yuriko size Turkish Republic kitabını anlatsın.
“Bu yılın başında Japonya’nın en büyük yayınevi JTB tarafından çıkarıldı. Aslında bu resimli bir sözlük. Japonya’da bu kitaplar çok moda şu anda. İngilizce, İspanyolca, Farsça da var. Turist olarak bu ülkelere gittiklerinde açıyorlar bu resimli sözlüğü, etrafta gördükleri veya duydukları şeylerin ne manaya geldiğini daha kolay çözüyorlar.”
Peki dedim, kim karar verdi, kaşık oyununu, patlıcanlı kebabı, tamburu, Orhan Gencebay’ı kitaba koymaya?
“Kitabın editörü Nakako Osone. Ben Türkiye’ye herhalde en az 10 kez gelmişimdir. Gördüğünüz bütün bu çizimlerin önce fotoğraflarını çektim. Sonra iki buçuk ay boyunca geceli gündüzlü çizdim. Yayınevi de çizimleri birkaç Türk’e gösterip sağlamasını yaptı.”
Yuriko göbek dansına da çok meraklı çıktı. Bakın ne diyor: “2002’de Mercan Dede ve Babazula’nın müziğini keşfettim. İki yıl sonra da göbek atmanın ne demek olduğunu. Dansöz Sema Yıldız’dan ders bile aldım. Çok iyi geldi.”
Doğrusu Yuriko’nun Türkiye’yle ilgili tarifleri ve heyecanı da bana.
(Çizimlerin tamamını görmek için: www.umiyuri.com)

Süpürgenin hüpletemediği sanatçı

Akbank Sanat’ta genç sanatçıların işlerinden oluşan karma sergi.
En etkileyici iş Fırat Bingöl’ün “Elektrikli Süpürge” videosu.
Video şöyle: Genç bir çocuk bir duvarın önüne oturmuş, “Adım Orhan. Diyarbakır’da doğdum. Ergani İlkokulu’nda okudum filan diye anlatmaya başlıyor. Kürtçe tabii. Tam o sırada bir elektrikli süpürge gelip kafasını hüp diye içine çekiyor.
Çocuk baştan alıyor, “Adım Orhan. Diyarbakır’da...”
A-haa! Süpürge bir daha geliyor, temizliyor gidiyor. 9-10 kere tekrarlanıyor bu olay. En sonunda Orhan, yani videonun kahramanı ne adını, ne sanını hatırlar hale geliyor.
Eserin sahibi 27 yaşındaki sanatçı Fırat Bingöl’e sordum: Kimdir bu Orhan Allah aşkına?
“Diyarbakır’dan çocukluk arkadaşım. Video özel olarak onun başına gelen bir olayı anlatmıyor. Beni de anlatıyor, onu da, diğer arkadaşalarımızı da. İlkokulda yasak olduğu için Kürtçe konuşamazdık. Ve sana bir şey söyleyeyim, kendimi nasıl baskıladıysam artık Kürtçem hiç iyi değil.”
Nahoş hayat tecrübelerine inat olsun diye heralde, Fırat bayağı uğraşıyor. Başkaları için.
Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme ve Değiştirme Derneği’yle (SKYGD) birlikte Down sendromlu, otistik ve şizofrenlere resim yaparak kendilerini ifade etme yöntemlerini gösteriyor. Bir süredir de F tipi cezaevlerinde kalan mahkumlara resim dersleri veriyor.
Elektrik süpürgesi bütün gücüyle çalışmış, anadilini unutturmuş Fırat’a ama kalbinin iyiliğini içine çekememiş. Aksine ortaya çıkarmış bence.
Yine de sevmiyoruz süpürgeleri, orası kesin.
Yazının Devamını Oku

Bizim canlı heykeller seni bayıltır Leslie

12 Temmuz 2009
Birkaç haftadır evinden uzak olan İngiliz arkadaşım Leslie dedi ki; “Of şimdi Londra’da olmak vardı be kızım...” - Niyeymiş, hani İngiltere’den bıkmıştın, hani herkes kendi küçük dünyasında yaşıyordu, hani herkes şişmandı? Şikayet edip duruyordun?
Leslie’nin aniden başgösteren sıla hasretinin sebebi bir sanat projesiymiş. Heyecanla anlatıyor:
“Snob sanat manyaklarının bir türlü barışamadığı ama İngiliz halkının bayıldığı bir heykeltıraş var. Çok ünlüdür, adı Antony Gormley.”
“Gormley’nin ‘Bir ve Öteki’ diye bir projesi var şu anda: Trafalgar Meydanı’ndaki dördüncü kaidenin üstüne yaşayan heykeller yapıyor. 100 gün 24 saat boyunca, projeye başvuru yapan binlerce İngiliz bir saat boyunca o kaidenin üstüne çıkacak ve ne isterse onu yapacak. Tamamen sıradan İngilizler ama... Oraya çıkman için önemli biri olmana gerek yok. O sırada meydanda olanlar seni izleyecek. Dünyanın herhangi bir yerindeki insan da izleyebilir. Çünkü 24 saat yayın var internetten. Mesela şimdi girip bakabiliriz web sitesinden.”
Baktık hakikaten, bir adam kaidenin üstüne sandalyesini koymuş, magazin haberleri okuyordu.
“Peki” dedim, “Ya biri soyunursa?”
“Aa bak biri kesin soyunur biliyor musun, öyle bir huyumuz vardır! Kaidenin üstündeyken yasal olmayan bir şey yapamazsın sadece, kural bu. Onun dışında istersen İncil’den bir pasaj oku, istersen hükümete söv, istersen kendinden bahset, istersen örgü ör. Özgürsün...”

TAKSİM’DE OLSA NE OLUR?

Gormley, sadece İngiltere’de değil, dünya sanat pazarında da acayip önemli bir isim. Mesela Ömer Koç’un ve Füsun Eczacıbaşı’nın koleksiyonlarında Gormley’nin eserlerinin olduğunu biliyorum. En temel özelliği pespayeleşmeden popülist olabilmesi, sanatı ucuzlaştırmadan ayağa düşürebilmesi... Trafalgar’daki projenin amacı bugünün İngiltere’si nasıl insanlardan oluşuyor, göstermek.
Leslie süper parlak bir fikri olan insan ifadesiyle sordu: İstanbul’da, mesela Taksim Meydanı’ndaki yüksek kaidelerden birinde böyle bir proje olsa, kimler çıkıp kendini gösterirdi?
Ülkenin elden gittiğini anlatan koyu Kemalist amcayı, cehennem gibi bir hayat yaşadığından bahseden türbanlı kız takip ederdi Sonra meşhur olmak isteyenler kıtıpiyos şarkılar söylerdi kesin. İşsizlikten, ödenmemiş faturalardan, 5 liralık zamlardan, İstanbul trafiğinden yakınan vatandaşlar diye saymaya devam ediyordum ki...
A-ah! O da ne? Türkiye’nin hali pür-melali bizim İngiliz’i acayip baydı, öyle bir can havliyle atıldı ki, konuyu değiştirebilmek için ancak şöyle bir soru bulabildi: Kokoreçin yanında genelde ayran mı içiyorsunuz kola mı?
Dear Leslie, sen bayıla bayıla geziyorsunuz da burada yaşamak kolay değil işte. Enfes bir sanat eserini, dakikasında yorucu bir siyasi makaleye çevirir burası valla. Al kolanı da otur yanıma, lafım yarım kaldı, biliyorum sana çok ama çok saçma geliyor ama daha askeri mahkemeler şeyini, ıslak imza bilmem nesini, Zahid Akman’ın onurlu kariyerini, Tuğba Özay’ın yedi ceddini filan aktaracaktım.
Valla girdi British Airways’in sitesine, gözlerini devire devire Londra biletlerine bakıyor.
Bunalttım, gidiyor.

Davos için coşan kalemler Birgün Tayyip Ölürse

Nazlı Ilıcak, Yılmaz Özdil ve Kanat Atkaya geçen hafta Başbakan için “Hani Davos Fatihi’ydin, Sincan’daki katliama sessiz kalıyorsan, nerede kaldı senin Van Minut’lüğün” mealinde yazılar yazdılar.
Onlara hemen cevap veriyorum: Burada kaldı! Yani hâlâ keyfini sürebileceği öyle şanlı bir Van Minut saltanatı var ki...
Sizin de hakkınızda ne büyük bir kahraman olduğunuzu anlatan taze taze bir One Minute kitabı çıksa daha da parmağınızı başka şey için kımıldatmazsınız.
Kaknüs Yayınları’nın piyasaya sürdüğü “Bi Dakka-One Minute” kitabında ne güzellemeler var, anlatamam. Perez’i bitirmiş de, 72 milyonun kaderi o anda değişmiş de...Bu minvalde...
Kitabın son bölümünde sanatçıların konuyla ilgili fikirlerine yer verilmiş. İslami cenahın şairlerinden Bülent Ata’nın bu bölümdeki şiirinden bir parça paylaşmazsam çatlarım: “Birgün Tayyip ölürse, cennet çocukları karşılayacak onu/Ona doğru koşup teşekkür etmek/Kucağına çıkmak/Boynuna sarılmak isteyecekler/Bir insan daha ne isteyebilir ki?/O katilin yakasına yapıştı/Hesap sordu/Öldürülen çocukların, annelerin/Masum insanların hesabını.”
Durumu gayet net şekilde ortaya koyduğumu düşünüyorum.

Yazının Devamını Oku

1 sanatçı 10 cerraha bedel

5 Temmuz 2009
Bir doktor kızı olarak yüzlerce lüzumsuz hastalık ve ilaç adının yanında şunu çok iyi bilirim: Doktorların ekseriyeti neşesini yitirmiş vakitsiz insanlardır. Böyle dedim diye eminim annemin yüzüne bir tutam esef serpiştirilmiş “Aşkolsun kızım!” ifadesi yerleşecek ve sonra da inkar edecek: Ne münasebet?!
İyi de ben doktorlarla büyüdüm, onları izledim, yıllar içinde bazılarını mimledim, bana güvenin siz.
Fakat hayret! Yakın zamanda bir hastanede neşeli bir şeyler olmuş.
Genç ressam Orhun Erdenli’nin “Everybody Hurts” adlı işini görünce buna kanaat getirdim.

Orhun, bedenin kırılganlığı meselesine kafayı takmış. Bu konu etrafında dönen işler yapıyor. Kısa süre önce Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ne giriyor, cerrahi bölümünün şefinin karşısına oturuyor. “Ben bir sanatçıyım ve sizlerin insanları nasıl kesip biçtiğinizi öğrenmek istiyorum.”
Şef, gülümsüyor ve anlatmaya başlıyor. “Yetmeeez!” diyor Orhun, “Göstereceksiniz. Önünüze kağıt kalem koyacağım, siz de bana bir ameliyatı nasıl yaptığınızı çizeceksiniz.”
Nasıl kabul etti diye soruyorum. “Çok çaylarını içtim, beni sevdiler, onlara ilginç geldim. Muhabbet her kapıyı açar biliyorsun” diyor Orhun.
Şefi tavlayınca diğer cerrahlar da işin içine dahil olmuş. Hepsi Orhun’un temin ettiği küçük kağıtlara branşlarına uygun ameliyatların resimlerini çiziktirmiş. Bademcik ameliyatı, apandisit ameliyatı, göğüsten tümör çıkarma, menisküs, hemoroid ve beyin ameliyatı...

ÇİZİMLERİN YANINDA FITIK AMELİYATI VİDEOSU

“En ilginci beyin cerrahının çizdiği resimdi” diyor Orhun. “Beyin niyetine bir tane yuvarlak çizdi. Bir bölümünü karaladı, bak burası arızalı bölge der gibi. Sonra da ‘İşte o bölgeyi böyle çıkarıyoruz’ diye gösterdi. Ameliyat sırasında dünyanın en özenli ve küçük hareketlerini yapan adam eline kağıt kalem verilince tamamen farklı bir tutum izlemişti. O zaman insan bedenine, bir sanatçıyla doktorun bakış açıları arasındaki farkı bariz şekilde gördüm. Onlara göre vücut bir makine, bana göre incinebilen duygusal, kimliği olan bir sistem.”
Orhun, hastaneden ayrılırken bir de CD almış. Tıp öğrencilerine eğitim amacıyla verilen fıtık ameliyatının video kaydı.
Siemens Sanat’taki karma sergide bir bölüme doktorlardan aldığı çizimleri koymuş, ortaya fıtık ameliyatı videosunu, diğer yana da bir sanatçı olarak vücut deyince kendisinin ne anladığını gösteren tabloyu. Tabloda ne var biliyor musunuz? Masada ölü gibi yatan oyuncak bir tavşan.
Sözkonusu bizimkiler olmadıkça neden doktorları sıkıcı buluyor ve görüşmüyorum da sanatçılarla takılıyorum bir kez daha anlamış bulunuyorum.
Hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku

Dergah ahalisinin genç ve parlak şairiyle tanıştım

28 Haziran 2009
Benim dindar biri olduğum hiç söylenemez. O ise kesinlikle mütedeyyin.
26 yaşındaki Furkan Çalışkan’la dışarıdan anlaşılmayacak şekilde farklıyız ve Taksim’de bir kafede oturmuş laflıyoruz.
Jilet gibi ütülenmiş Tommy Hilfiger marka gömleğinin kollarını kıvırarak kapuçinosundan bir yudum alıyor ve piyasaya yeni çıkan şiir kitabı “Kabahatler Kanunu”nu anlatıyor.
Kardeşimden birkaç yaş büyük olan Furkan’ın nasıl oturaklı konuştuğunu, nasıl İsmet Özel’i bile kıskandıracak şekilde kelimelerle oynadığını görünce şaşırıyorum.
Furkan, öteki mahallenin, daha salim ve siyaseten doğru ifadesiyle dindar edebiyatçıların yeni ve parlak şairi.
Evde babasının bir dolabını bulmuş bir gün. İçi edebiyat dergileri doluymuş: Dergah, Mavera, Ünlem, Kırklar...
Ergenlik dönemi bu dergileri okuyarak ve o dergilerden birinde bir şiirini yayınlatma hayali kurarak geçmiş.
Üniversite için İstanbul’a geldiğinde, Dergah ahalisinin bir yerinden parçası olmayı başarmış.
3 yıldır Dergah’ta hem edebiyat eleştirileri yapıyor hem de şiirleri yayınlanıyor. Sonunda şair ağabeylerinden İbrahim Tenekeci’nin ısrarlarıyla şiirlerini topladı ve bir kitap yaptı.
O edebiyat dergileri kitaba övgüler düzdü. Haksız da değiller.
Çok beğendiğim “Bisikletin Yanında Koşan Çocuk” şiiri şöyle başlıyor mesela:
“Ülkemi seviyorum şahsında/Panik halde seviyorum hızlı hızlı/Cumada dışarıda kalmış bir tedirginlikle aslında... Gerçek mermiler kullanıyor hayat gerçekten sıkı/Öyle uzak bir yersin göğsümde öyle sapa/Jandarmanın bile bilmediği/Ülkemi seviyorum şahsında/Hızlı hızlı/Koşuyorum bisikletin yanında.”
Furkan’ın babası bu şiirin olduğu kitabı görünce çok gururlanmış. Çünkü hayatta onun da bir hayali varmış: Çetin Altan olmak. Hayır, yazar olmak değil, iyi edebiyat yapan bir oğul sahibi olmakmış hayali.
Gerçekleşmiş işte.

Genç Siviller’den kat’i şekilde farklılar!

İç mihrak diye bir blog var; haftada iki-üç kez giriyorum. Çok eğlendiriyor, hatta bazen öfkemi yatıştırıyor. Çünkü onlar benden daha öfkeli ve yetenekli. İsimlerini vermiyorlar, gazetecilerle konuşmuyorlar. Bazıları reklam ajanslarında, bazıları bağımsız çalışan grafikerler yapıyor siteyi. Bunu da kendileri söylemedi, duydum.
Yaşanan olaylara tepkilerini grafik eserler yaparak gösteriyorlar. Her şeye, özellikle de otoriteye karşılar. Arada sırada onlara posta atıp uyluyorum: Ya Allah aşkına, iki dakika konuşalım, filan diye.
En son bana şu yanıtı verdiler: “Popülerleşmek gibi bir arzumuz yok; bu ülkedeki anarşist görsel propaganda kültürünü geliştirmeye çalışıyoruz. Genç Siviller gibi yapılanmalardan farkımız, dar ve köktenci bir siyasal çevrenin hizmetinde çalışmamamızdır.
Çeşitli altkültür yayınlarında bize ait bilgi parçacıkları bulabilirsiniz ancak biz bir yol haritası veremeyeceğiz. Şahsınıza saygımız sonsuz ama gazetenizde yer almayı hiçbir şekilde istemiyoruz.”
Ahahahahah! Nasıl ama, süper karakterliler di mi?
Neyse işte size son eserlerinden bir örnek. Eğlenceli bir Pazar günü isterseniz icmihrak.blogspot.com. Öptüm.
Yazının Devamını Oku

Abdülhamid’i germeyen kartpostallar 100 yıl sonra doçenti gerdi

20 Haziran 2009
Harput mimarisi sempozyumunda sergilenmesi planlanan kartpostallar, Misak-ı Milli’ye saygısızlık ve misyonerlik gerekçesiyle sansürlendi. Olay şöyle cereyan eder:
Mimarlar Odası’nın Elazığ-Harput’ta şube açması şerefine 5-6 Haziran’da bir sempozyum düzenlenir. ÇEKÜL, Elazığ Valiliği, belediye ve Fırat Üniversitesi’nin ortaklaşa yaptığı bu sempozyumda Harput mimarisi enine boyuna ele alınacaktır.
Harput mimarisi ve kültüründe önemli bir yeri olan Ermenilerle ilgili bir bölümün sempozyumda yeralmasının faydalı olacağını düşünen ÇEKÜL Vakfı, Birzamanlar Yayıncılık’ın sahibi Osman Kökder’i arar.
Kökder’in Türkiye Ermenileriyle ilgili birçok araştırması ve kitabı vardır. Önceden elinde bulundurduğu Orlando Carlo Calumeno’nun koleksiyonundaki kartpostalları tasnif eder ve “100 Yıl Önce Harput’ta Ermeniler” başlıklı sergiyi kısa sürede hazırlar. Sempozyumun yapılacağı otelin konferans salonuna yerleştirmeye başlar.

MİSAK-I MİLLİ’YE SAYGISIZLIK

100 yıllık kartpostallar daha duvarlara asılırken orada bulunan Fırat Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Yüksel Arslantaş’ı rahatsız eder. Elazığ halkının hassasiyetleriyle bağdaşmayacağını filan söyler.
Arslantaş ve yanındaki diğer akademisyenlerin yarattığı bu küçük çaplı, homur homur nümayişten tedirgin olan Mimarlar Odası Elazığ Şubesi Başkanı Mithat Coşkun da serginin toplatılmasına karar verir. Coşkun’a niye diye sordum: Uygun bulmadım, diye kısa ve öz bir yanıt verdi.
Alın size akademisyen eliyle son model sansür.
Tarihçe Arslantaş’ı da aradım ve sordum: “Bir tarihçi olarak 100 yıllık kartpostallarda neydi sizi rahatsız eden?”
“O resimlerde sadece Ermeni yapılarının gösterilmesi, Ermenilerin yanında Süryanilerden, Müslümanlardan söz edilmemesi, üstlerinde Ermenice ve İngilizce yazıların yazması... Ben, ‘Ermeniler yeryüzünden silinsin’ demiyorum ama bu sergideki bazı resimler bizim Misak-ı Milli sınırlarımıza saygı göstermeyen unsurlar içeriyordu” dedi.

BİR İLERİ YÜZ GERİ

Kökder’in sansür nedeniyle sergileyemediği bütün bu kartpostallar 20’nci Yüzyıl’ın başında yayınlanmış, en sansürcü padişahlardan biri olarak bilinen II. Abdülhamid devrinde Osmanlı’da satılmış ve postalanmış. Meğer “iki ileri bir geri” diye eleştirdiğimiz sosyal hayatımız ehven-i şermiş. Meğer “bir ileri 100 yıl geri” de gidebiliyormuşuz.
Beni asıl tedirgin eden, Yüksel Arslantaş gibi kişilerin bir üniversitede ders veriyor, geleceğin tarihçilerini yetiştiriyor olması.
Çok korkuyorum.
Yazının Devamını Oku

Kızıltepeli manifaturacıdan video art

14 Haziran 2009
28 yaşındaki Mehmet Ali Boran, Mardin Kızıltepe’de manifaturacı. Dükkandan arta kalan zamanda video art ve fotoğraf çekiyor. Bu videolardan bir tanesini Tophane’deki Outlet galerisine gönderiyor. Şimdi “Telaşa Mahal Yok” başlıklı karma serginin baş köşesinde o video. İstanbul’un en iğneleyici, en sert, en konuşturan genç sanatçılarına taş çıkarır, iddia ediyorum.

Sizi pek bir “relaks” gördüm İstanbullu sanatseverlerim... Sinir oluyorum size, çok bilmişliğinize, rahata düşkünlüğünüze.
28 yaşındaki Mehmet Ali Boran, Kızıltepe’den geldi.
Elinde müthiş bir video. Hepimizi sarsmaya geldi. Bir zahmet, toparlanın bakalım.
Mehmet Ali Boran, 7 kız, 4 erkek kardeşi arasında üniversiteyi bitiren tek Boran. Sanatçı ol mak istermiş, Sakarya Üniversitesi Seramik Bölümü’nü kazanabilmiş. Sonra dönmüş memlekete, oturmuş babasının manifaturacı dükkanının tezgahına.
Cevher varsa Kızıltepe’de de, bir manifaturacı dükkanının kumaş ruloları arasında da var.
Mehmet Ali, dükkandan arta kalan zamanda video art ve fotoğraf çekiyor.
Bu videolardan bir tanesini de Tophane’deki Outlet galerisine gönderiyor. Şimdi “Telaşa Mahal Yok” başlıklı karma serginin baş köşesinde o videosu.

Kahvehanede hazırol durumları

İstanbul’un en iğneleyici, en sert, en konuşturan genç sanatçılarına taş çıkarır, iddia ediyorum.
Videonun adı; “Hazırol Durumları”... Olay Kızıltepe’de bir kahvehanede geçiyor. Ahali bir tur okey ve bir tur poker döndürürken, nereden geldiği belli olmayan “çıt-pat” gibi manasız bir ses duyuluyor. Oyunlarına dalanlar bir anda, panik içinde, oturdukları yerden kalkıp hazırola geçiyor, birçoğu sisteme bağlılıklarını daha iyi göstermek için masaların üstüne tırmanıp hazır ol duruyorlar.
“Kahvehaneler ara ara basılır burada hep biliyorsun, biz Kürtlere kimlik sorulur. Alışığız yani hepimiz gerektiğinde hazırola geçmeye” diyor.
Nasıl ikna ettin bunca adamı Allahaşkına, nedir video art demediler mi, diye sordum. Zor oldu, dedi. Bazıları “Yahu şimdi bu video youtube’a düşer, makara malzemesi oluruz” demiş, bazıları Mehmet Ali’nin siyasi mesajını havada çakıp, birilerini rahatsız etmesek diye çekinmiş. Ama sonunda olmuş.
Bu videoyu Kızıltepe’de sergilese ne tepki alırdı?
“Eskiden olsa polis sorgusuz sualsiz beni alır, pata küte girişirdi. Şimdi ‘Sen ne demek istiyorsun’ derlerse, ‘Bu sanattır, sana ne’ deme lüksüm var” dedi.
E süpersin Mehmet Ali, iyi ki geldin bu sıkıcı İstanbul Cumhuriyeti’ne.
Videoyu 4 Temmuz’a kadar Outlet’te izleyebilirsiniz. (212) 245 55 05.
Yazının Devamını Oku

Allah şair kavgasından korusun

7 Haziran 2009
Entelektüellerin fevkalade insanlar olmadığına, zıvanadan çıktıklarında birbirlerine nasıl saldırabildiklerine bir kez daha şahit olduk.

İngiliz dilinde yazan bir şair için en prestijli makam olan Oxford Üniversitesi şiir kürsüsüne başkan olmak için yarışıyorlardı: Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilen Derek Walcott ve ödüllü şair Prof. Ruth Padel.
İşler bir anda pespayeleşti. Önce Walcott’un bir öğrencisine cinsel tacizde bulunduğu iddiası ortaya atıldı. Bunun üstüne işi Padel kaptı. Geçen hafta da anladık ki meğer Walcott’la ilgili iddiayı iki gazeteciye fısıldayan Padel’in ta kendisiymiş. Sonuçta Padel de utandı ve istifasını verdi.
Hemen bizim şair-i azamımızı, Hilmi Yavuz’u aradım. Türkiye’de şairler arasında yaşanmış en belden aşağı kavga hangisidir? “Çok vardır ama zirveye elbette Peyami (Safa) ve Nazım’ınki oturur. Galiz sayılabilecek ifadelerle birbirlerine girmişlerdir. Aç bak kızım, kendin gör” dedi. Öyle yaptım.
1935’lerde Tan Gazetesi’ndeki köşelerinden bakın birbirlerine ne demişler:
NAZIM: bir düşün oğlum/bir düşün ey yetimi safa/bir düşün ki, son defa anlayabilesin/sen bu kavgada bir nokta bile değil/bir küçük, eğri virgül/bir zavallı vesilesin!/ben kızabilir miyim sana?/sen de bilirsin ki, benim adetim değildir/bir posta tatarına/bir emir kuluna sövmek/efendisine kızıp uşağını dövmek/
PEYAMİ: gel bakayım/lüle lüle, kıvrım kıvrım, samur saçlı/pamuk tenli, al yanaklı sarı papam/gel bakayım yetimlikle maytap eden paşazadem/gel ki büyük babaların: enver paşa, nâzım paşa konağında/alıştığın gibi, alışıp yılıştığın gibi/seni her gün dizlerimde hoplatayım/şerefine bütün yetim çocukların/anasını satayım.

Annesine teyze demek zorunda kalmıştı

Aile fertlerini tarihi deşmek konusunda ikna etmesi bir olay, kamerayı alıp kendi hikayesiyle yüzleşmesi ayrı bir olay..

Yazının Devamını Oku