4 Ekim 2009
Önemli duyuru: Eğer entel görünümlü bir püritenseniz ya da engel olamadığınız tutucu bir tarafınız varsa; İnsanoğlunun üreme ve boşaltım sistemiyle ilgilenen sanat eserleri gördüğünüzde “Hiiii ne ayıp!” ya da “Bööghh! Şimdi kusarım bak” filan gibi tepkiler veriyorsanız;
Aşağıda bahsedeceğim sanatçıların eserleri sizin için tehlike arz ediyor. Ama bu huylarınızı değiştirirseniz de hem hayattan hem sanattan daha çok zevk alırsınız, onu da söyleyeyim.
Tehlike 1: Canan Şenol’un İbretnüma adlı videosu. Bienal’de önünde sıra olan tek video; çünkü sert, şiddetli ve çarpıcı. Güneydoğu Anadolu’da yaşayan çok güzel ve fakir bir kızın başına gelenleri anlatıyor. Kahramanlar Osmanlı minyatürlerini andırıyor, hikaye de Şenol’un kendi sesinden, Binbir Gece Masalları tarzında aktarılıyor. Temalar kabaca şöyle: Kadın bedeni, kadının güzelliği, cinsellik, ensest, oryantalizm... Çok başarılı ama zor bir video.
Tehlike 2: Mısırlı sanatçı Ghada Amer’in Dirimart’taki tabloları. Konumuz yine kadın bedeni ve cinsellik. Tuval üzerine iğne iplikle son derece provokatif ve pornografik kadın figürleri çizmiş. Amer diyor ki; bir kadın bedenini sevmeli ve onu baştan çıkarıcı bir araç olarak kullanmalı. Amer’e katılın katılmayın, sergi ilginç. Bazıları o kadar ilginç ki biz gazeteye basamıyoruz!
Sanat için çoluk çocuğun diline düştüm
Kardeşim Ali’ye, bilgisayarda mükemmel bir elektrik devresi inşa ettikten sonra kalan boş vakitlerinde, dört basamaklı iki sayıyı kafadan çarpmak dışında yararlı ve eğlenceli şeyler yapabileceğini göstermek istemiştim. “Sevaptır, ufku açılsın” diye düşünmüştüm ama hata ettim. İşte pişmanlığımın hikayesi:
Çocuğu tuttum kolundan, Akbank Sanat’taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” sergisine götürdüm.
İfadesiz bir suratla birinci kattaki videoları izledi, sonra da “Bu mudur, bu kadarsa gidelim” dedi. “Ne münasebet oğlum, daha yukarıda bir bu kadar daha olmalı!”
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2009
Ben ki, ÖSS’de tam geometri sorularını çözerken, yarısına kadar dolu su şişesini kitapçığın üstüne düşürmüş bir sakarım. Ben ki, bisikletle zar zor çıktığım yokuştan freni çekmeyi unuttuğum için, aynı hızda geri yuvarlanıp ağacın birine toslayacak kadar aptal olabilirim.
Patlatılan şampanyanın mantarı 10 kişi içinde gelip benim kafama isabet eder.
Dört arkadaş aynı yemeği ısmarlar yeriz, ben ishal olurum.
Düz yolda bile bir çıkıntı bulup tökezlemeyi başarabilirim. Harika biriyim, anladınız işte.
Bu dünyada tekim sanıyordum. Yanılmışım, ruh ikizimi buldum: Aslı Çavuşoğlu.
Tophane’nin yeni galerilerinden NON’da izledim videosunu. İsmi “Kötü bir şey olmuşsa, bana olmuştur.”
Benim gibi insanların başrolde olduğu, internette hızla yayılan videoların bir benzerini çekmiş. Başına gelmedik kalmıyor kızcağızın: Parktaki bir havuza uçuyor, dans ederken dolaptan tepesine kitaplar iniyor, hamaktan düşüyor, topa vurayım derken raketi kafasına patlatıyor, oynadığı küçük ve sevimli kız dondurmayı burnuna yapıştırıyor. Oluyor da oluyor.
Aynı ben! Aslı videoyu, “Yahu biz bu tiplere katıla katıla gülüyoruz ve iyi ki bizim değil de onların başına geldi bu olaylar diye rahatlıyoruz ama o insancıkların canı yanıyor o sırada” demek için çekmiş.
Ah Aslı, şu koca dünyada beni bir sen anladın. Çok sağ ol.
SERGİ AÇILIMI İÇİN YOL HARİTASI
Müstehzi bir gülümseme için: Mısır Apartmanı’ndaki Casa Dell’Arte’de “Where’s My Privacy? Nerede Benim Mahremiyetim?” başlıklı bir sergi var. Lale Altunel küçük bir odayı kocaman alçı kulaklarla donatmış. İçine girince “Şşş, yerin kulağı var!”, “Sessiz olun, sonra konuşuruz” gibi gaipten sesler duyuyorsunuz. Kulaklar devasa ve alçıdan ama durum hiç de gerçeküstü değil. Hepimiz paranoyak olmadık mı, telefonum dinleniyor mu acaba diye. Ki bence kesin dinleniyordur!
Büyülenmek için: Hale Tenger’in “Rüzgarların Dinlendiği Yer” enstalasyonu müthiş. Galeri Nev’de başka bir dünya yaratmış, daha doğrusu galaksi. İki kocaman yerküre, biri gece biri gündüz, dönüyorlar. “Houston, we got a problem” deyip çıktım. Duyduğuma göre İstanbul Modern’in şef küratörü müze koleksiyonuna katmak için bu enstalasyona şimdiden göz dikmiş.
Soğuk Savaş hissiyatı için: Ya sabır ve selamet! Ben Ruslardan çok korktukça karşıma çıkıyorlar. Yapı Kredi Kazım Taşkent Galeri’de Olga Chernysheva’nın sergisi beni çok sarstı. Bir kere girişte 6 tane büyük boyutlu siyah beyaz Rus fotoğrafı karşılıyor insanı. Moskova’daki çeşitli kurumlarda çalışan güvenlik görevlileriymiş bunlar. Annecim! Gulyabani’den kaçar gibi, titreyerek ve hızla içeri girdim. İçeride de üç video var. Tren adlı videoda klasik Rus tiplemelerini görüyorsunuz. Yaşlı bir adam Puşkin’den bir pasaj okuyor. Eve gidip bir Amerikan komedisi koyup izlemeliyim ki aslıma rücu edebileyim.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2009
Zihin açar. Dünyanın çeşitli yerlerindeki sanat ortamlarında neler olduğunu anlarsınız. Sadece sanat ortamını değil, o ülkeyi de. Bir ülkenin hal-i pür melalini merak ediyorsanız ya taksicisini bulacaksınız ya sanatçısını, altın kural budur.
Çok yakışıklı yabancı erkekler ve acayip kıyafetli kızlar aynı çatı altında toplanıyor bu sayede. Bienal mekanları olan Tütün Deposu ve Antrepo’nun çatısı biraz büyük ama idare edin artık. O kadar da efor harcayacaksınız.
Yine Antrepo’daki Jumana Emil’in Nar adlı videosunu izlerken yere konmuş minderlerde 10 dakika kadar kestirebilirsiniz. İnsan hem kafa hem de beden olarak feci yoruluyor çünkü gezerken, gidin biraz uzanın, şarj olun.
Sanja Ivekovic’in Devrim adlı serisini temel bir ilişki tavsiyesi olarak kabul edip rahatlayabilirsiniz. Ivekovic’in birkaç parçadan oluşan eskizlerinde kız kurbağanın prense dönüşmesini bekliyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyor. Olmuyor! Yani hiç boşuna bekleme kimse değişmiyor, kurbağaysa kurbağadır, nokta.
RABIH SÖYLESEYDİ, BASKIN HOCA’NIN TELEFONUNU VERİRDİM
“Ne olduğunu bilmediğim bir savaşın parçası olduğum için özür dilerim. Bu savaşı sınıflar arası bir savaş sanma kara cahilliğine düştüğüm, elime verilen silahı sorgusuz sualsiz ateşlediğim, gidip 1 ay Küba’da gerilla eğitimi aldığım için özür dilerim.”
Lübnan’ın en ünlü sanatçılarından Rabih Mroue söylüyor bunları. Bienalin Antrepo’daki sergi alanında rastladım onun “Ben, Aşağıda İmzası Olan” adlı videosuna. İfadesiz bir suratla duruyor ve bir dış ses Lübnan iç savaşı sırasında (1975-1991) yaptığı hatalar nedeniyle özür diliyor. Farazi bir özür tabii bu. Yani o söylediği feci şeylerin büyük bölümünü yapmadı. Ülkesindeki bir savaş için kendi halkından özür diliyor, özür dilenebilir mi, bunun sınırları nedir onu araştırıyor. Rabih Mroue, keşke bu kadar uğraşmasaydı. Söyleseydi böyle bir merakım var özürle ilgili diye, verirdim Baskın Oran’ın telefonunu. Hoca her zamanki sakinliğiyle anlatırdı, Özür Kampanyası sonrasında başına neler geldiğini, aldığı tehdit ve nefret mektuplarını. Anlardı özür dilemenin sınırlarını, otururdu.
Hayret doğrusu
İnat ettim, iki gün üst üste, birer saat, Nişantaşı’ndaki Galeri Işık’ın karşısında oturup geleni geçeni inceledim. Galeride ünlü fotoğrafçı Ahmet Ertuğ’un devasa boyutta fotoğrafları sergileniyor. Dünyanın en ünlü tarihi kütüphanelerini öyle bir teknikle çekmiş ki, içinde hissediyorsunuz kendinizi. Galeri de çok iyi ışıklandırılmış. Hem dışarıdan hem içeriden harika görünüyor. Lakin Nişantaşlı’ya ne gam! Şehrin en şık, en ukala tipleri galerinin önünden öylece geçiyor, bu dev fotoğraflar neyin nesidir diye merak etmiyor. Bırakın içeri girip incelemeyi, vitrine bile takılmıyorlar.
Hadi liseli gençleri geçtim, onların kafasında “Abercrombie gömleğin sahtesini nerede bulurum lan acaba” gibi mühim sorular var. Peki ya siz, bir o kaldırımda bir bu kaldırımda salınan ve Burberry trençkot giyince kendisini İngiliz asilzadesi sanan kadın? E siz de ayrı bir hoşsunuz gömleğini böğrüne kadar açmış dolaşan beyefendi? Takip ettim; bir kez House Cafe’ye giderken, bir kez de karakolun karşısındaki büfeden puro almak için galerinin önünden iki defa geçtiniz. Para var, hava var, gerisi tın... Yahu insan refleks olarak merak eder de kafayı çevirir... Hayret doğrusu! Hey sanatçılar, size diyorum, açmayın ya sergi Nişantaşı’nda. İlla bir şey açacaksanız da o bir dükkan olsun, takıcı olsun, kahveci olsun. Ben de rahatlayayım. Sizin hakkınız yeniyor bu hayatta diye, 2 gündür aksi doktor Gregory House gibi dolaşıyorum. Aaaa!
İKİ SORULUK BİR ANKET
Nişantaşı’ndaki bu uğursuz gözlemlerim sonucunda www.artistmisin.com ve twitter.com/ezgibasaran aracılığıyla 2 soruluk bir anket yapmaya karar verdim. İlk soru: En son ne zaman bir galeriye gittiniz? Seçenekler: a) Geçen hafta b)1-2 ay oldu c)1 yıl önce d) Uğramam. Cevap verenlerin yüzde 30’u 1 yıl önce, yüzde 29’u ise hiç uğramam diyor. Gidiyorum diyenlerin de neredeyse yüzde 70’i İstiklal Caddesi ve çevresindeki galerileri tercih ediyor. İkinci soruya verilen cevaplardan da bunu anlıyoruz. Anket istatistiki açıdan bir şey ifade etmese de doğruları gösteriyor bence. Nişantaşı’nın bir galeri cenneti olduğunun kimse farkında değil.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2009
Bana göre yaşayan en önemli yazarlardan biri olan Haruki Murakami’nin “What I talk about when I talk about running-Koşmaktan bahsettiğimde neden bahsediyorum” adlı kitabını iki gün önce bitirdim. Yaşlanmak, yazmak ve bir yazar olarak bedeninin limitlerini araştırmak üzerine nefis bir kitap. New York Maratonu’na hazırlanırken her ay ne kadar koştuğunu, o sırada ne hissettiğini, bunun yazı yazmayla nasıl bir ilgisi olduğunu anlatıyor.
Murakami’nin “Koşmak disiplin işidir, her sabah limitlerinizi zorlamak için gerekli enerjiyi bulamayabilirsiniz. Bu da sizi üzer. O yüzden kimseye koşun diye telkinde bulunmam” sözüne hiç aldırmadım.
Sanki koşarsam, Murakami’nin yazma yeteneğine yaklaşacağım...
Sanki koşarsam, Murakami gibi kendimi çözebileceğim, onun gibi daha sabırlı ve net olabileceğim...
Önce havaya girdim, sonra da eşofmanlarımın içine.
PARAMIZ YOK AMA KAFAMIZ VAR
Tabii ben Murakami gibi Hawaii sahilinde mango ağaçlarının altında koşamıyorum. “Sağlık için Sanat: Murakami’ye Öykünmek” başlıklı bu projem için seçtiğim mekân Demokrasi Parkı. İmkânlarım bu kadarına elveriyor ama Ipod’uma Murakami’nin koşarken dinlediği grup olan Creedence Clearwater Revival’ın parçalarını eklemeyi ihmal etmiyorum. Paramız yok ama kafamız var!
Dakika 1.15 : Bu parkı da bayağı sel almış! Gölcüklere girmemek için koşmaktan öte folklor oynamam gerekebilir.
Dakika 3.40 : Yeşil mantolu sakallı bir adam yanımda koşmaya başladı. Sanırım şarap parası istiyor. Onu, malvarlığının yüzde 97’si oranında vergi cezası kesmekle tehdit etmeyi düşünüyorum.
Dakika 4.10 : Hızlandım, adam geride kaldı. Kendime güvenim tam. Murakami’nin çok iyi iş yapan caz barını kapatıp roman yazmaya karar verdiğinde hissettiği kalp çarpıntısının benzerini hissediyorum.
Dakika 8.25 : Dalağım şişti ya... Bu ne rezillik! Adam 60 yaşında günde 3.6 km koşuyor, bir de benim halime bakın. Puh, yazıklar olsun! Hiçbir zaman iyi bir yazar olamayacağım. Ay dursam mı şurada bir saniye?
Dakika 10: Su birikintisine girmeyeyim diye boşluğa bastım, sol bileğim burkuldu, iyi mi! Bu noktada kardeşim Ali ve mühendis akranlarının sık kullandığı bir deyimi kullanmak istiyorum: “Kahretsin! GG oldum”. İnternetteki bilgisayar oyunlarında kaybeden kişinin karşı tarafa söylediği ilk cümle olan Good Game’in (İyi oyundu) kısaltmasıdır GG. Yani denedim ama olmadı, kaybettim, bittim manasında.
Murakami’nin bana bir tendon borcu var ama haberi yok.
Bu galeri bilimkurgu filminde mi yaşıyor
Maçka Sanat Galerisi sezonu İtalya’da yaşayan sanatçımız Şükran Moral’ın Acı adlı sergisiyle açıyor. Bravo, süper. Sorun bunu bizlere haber veren yazıda:
Şükran Moral için “Mutasyon yeteneğiyle tanınan sanatçı...” diyor.
Vay vay! Buradan anlıyoruz ki galeri, sergisini açtığı dünyaca ünlü sanatçı Moral’ın genetik şifresini istediği gibi değiştirebildiğini düşünüyor.
İki ihtimal var: Moral, ya bozulmuş kromozomlarla doğdu ya da sonradan radyasyona filan maruz kalarak genetiği bir biçimde değişti. Bu olabilir, hatırlayın Örümcek Adam’a olmuştu.
Yalnız Moral’la kısa süre önce buluşup uzun uzun sohbet etmeme rağmen böyle bir mutasyon emaresi görememiş, sadece sıra dışı ve özel bir insan olduğunu düşünmüştüm.
Yoksa bende de miyoz ve mitoz bölünme yeteneği olduğu için mi fark edemedim? Maçka Sanat’ın yaşadığı dünyada herşey mümkün biliyorsunuz...
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2009
Tophane’deki Outlet galerisinin yeni sezon sergisi çok sağlam... Konu darbe... Halil Altındere, Köken Ergun, Bengü Kahraman ve Servet Koçyiğit’in işleri var. Köken’in alt kattaki Tanklove (Tankaşkı) adlı videosunu anlatmazsam ölürüm: Mekan, Danimarka’nın küçük bir kasabası... Müreffeh insanların güneşli sokaklarında olağan bir sabah... Aaa bir dakika! Nasıl yani? Karşıdan gelmekte olan bir tank mı?
Vallahi bildiğiniz tank. Asfalt yolda, har hur geliyor.
Kasabalıların bir bölümü aldırmıyor, bir bölümü de kaldırımlarda bekleşip gülüyorlar. Cep telefonlarıyla fotoğraf çekenler de var. “Herhalde bir kampanyadır, ya da sirk geldi şehre” diye düşünüyor olabilirler. İlginç olan akıllarına hiç kötü bir ihtimalin gelmiyor olması.
Darbe nedir hayatlarında tatmamışlar. Askeriyenin varlığından bile habersizler. Zaten askeriye de yok gibi. Köken videoyu yaparken askerlerden kolayca izin almış ama tankı tesis etmek uzun sürmüş. Çünkü ellerinde tank bile yokmuş! Ordunun esamisi okunmuyor diye buna denir.
Biz İstanbul sokaklarında tank görsek bir sabah ne yaparız bir düşünün. Atarım ben kendimi yere herhalde korkudan ve üzüntüden. Anadan babadan böyle gördük, normali budur! Danimarkalılar hiçbir şey bilmiyor.
Darbe sergisi 9 Eylül-17 Ekim arasında Outlet’te.
Madem sordunuz cevaplıyorum
Sevgili okuyucularım, şirin dostlarım, son bir aydır bana aynı telden sorular soruyorsunuz. İşte topluca cevaplıyorum:
SORU: Neden sanat dünyasındaki her şeye kıl oluyorsun, kendini ne zannediyorsun?
-E size de yani, bravo! Ne kadar sert başlıyorsunuz lafa. Benden betersiniz. Bakın, her şeye değil bazı şeylere kıl oluyorum ben. Örneğin Türkiye’deki hiçbir galerinin 5 tane Cy Twombly tablosunu yan yana asamayacak şekilde tasarlanmış dar, basık alanlarda faaliyet göstermesine (ortalama bir Twombly tablosu 300X200 cm) ifrit oluyorum. Böyle depodan bozma, labirent gibi galeriler olduğu sürece sanatçılar da büyük iş üretemiyor, fiyatlar yerinde sayıyor, bütün sanat pazarı baltalanıyor. Ayrıca bizler de gezdiğimizden gördüğümüzden keyif alamıyoruz. Şimdi buna kıl olmayayım da ne yapayım?
SORU: Kimsin sen? Sanattan ne anlarsın?
-Aaa olmuyor ama... Sizi kim gönderdi başıma, Allah aşkına? Kifayetsiz Muhteris Galericiler Birliği (KMGB) mi, Uydurdum Enstasalyon Oldu Sanatçılar Konfederasyonu (UEOSK) mu? Herhalde “Robert Rauschenberg’le ilgili en kapsayıcı sanat eleştirisini ben yaparım” iddiasıyla ortaya atmadık kendimizi değil mi? Biraz sakin olalım, kasmadan da sanattan zevk alınabileceği gerçeğiyle tanışalım. Şunu da söylemeden edemeyeceğim: ABD ve İngiltere’deki sanat camiası giderek daha az elitist oluyor ve bununla gurur duyuyor.
SORU: Çok paran olsa hangi Türk sanatçısının tablosunu almak isterdin?
-Çok paradan kasıt nedir? Bir miktar belirtmediğinize göre Karun kadar rahat olacağım. Bir Mübin Orhon ya da Fahrelnisa Zeid tablosu olacaktır ilk tercihim. Ne güzel hayal kurduruyorsunuz insana. Hep böyle kalın.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2009
Marcel Proust anketindeki "Size en fazla keyif veren kötü huyunuz nedir" sorusuna hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: "Yapmamam gereken şeyleri yapmak!" Yine yaptım ve yine garip bir duruma düştüm.
Bir öğlen vakti... İstanbul Modern’in alt katındayım. Sergilerin düzenlendiği büyük alan ilk kez, tek bir sanatçıya ayrılmış durumda.
Sanatçı da Sarkis...
Çağdaş sanatın en önemli aktörlerinden biri...
Batı’da adı en çok bilinen, eserlerine atıfta bulunulan sanatçımız.
Konu enstalasyon ise söze "Böyle buyurdu Sarkis" diye başlamak gerekir, o kadarını söyleyeyim.
PERVASIZCA DALDIM ZINK DİYE KALDIM
Sarkis, şu anda Site adlı retrospektif sergisini hazırlamak üzere müzenin alt katındaki beyaz brandalarla kapatılmış bölgede çalışıyor.
Ziyaretçi yasak! Hiç aldırmam. Pervasızca dalıyorum içeri. Zınk diye kalıyorum.
Büyük bölümünü kurmuş, ’Site’sinin. Burası bir sergi alanı değil artık. Mabet yaratmış. O, beni fark etmeden dolaşıyorum, ayakucunda.
Her odada başka bir hikáye, her hikayede ağzınızı açık bırakacak detaylar.
Sadece Sarkis’in sanat serüvenine değil, çağdaş sanatın son 50 yılına bir methiye gibi bu sergi.
Acayip bir şey, lafla anlatılacak gibi değil. Kafasının çalışma şekli, düşüncelerinin sıralanışı o kadar başka ve garip yollar izliyor ki, "Ben de insanım ama bu adam başka bir tür" herhalde diye geçiriyorsunuz. Onun her bir ışık huzmesinden başka bir fikir, duygu ve ilham dökülen enstalasyonları karşısında küçülüyorsunuz.
Şımarık bir serseri gibi girdiğim ziyarete kapalı sergi alanından küçük bir karınca gibi çıkıyorum.
Eğer Tophane’de saat 2-3 arasında karşıdan karşıya geçmeye çalışan hasır şapkalı bir karınca gördüyseniz, sakin olun, delirmediniz!
O karınca bendim.
Not: Sergi normal ve aklı başında insanlar için 10 Eylül’de açılıyor İstanbul Modern’de. Bir değil, iki gününüzü ayırın. Gördükleriniz karşısında şoke olacaksınız!
MARDUK’TAN DAHA BÜYÜK TEHLİKE
Marduk gezegeni 2012’de dünyamıza çarpacak mı diye endişe edenler gaflet uykusunda bana kalırsa. Bu tarihe odaklanmışlar, gerçek tehlikeleri görmüyorlar.
Dünyamızı, Marduk değil, nüfusun yarısının tasarımcı olma ihtirası bitirecek.
Herkes sanatçı, herkes bir şeyler tasarlıyor, Yarabbim. Birçok şeye olduğu gibi buna da karşıyım.
Londralı bir grup genç tasarımcı ve bilgisayar mühendisi de bu ölümcül ihtirası besleyecek bir proje geliştirmiş: Digital Forming. İnternet üzerinden, kabası hazır olan vazoları, kaseleri, kalemleri, limon sıkacaklarını istediğiniz gibi değiştiriyorsunuz, sonra sizin yaptığınız objeleri üretiyorlar. Yaratıcı olduğunu düşünen dünya vatandaşlarının yaptığı bu objeler Londra Fen Müzesi’nde sergilenecek bir de sonra. Çok kötü bir gelişme bana göre ama hevesine ve merakına yenilenler için şu linki vermeyi görev addediyorum: www.ucodo.com. Ekim ayında yayına başlayacak.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2009
GRANT, REEVES VE PITT’İN SİNEMAYI BIRAKTIK AÇIKLAMALARINA... Bir kere Hugh Grant “Artık paparazzilerden ve Hollywood’dan ari, sakin bir hayat yaşamak istiyorum” kartını yıllar önce de kullanmıştı. Sonra yine uyduruk romantik komedilerde aynı sakar ve kekeme İngiliz rolünde karşımızda belirdi. Dolayısıyla inandırıcı değil. Brad Pitt, ihtimaldir ki, “Hanım çalışsın, ben çocuklara bakayım, bir yandan da politikaya girerim” ruh halinde. Bir seneye kalmaz, bunalır, kendini bir sete atar. Keanu Reeves ise bir anda aslında hiç rol yapamadığını fark etmiş olabilir. Yani bir terslik olmazsa o, gerçekten bu işi bırakabilir. Çok da iyi olur. Yine de işgüzar ve paragöz prodüktörün biri çıkıp bu hayırlı olaya engel olacak diye endişe ediyorum.
MONA LISA’YA ÇAY FİNCANI ATILDIĞINA... Dünyanın en değerli tablosuna, dünyanın en iyi korunan müzesinde fincan fırlatmak ne demek? Oha değil, Ohannesburg! Yahu Luvr’a girerken her bir şeyimizi kapıda bırakıyoruz. Fincanı nereden buldun? Mona Lisa’nın önünde her zaman bölük bölük Japon turistler ve 4-5 tane güvenlik görevlisi oluyor. Yakınına nasıl gelebildin? Anladığım kadarıyla güvenlikçilerin üstüne uçarak etkisiz hale getirdiği Rus ziyaretçi “Fincan Fırlatma Operasyonuna” baş koymuş. Eşyaları zorunlu olarak girişteki vestiyere bıraktıktan sonra gidip müze dükkanından bir hatıra fincanı satın almış, sonra da uzak bir yerden nişan almış. Nezaretten çıkınca marifetini oligark abilerine anlatır artık. Ziyaretçi değil, ayıcık! Neyse ki bardak tabloyu çevreleyen kurşun geçirmez cama çarpıp parçalanmış, yani Mona sağlam.
YALE’İN İSLAM ALEMİNDEN BU KADAR ÇEKİNDİĞİNE... Üniversitenin yayınevi “Dünyayı Sallayan Karikatürler” başlıklı bir kitap çıkaracak Kasım ayında. Bir Danimarka gazetesinde yayınlandıktan sonra Müslümanlar arasında infiale ve 200 kişinin ölümüyle sonuçlanan şiddetli olaylara sebep olan 12 adet Hz. Muhammed karikatürünü koymama kararı almışlar. Bunu anlarım, şakaya gelecek, kahramanlık yapılacak bir durum yok. Fakat editörler o kadar endişelilermiş ki Dante’nin Inferno’sunda yer alan, Gustave Dore imzalı Hz. Muhammed eskizini de kitaba dahil etmeyeceklermiş. Bu kadar da değil artık. O eskiz yüzlerce kez basıldı, internette bile var. Madem bu kadar çekiniyorsun, niye dünyayı sallayan karikatürler başlıklı iddialı bir kitap çıkarıyorsun. Siyaseten doğruculuk bile diyemeyeceğim buna.
MOZART’IN BADEMCİK AMELİYATINDAN ÖLDÜĞÜNE... 1791’de Sihirli Flüt’ün Prag’daki galasından Avusturya’ya dönmüş, iki gün sonra da ölmüştü. 35 yaşında. Kayıtlara “zehirlenme” olarak geçen olayın peşini bırakmamış günümüz doktorları. O dönemde Viyana ve çevresindeki ölüm kayıtlarını filan da inceleyerek bir araştırma yayınladılar Amerikan iç hastalıkları dergisi “Annals of Internal Medicine”ın Ağustos sayısında. Doktorların vardığı sonuç şu: Requiem’i yazmakta olan genç Mozart’ı çok büyük ihtimalle o sırada salgın olan streptokok mikrobu götürdü. Bu nedir? Bademcik iltitabı. Ne kadar yazık...O anda şöyle esaslı bir penisilin el altında olsaydı tarih başka türlü tecelli edebilirdi yani, öyle mi?
Bu koleksiyonerlere bayılıyorum
Canan Pak ve Barbaros Çağa...
Düşük profil kalmayı tercih ettikleri, gösteriş olsun diye değil de gerçekten sanata destek vermek için eser satın aldıkları için isimlerini duymamış olabilirsiniz.
Ama onlar Türk çağdaş sanatı için çok önemliler.
Sessiz sessiz destek oldukları sergi ve genç sanatçıların isimlerini saymakla bitmez.
Bir örnek: Dolapdere’nin arka sokaklarında kar amacı gütmeyen bir sanatçı platformu olan PİST onların sayesinde ayakta kalıyor. PİST’in sahipleri Didem Özbek ve Osman Bozkurt’un Frieze sanat fuarında çok ses getiren şeker küpleri işine Canan Pak destek olmuştu. İtalyan sanatçılarla birlikte eylülde açacakları Transits 2 sergisine de Barbaros Çağa.
Ne diyeyim, sanat hamisi böyle olunuyor işte.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2009
Daha kanlısını çok okudum ama İsmail Pelit’in Türk Oluşmaları kitabına başlarken böyle hikâyelerle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum. Sayfaları çevirdikçe, “Vay vay vay” ya da “Of of... Neee oha!” gibi tepkiler veriyorum.
Okudukça geriliyorum, sinirlerim tel tel ayrılıyor ama kitabı da elimden bırakamıyorum.
Daha kanlısını, vahşisini, sertini çok okudum ama İsmail Pelit’in (27) “Türk Oluşmaları” kitabına başlarken böyle hikâyelerle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum.
Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir gencin milliyetçilikle ilgili fikirlerini bulacağımı sanıyordum. Sarsılmam o yüzden doğaldır.
İsmail’in kitabındaki 15 kısa öykünün merkezinde Türk bayrağı, bolca kan ve garip ölümler var.
Mesela bir adam intihar etmeye karar veriyor, önce gidip bir dövmecide alnına Türk bayrağı yaptırıyor, sonra namluyu tam bayrağın orta yerine yerleştirip tetiği çekiyor.
NİĞDE’DE GİYİM MAĞAZASI VAR
Diğer hikâye: Karısını öldüren adam, kadının yüzünü bayrakla kapatıyor.
“Sonsuz Devlet” başlıklı hikâyede de oğlunun kafasını kılıçla kesen baba, akan kanı beyaz tülbente emdiriyor, sonra da tülbenti balkonda kurutup bayrak yapıyor.
Anladınız işte, sertliği biraz sürrealliğinden geliyor.
İsmail, yazarlığı heves olarak gören ve biraz da bu hevesle dalgasını geçen bir babayla, 6 yaşına kadar ona her gün Kuran okuyan bir annenin oğlu. Muhafazakâr bir ailedir benimkisi ama dinin bütün gereklerini yerine getirmezler, diyor. Liseyi Çorum’da okumuş, sonra Fatih Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’ne girmiş ama bitirmemiş. Şimdi Niğde’de yaşıyor, karısıyla bir giyim mağazası işletiyor. Ve kitap yazıyor.
İsmail’e bin tane soru sordum, Türk Oluşmaları ne demek, niye bayrağa taktın ve niye hikâyelerdeki herkes ölüyor filan gibi... Sakin sakin cevapladı: “Türk Oluşmaları 10 yıl önce yazdığım bir yazıda kullandığım bir deyimdi. Bu hikayelerde bayrak var çünkü bana göre Türk olarak yaşamanın temel nesnesi bayrak. Bayrağa ve Türklüğümüze garip bir kutsiyet atfediyoruz. Bunu da ancak saçma ve kurgulanmış hikayeler yazarak gösterebileceğimi düşündüm. Milliyetçileri karikatürize etmek değildi niyetim, sadece ırka ve bayrağa bu kadar bağlı yaşamaya anlam veremiyorum. İsmet Özel’i çok sevmeme rağmen onun ‘Türkler üstün ırktır’ demesini çözemiyorum. Sürreal karakterlerin kol gezdiği hikâyelerimde de bunu yansıttım. Bana göre milliyetçiyim diyen bir sürü insanınki ısmarlanmış, garip bir milliyetçilik!”
“Kürt sorununu çözerken Türk sorunu yaratmayalım” tabelalarının hayatımıza asıldığı bugünlerde İsmail’in “Türk Oluşmaları”nı mutlaka okuyun derim. Okuyun ki, onun dünyasında kafanız karışsın. Kafa karışıklığı çoğu zaman iyidir.
Mesela ben hafiften sıyırdığım zamanlar, çok sağlıklı hissediyorum. Bu bir oksimoron değil, gerçek.
Bir kısım erkek sanatçıya “sıkıyorsa” mektubu
Lütfen “Türk sinemasında kadın hikâyelerinin ele alınmadığını” düşünüp önümüzdeki 2 yılınızı kadın hikâyelerine ayırmayın.
Lütfen hem televizyon için hem de sinema için kadın kahramanlar belgeseli ya da sizin deyiminizle “kadın odaklı” diziler çekmeyin.
Lütfen “kadının düşünce ve ruhunu anatomisiyle birleştirip soyut ve somut” heykeller yapmayın.
Lütfen “kadınların İstanbul’u” fotoğrafları çekip sergi açmayın.
Anlıyorum, içinde kadın geçen sergiler, filmler daha çok satar, daha kolay popüler olurum sanıyorsunuz.
Ticari zekânızı takdir etsem de bu yaratıcılıkla ancak kıt kanaat geçinebileceğiniz bilgisini sizinle paylaşmak isterim.
Yapmayın böyle şeyler, çok rica ederim.
Mesela biz kadınlar, bu girişimlerinizi, bu hamasi sunuşlarınızı samimiyetten uzak, yüzeysel, kıytırık ve süper geyik buluyoruz.
İlla kadınlara faydam olsun diye bir sanatçı olarak ölüp bitiyorsanız da, kendinizi anlatın. Sıkıyorsa anlatın da görelim.
Yazının Devamını Oku