Ezgi Başaran

İslamcı cenahın bu telaşından endişe duyuyorum

29 Kasım 2009
Bir aydır muhafazakâr kesimin güçlü aktörleri “Siyasette, ticarette bir numarayız, her şeyi yaptık da niye kültür sanatta sıfırız” diye tasalanıyor. Zaman’dan İskender Pala, Ekrem Dumanlı ve Yeni Şafak’tan Ömer Lekesiz’in bu sohbetine limon sıkmak zorundayım, üzgünüm.

İskender Pala başlattı. 6 bölümden oluşan ve bir ay süren yazılarının başlığı, Kültürel Meselelerimiz’di. Ekrem Dumanlı bir nefeslik boşluk yakaladığında araya girdi. “Muhafazakâr kesimde derin boşluk” yazısında Pala’nın endişelerine hak veriyordu.
Yeni Şafak’tan Ömer Lekesiz ise Pala’nın “Velhasıl kendini dönüştürecek bir sağ ayak aranıyor” diye biten tefrika halindeki yazılarını sert ve müdanasız şekilde eleştirdi. Önce “Nedir bu sağ ayaklar” dedi, sonra hızını alamadı birkaç gün önce “İlgi dilencileri” diye Pala’ya feci şekilde çıkıştı.
Lekesiz, “Kültür-sanat alanında solun ördüğü etten duvar bir zaman sonra fanatik bir baskıya dönüşebilir” diyen Dumanlı’ya ve “Sol ayak doğru bildiğini sanat diye bize dayatıyor ve sanatın çıtasını belirleme hakkını elinde bulunduruyor” diyen Pala’ya iplerin neden solun elinde olduğunu özetle şöyle açıklıyordu: “Sanat ve edebiyat doğası gereği muhalif olmayı gerektirir, böyle beslenir. Dünyanın neresine giderseniz gidin sanat ve edebi iktidar solcuların elindedir çünkü onlar apriori olarak muhaliftir.”
İKAME YÖNTEMİYLE NEREYE KADAR
Hah, harika söylemiş işte. 1980’lerden beri zaman zaman ABD ve İngiltere’de de hortlayan “Sanat solcuların bir komplosu mudur?” tartışmaları zaten hep bu mantıkla teskin edildi. Sol ayak-sağ ayak ayrımının en azından benim ömrüm çerçevesinde hiçbir manalı karşılığı olmadığı için Lekesiz’in sözlerine ekleyecek yeni bir şey de bulamıyorum. Çünkü sol sanat-sağ sanat ayrımı da eski, demode. Ama beni irkilten asıl başka bir şey var.
Dumanlı da Pala da İslamcı cenahta öne çıkaracakları, popüler, genç, taze bir romancıları, sanatçıları, tiyatrocuları, sinemacıları olmadığını kabul ediyorlar. Fakat bu özeleştiriyi yaparken körü körüne bir “onlar ve biz” ayrımına düşüyorlar. Mesela Pala gazetelerdeki kültür sanat haberlerine bakınca şöyle hissediyormuş: “Bahsedilen etkinlikler, tanıtılan kitaplar, filmler, sergiler ve öne çıkarılan yazarlar, sanat adamları sanki beni yok etmek, tarihten silmek üzerine söz birliği etmişçesine acımasız. Sahip olduğum binlerce yıllık geçmiş de, içinden geldiğim gelenek ve kültür birikimi de hiçbirinin umurunda değil.” Pala herhalde uçukluk olarak gördüğü çağdaş sanat ürünlerine yeterince göz gezdirmemiş ki, böyle hissediyor. Çünkü 90’lardan beri Türkiye’de çağdaş sanat, kimlik nedir, öteki kimdir, etnik kökeni, cinsiyet farklılıklarını ve demokrasi pratiğini sorgular. Bu neden Pala’yı hiç ilgilendirmesin, niye dışlasın? Anladığım kadarıyla Pala, ahlaklı, ehil, kontrol edilebilir ürünler veren sanatçılar yaratmak istiyor. Ehil ve kontrol edilebilen kelimeleri sanatla yan yana geldiğinde oksimoron oluyor ama olsun, belli ki böyle bir telaşı var. Diyor ki, “Yurtdışına kültür ve sanat eğitimi için her yıl 300 öğrenci gönderecek Milli Eğitim Bakanı aranıyor. Bu öğrencilerde milli değerlere bağlılığı önkoşul görecek bürokratlar aranıyor.” Sanat eğitimi almak için milli değerlere bağlılık şartı hangi devrin şartı?
İskender Pala istediği sanatçıyı yaratsın, istediğini düşünsün bize ne diyemezsiniz. Çünkü o muhafazakâr kesimin kültür sanat alanındaki en önemli güç simsarlarından biridir. İstanbul’da belediyelerin düzenlediği birçok sanat etkinliğinin danışma kurulunda yer alır. Divan Edebiyatı konusundaki ustalığı bir yana, sadece bu özellikleri nedeniyle önemsenmeli. O yüzden onun ve Ekrem Dumanlı’nın “Kendi popüler sanat elçilerimizi yaratmalıyız” telaşı muhafazakâr kesimin bu konuyu kendine gerçekten dert ettiğine ve acilen gereğini yapmaya karar verdiğine bir işaret.

Yazının Devamını Oku

Cem Kozlu’nun uçağını Karamehmet’in rüyasını YORUMLUYORUM

22 Kasım 2009
İşadamı Mehmet Emin Karamehmet’in ve Cem Kozlu’nun 14 yaşındayken yaptığı suluboya resimleri buldum. Peki bu son derece etkileyici resimlerin arkasında ne var?

Robert Kolej’in tiyatro salonu fuayesinde çok ilginç bir sergi açıldı. 1950-60 yılları arasında Robert’te resim öğretmenliği yapmış olan ünlü ressam İlhami Demirci’nin öğrencilerine ait resimler var bu sergide. İlginç olan öğrencilerinin kimler olduğu: Engin Cezzar, Zeki Alasya, İsmail Cem, Aydın Menderes, Hasan Subaşı, Hüsnü Özyeğin, Herkül Milas, Rona Yırcalı...
Bunlardan Hazırlık II-C öğrencilerinden Cem Kozlu ve Mehmet Emin Karaahmet’in yaptığı suluboya resimleri ayrıca incelemek gerektiğini düşünüyorum. Birinci sebep; gerçekten iyi olmaları. Notunun çok kıt olduğu bilinen Demirci Hoca gibi birinden 9-10 almayı başaran birkaç öğrenciden biri Karamehmet ve Kozlu.
RENGİN PSİKOLOJİSİNE GİRMEK ZORUNDA KALDIM
Yani işadamı olmayı değil de ressam olmayı seçselerdi, eminim yine isimlerini biliyor olurduk.
Gelelim, resimlerin içeriğine... Uzun yıllar THY’nin yönetim kurulu başkanlığını yapmış Cem Kozlu’nun 14 yaşındayken yaptığı şu resme bakın... Çölde düşen bir uçak... 2003’te THY’deki görevinden ayrılmadan kısa süre önce düşen Diyarbakır uçağını Sisifos efsanesine benzetmişti Cem Bey... Yıllarca çalışıp didinip THY’yi kaliteli ve güvenli bir havayolu şirketi mertebesine eriştirdikten sonra uçağın düşmesi... Kan ter içinde uçurumun en tepesine çıkardığı kayanın bir anda yuvarlanması gibi onu üzmüştü. Bu suluboya resmine bakınca “14 yaşında korktuğu şey başına gelmiş” diyebilir miyiz?
Kozlu’nun sınıf arkadaşı Karamehmet’in “Rüya” adını verdiği bu resmi yorumlamak için ise gelişkin bilgi teçhizatına ihtiyaç duydum. Renklerin insanlar üstündeki etkisi üzerine 25 kitap yazmış olan Faber Birren ve Mac Pfister’in bilimsel yayınlarından faydalandım. Sonucu açıklıyorum:
Kırmızı, liderlik ve cömertlik belirtisi. Bunu fark etmiştik! Karamehmet’in Rüya’sında kırmızıdan daha çok kullandığı sarı ise gözlem ve analiz yeteneğini haber veriyor. Birren’e göre renk skalasının sıcak diliminde yer alan sarı, kırmızı, turuncuyu kullananlar daha dışa dönük ve psikolojinin “normal” kategorisine koyduğu insanlardır. Renk Piramidi Testi’nin babası Max Pfister de diyor ki, sarıyı tercih edenler mantığını duygularının önünde tutar.

Yazının Devamını Oku

Eşcinsellerin aşkı neden daha tutkulu?

15 Kasım 2009
Bu sezonun en çok konuşulan oyunu “Shopping and Fucking” bana bu soruyu sordurdu. Peki cevabı bulabildim mi? <br><br>Valla bir-iki teorim var.

Genç adam uzun bir öğürtüden sonra kustu. Önce kızı, sonra oğlanı öptü.
Uyuşturucu sattılar.
Amentü gibi her lafa küfürle başladılar.
Kendilerini aklınıza gelebilecek her şekilde sattılar.
Her yerde, ne kadar duygusuz olabilecekse öyle, seks yaptılar.
Tiyatro DOT’un “Shopping and Fucking” (Alışveriş ve S***ş) oyununun ritmi bu.
Bu ritmin sonu ne olur: Tam bir “folie a quatre...” Yani dört genç insanın bulaşıcı bir psikozun içinde kaybolup gitmeleri.

Yazının Devamını Oku

Bir Bestseller nasıl yoktan var edilir

8 Kasım 2009
Çok ama çok ilginç bir olayla karşı karşıyayım. Bu olayın adını muhteviyatını anlattıktan sonra gelin birlikte koyalım isterseniz. Remzi Kitabevi’nde, D&R’da ve Kabalcı Kitabevi’nde çok satanlar rafının baş köşesinde duran Kayıp Gül adlı romanı elime aldım. Yazarı daha önce adını hiç duymadığım Robert Kolej mezunu Serdar Özkan. Benim adını hiç duymamış olmam bir kriter değil; incelemeye devam ediyorum. Ön kapağın tepesinde “Uluslararası Bestseller” ibaresi var. Vay be, galiba satın alacağım! Sol alt köşede de Slovenya’dan Air Beletrina’nın “Büyük bir global başarı. Simyacı, Küçük Prens ve Martı’yı sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap” yorumu. Air Beletrina nedir bilmiyorum ama kitabı Küçük Prens ve Simyacı’yla aynı kefeye koyuyor, kesinlikle alıyorum!
Aldım ve okudum. Kabaca, kayıp ikizini arayan Diana adlı bir kadının hikayesini anlatıyor. Bana göre sırtını Doğu kültürüne ve mistisizmine dayamış, Doğu’yu afili bir pakete sarıp Batı’ya satma eğiliminde, oryantalizm kokan, en insaflı deyişle ortalama bir kitap. Böyle kitap yazmak suç mu? Hiç değil. Fakat böyle kitaba “40 ülkede 28 farklı dile çevrildi” bandı takmak, uluslararası bestseller tabelası çakmak, Küçük Prens’le bir tutmak neyin nesi? Kıllandım ve araştırmaya başladım.

HABER 7 SİTESİ VE UFO DERGİSİ

Yazarın, birkaç röportajında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Elif Şafak’la karşılaştırıldığından bahsettiğini de okuyunca, demek ki dedim, edebi bir kaygısı da var. Öyleyse ilk baskısı 2003’te yapılmış bu kitap, ne gibi önemli eleştirmenlerden, ne gibi tepkiler almış bakayım. Kitabın arka kapağına ve web sitesine övgü dolu yorumlar yazanlar kim? Mesela Ayşe Olgun. Haber 7 sitesinde yazan bir gazeteci. Mesela Kanada’da kabloludan yayın yapan TVA kanalından Christine Michaud. “İçinizdeki iyiliği keşfedin” tarzında konferanslar veren, ev hanımlarına “kendine güven” atölyeleri düzenleyen bir TV figürü. “Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’tan sonra romanı en fazla yabancı dile çevrilen Türk yazar” ibaresini kullanan Moleskine City nedir peki? Prestijli bir defter markası olan Moleskine’in web sitesinde dünya metropolleriyle ilgili bilgiler içeren bir bölümün adı. Yazar Özkan’la İstanbul’un neresi güzeldir mantığına oturtulmuş 3 soruluk bir röportaj yapılmış. Sözkonusu ibare de kimin yaptığı belli olmayan bu röportajın başına eklenen 5 satırlık giriş kısmında yer alıyor. Durun daha bitmedi: “Gerçek mutluluğu aramak üzerine ilham verici harikularde bir öykü” yorumunu yapan Magazin2000 Plus ise yayın çizgisini doğaüstü olaylara, özellikle UFO’larla temas eden kişilerin öykülerine adayan bir Alman dergisi.
İmdiii... Gelelim çok satma mevzusuna...

KISACA YÜZBİNLERLE İFADE EDİYORUZ

Önce kitabın Türkiye’deki yayınevi Timaş’ı arayıp ne kadar sattığını sordum: 55 bin adet. Peki dedim yurtdışında, yayınlandığı 40 ülkede ne kadar sattı? Yüzbinlerle ifade ediyoruz dediler. O ne demek?
Yazar Serdar Özkan’ı aradığımda da bana kesin bir rakam veremeyeceğini çünkü yabancı ülkelerdeki kesin satış rakamlarının onu temsil eden ajansa ancak bir yıl sonra ulaştığını söyledi. E iyi de o zaman neye göre Uluslararası Bestseller diye kitabın üstüne yazıyorsunuz? “Çünkü” dedi, “Çeşitli ülkelerde bestseller listelerine girmişti.” Öyleyse bana o listelerin bir kopyasını gönderebilir misiniz? Ben bu listelerin en saygın olanı New York Times Bestseller’da rastlayamadım?!
Bu isteğime aynen şu yanıtı verdi: “Takdir edersiniz ki yabancı dillerdeki listeleri takip etmek son derece zor. Ben şahsi çabamla 4-5 adet listeyi saklamıştım ama sizin sorgulama biçiminizden pek iyi niyetli bir gazeteci olmadığınızı düşündüğümden bu listeleri de sizinle paylaşmam.” Yazarın bu sözleri durumu yeterince açık şekilde gözler önüne serse de araştırmaya devam etme kararı aldım ve Serdar Özkan’ı uluslararası platformda temsil eden ajans Baror’la irtibata geçtim. Baror’dan Heather Hanım’a Kayıp Gül’ün uluslararası satış rakamını sordum. Bana son derece şen ve tanıdık bir cevap verdi: “Çok iyi. Yüzbinler civarında!” İyi ama Heather Hanım böyle bir laf olabilir mi, kaç yüz binler? 200 bin mi, 400 bin mi, 800 bin mi? Küsuratında değilim ama yaklaşık bir rakam söyleyin Allahaşkına! “Yok öyle bir rakam veremiyoruz. Yüzbinler civarı...”
Üşenmedim Özkan’ın web sitesinde adını verdiği yabancı yayınevlerine ulaşmaya çalıştım. Yayınevlerinin çoğu çok küçük olduğundan ulaşmak ve karşıda yetkili birini bulmak son derece zor oldu. Örneğin kitabın Japonya’daki baskısını yapan Village Books’u bir türlü bulamadım. Washington’daki Village Books yayınevi belki dağıtımını yapıyordur diye onlarla irtibata geçtim. Bana “Böyle bir yazarları olmadığını, başka bir Village Books yayınevinin varlığından da haberdar olmadıklarını” söylediler. Onlar haberdar olmayabilir, Japonya’da mutlaka böyle bir yayınevi ya da dağıtıcı vardır, herhalde ben ulaşamadım. Bu arada kitabı Fransa’da basan Presses du Chatelet’den bir satış rakamı elde etmeyi başardım. Yayınevinden Sandrine Robinet aynen şu yanıtı verdi: “Bu kitaptan 6 bin adet satmışız.”

BİRAZ MANTIK, BİRAZ MATEMATİKLE ÇÖZELİM

Şimdi gelin, birlikte biraz matematik, biraz mantık kullanarak Kayıp Gül’ün sadece kapağında yer alan iddiaların doğruluğu konusunda karar verelim:
İddia: Küçük Prens ve Simyacı’dan sonra mutlaka okunması gereken bir kitap! Bunu söyleyen saygın bir edebi figür mü? Hayır Slovenya’dan herhangi bir haber sitesi.
İddia: Uluslararası Bestseller! Neye göre? Bana yabancı ülkelerdeki satış rakamını veremiyorsunuz, Türkiye’deki ve Fransa’daki satışı ortada. Yazarın internetten topladığı 4-5 tane ne idüğü belirsiz bestseller listesine dayanarak kitabın kapağına “Uluslararası Bestseller” yazmak etik mi?
Ben bir gazeteci olarak, daha da önemlisi bir tüketici olarak bu soruları soruyorum diye kitabın yazarı tarafından hemen “kötü niyetli” yaftası yedim. Öyleyse bunca soruşturmadan sonra ben de bu yapılanın bir kitap pazarlamanın ötesinde kandırmaca olduğunu söylersem peşin hükümlü davranmış olmam, değil mi?
Serdar Özkan’ın, tek amacı adını yazar olarak duyurmak isteyen iyi bir insan olduğuna şüphem yok ama bu hikaye bana, hayal ettiği kişinin yerine geçmek için her şeyi göze alan bir adamı anlatan Patricia Highsmith’in “Yetenekli Bay Ripley” romanını hatırlatıyor. Ama sanıyorsanız ki, “Edebiyatın Yetenekli Bay Özkan’ı” diye bir laf söyleyeceğim, yanılıyorsunuz. Söylersem gerçekten kötü niyetli olurum.
Yazının Devamını Oku

10 üstünden puan veriyorum

1 Kasım 2009
Not defterimi açtım, ekim ayı boyunca yaşadığımız belli başlı kültür sanat olaylarına puanlarımı veriyorum. Ve bunu hiç de sıfırcı hoca düğmeme basılmış gibi değil, şefkatli ve sevgi dolu bir Ezgi olarak yapıyorum. En azından başlarken iyi niyetliyim, sonrası kader kısmet...

*  Türkiye çağdaş sanat piyasasının en başarılı ve dikkat çekici genç ressamlarından, hem yabancı hem yerli koleksiyonerlerin göz diktiği Burcu Perçin, Mehmet Günyeli-Leyla Alaton boşanmasında bir anda yuva yıkan kadına indirgenmesine, üzüntüsünden ölse de sessiz kalma asaletini ve dirayetini gösterdiği için 10 PUAN.
*  Megalomanlığı Mars’taki vatandaşlar tarafından bile bilinen harika ressamımız Bedri Baykam’la Asmalımescit’te yemek yiyen ve tahminimce yemek boyunca bir tur Baykam’ın ABD’de ne kadar tanındığını, ne kadar çok sergi açtığını, bir tur da yüksek siyasi fikirlerini dinlemek zorunda kalan Ahmet Hakan’a sabrından dolayı 10 PUAN.
*  İki kelam etmesine fırsat kalmamıştır, eminim ama sessiz sessiz uzaklara bakarken bile bir yemek boyunca Ahmet Hakan’a katlanmanın hiç kolay olmayacağını tahmin ettiğimden Bedri Baykam’ın da hakkını teslim etmek isterim. Ona da 10 PUAN.
*  Mısırlı sanatçı Ghada Amer’in pornografik kadın figürlerinden sonra şimdi de eserlerinde hayvan kadavraları ve kan kullanan Avusturyalı Hermann Nitsch’in ilk kişisel sergisini açmayı planlayan Nişantaşı galerisi Dirimart’a cesaretinden dolayı 8 PUAN.
*  Güneydoğu’daki sanatçıları İstanbul’a getirip ilk kişisel sergilerini açarak gerçek Kürt açılımını yapan, şimdi de Fikret Atay’ın “Batman Batman’a Karşı” sergisiyle çok sağlam videolar izlememize imkân sağlayan Tophane galerisi Outlet’e 8 PUAN.
*  Birkaç iş dışında bize konuşacak, düşünecek pek bir şey sunamayan, büyük bir galeri sergisinin ötesine geçemeyen bu yılki Bienal’in Antrepo’daki bölümüne
üzülerek 5 PUAN.

Hey erkekler! ONLARI YİNE DE SEVECEK MİSİNİZ?

Yazının Devamını Oku

Yeter! İstanbul Bale’nin çektiği bu ıstırap bitsin

25 Ekim 2009
Kamelyalı Kadın’la ilgili önce iyi şeyler, sonra acı gerçekler: Aynı zamanda Portekiz Devlet Opera ve Balesi’nde çalışan Mehmet Balkan’ın Verdi’nin Kamelyalı Kadın Operası’ndan uyarladığı koreografi çok zekiceydi. Uzun yıllardır takip ettiğim solistlerden İlke Kodal ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İdobale) en kıskanılan yakışıklı yıldızı Arkın Zirek sakatlıktan yeni çıkmış olmasına rağmen tam formundaydı. Ama bunların hiçbiri temsili kurtaramadı, kurtaramaz da. Çünkü:
1. İdobale’nin mahkum edildiği Süreyya Operası’nın sahnesi ne bu dansçıları ne herhangi başka bir koreografiyi ne de köklü izleyicisini kaldıramayacak kadar küçük. AKM sahnesinin tam olarak dörtte biri. Ne dansçılar yerleşebiliyor ne dekor iyi duruyor. Önümüzdeki ay Mehmet Balkan, Don Kişot gibi bir baleyi nasıl Süreyya’ya sığdıracak çok ama çok merak ediyorum.
2. AKM sahnesinin arka planındaki teknik ekipmanın onda biri Süreyya’da yok. O yüzden de temsilin orta yerinde tepeden patır kütür bir şey düşebiliyor. Düştü de.
3. Orkestraya yer yok. Işıklar kapanıyor, biz seyirciler olarak cd’den Verdi dinliyoruz... Bu nasıl iş? E gelin benim evin salonunda da bu ortamı yaratırım ben size.
4. Sahnenin zemini dans etmeye elverişli şekilde inşa edilmediği için çok sert. Üç gün üst üste temsile çıkan dansçılar kas ağrısından geberiyor.
AKM’ye dönüşün bir hayal olduğu konuşuluyorken bugünlerde, ben İdobale dansçılarına isyan etmelerini öneriyorum. Artık bu rezaleti anlatmak için Taksim Meydanı’nda Kuğu Gölü mü oynarsınız, pankart mı açarsınız bilmiyorum. Ama bir şey yapın. Ya da hiç uğraşmayın. Arkın Zirek, İlke Kodal, Deniz Kılınç, Selim Borak, Barış Adikti, Egemen Kement... Siz, çok yetenekli sanatçılara sesleniyorum: Gidin buradan, Avrupa’da bir kumpanya bulun, “Adım Göçü” yapın. Hem canınızı hem kariyerinizi kurtarın. Biz de öyle kalalım. Hakediyoruz. Koca İdobale’nin geldiği nokta budur.

Kimse kusura bakmasın Hiç Güzel Hareketler değil

Yazma kızım diyorum kendi kendime. Yazma bak, liseden arkadaşın da oynuyor, ayıptır, yapma bunu! Fakat artık daha fazla tutamayacağım kendimi.
Yılmaz Erdoğan’ın “Gençlere destek oluyorum, harika biriyim” projesi olan Çok Güzel Hareketler Bunlar son derece vasat bir müsamereler bütünü.
Sözde zamanın ruhunu yakalayan, gençlik jargonunu çok iyi yöneten skeçler yazılacak, biz de oyuncu olmak isteyen gençlerin, bir Popstar yarışmasında olduğu gibi, sahnede nasıl gelişip serpildiğini izleyecektik. Hani nerede?
Yoğun ilgi skeçleri yazanlara faydalı bir güven aşılamadı, orası kesin. Kadınlar ve eşcinsellerle ilgili ucuz ve demode şakalar izleyip duruyoruz kaç zamandır.
Bu şakaların, her skeçin bitiminde büyük hoca olarak sahneye çıkıp not veren Yılmaz Erdoğan’dan “Keratalar yine yaptınız yapacağınızı” kalıbıyla tatlı sert bir aferin alıyor olması bir şey ifade etmiyor.
Ekibin Anadolu’yu dolaşıp salonları doldurması, üstüne skeçlerindeki karakterleri bastırdıkları tişörtlerin kapış kapış gitmesi de... Bütün bunlar BKM’nin ticari zekasının meyveleridir, ki bu konuda da kimse BKM’nin eline su dökemez.
Ama Allahaşkına doğru söyleyin, izlediğimiz bu tıknaz oyunculuğa kaç puan veriyorsunuz?
Bu mu gençlik, bu mu cesaret? Erkek egemen zihniyeti kaşıyarak güldürmek mi zeka?
Araya bir de sarhoş taklidi eklerlerse hoş geldin Olacak O Kadar... Hiç Beğenmiyorum nokta com.
Yazının Devamını Oku

Bu Ezgi başka... Zarif ve yetenekli!

18 Ekim 2009
Viyana’daki Spot On Turkey festivalinin bana büyük faydası dokundu. Hayır, bir anda hanım bir kıza dönüşmeyi öğrendiğim için değil, hayatta bambaşka tür bir Ezgi olunabileceğini gördüğüm için. Yakın arkadaşlarımın bana sıklıkla yönelttiği retorik bir soru vardır: “Kızım sen ayı mısın?!”
Çünkü genellikle kibar değilim ve çam devirmelerimin koca bir ormanı iç etmeye kadar vardığı olmuştur.
İKSV’nin Viyana’da düzenlediği “Spot On Turkey” festivalinin Avusturyalı ahaliye olduğu kadar bana da büyük faydası dokundu. Hayır, bir anda hanım bir kıza dönüşmeyi öğrendiğim için değil, hayatta bambaşka tür bir Ezgi olunabileceğini gördüğüm için.

29 yaşındaki Ezgi Kutlu eşine az rastlanır yetenekte bir soprano olmasının dışında hem sahnede hem de dışında bir zarafet timsaliydi.

Ana hatlarıyla tanıtayım, sonra siz bir yolunu bulup dinlersiniz :

Bugünlerde Avrupa’daki opera camiasında yeni yıldız olarak görülüyor, önce bu bilgiyi cebe koyun. Ankaralı öğretmen bir anne ve mühendis bir babanın büyük kızı. 14 yaşında Bilkent’in opera bölümüne burslu giriyor. Aslında bu, operaya başlamak için çok erken bir yaş ama sesi olağanüstü gelişkin bulunduğu için okula kabul ediliyor. Bilkent’ten sonra da dünyanın en prestijli müzik akademilerinden New York’taki Julliard School’da master’ını yapıyor. Ünlü Carnegie Hall’da sahneye çıkıyor, Cosi Fan Tutte, Sihirli Flüt, Carmen gibi belli başlı opera temsillerinde rol alıyor. Şimdi de Nürnberg Opera Balesi’nin as elemanlarından.

İKSV’nin Viyana’daki festivalinde “Tonkünstler Niederösterreich (Aşağı Avusturya) Orkestrası’yla sahneye çıktı ve Rossini söyledi. Sahnedeki hal ve tavırlarını, alımını, yeri geldiğinde nüktedanlığını görmeliydiniz.

SESİ PROVADA DUYAN ORKESTRA ŞOKE OLMUŞ

Kuliste buluştuğumuzda “Seyirciler size bayıldı, hele de sesinizi duyduklarında birbirlerini şaşkınlıkla dürten bir sürü çift gördüm” dediğimde Avrupa gibi opera geleneği olan bir kıtada bir Türk soprano olarak şok etkisi yarattığını anlattı: “Bu orkestrayla ilk kez çalıştım. Provada önce bir sessizlik oldu, sonra da orkestra elemanları bravo, bravo diye bağırdı. Benden beklemiyorlardı herhalde!”

Biz burada kendi meselelerimiz içine gömüldüğümüz ve yarattığımız gündemin en değerli ve önemli olduğunu düşündüğümüzden yurtdışında büyük başarılar elde eden genç Türk sanatçılardan bihaberiz.
Alın işte Ezgi Kutlu. İKSV sağ olsun bu festivaller sayesinde bulup çıkarıyor onları.

Senin deden de yapamazdı, yavrucum!

Sinsi, yerleşti mi gitmeyen, tedavi edilmedi mi muhakeme yeteneğini hepten zedeleyen bir mikroptur bu. Eğer bir çağdaş sanat sergisini gezerken bir kez olsun “Bu ne be, bu da sanat mı şimdi? Dedem de yapar aynısından ver bir boya kalemi!” dediyseniz, o mikrobu kapmışsınız demektir. Siz hastasınız! Bu kötü haberdi, şimdi iyisi geliyor. Ağrılı, yorucu ve zor bir süreçten geçmeniz gerekse de her şey henüz bitmiş değil; iyileşeceksiniz! Kötü sergiler, zorlama eserler, ucuz işler vardır, kabul ediyorum. Ama bu kafayla 1960’ların Amerikan Black Mountain Okulu tayfasına, Rauchenberg’lere, Willem de Koonig’lere, Jasper Johns’lara filan da kek gibi bakar, aynı kısır cümleyi kurarsınız. O yüzden iyileşmeniz şart. Size verdiğim bu 3 adımlık reçeteye harfiyen uyarsanız, tamamdır.

Bugünden başlayarak 18 Ekim-18 Kasım arasında en az 3 çağdaş sanat sergisi gezeceksiniz. Her birine en az 30 dakika ayıracaksınız. Sağlık için egzersiz çok ama çok önemli, duymuşsunuzdur bu kuralı. Kendinizi alıştıracak, beyninize idman yaptıracaksınız. 40 yıl evde oturup sadece dizi izlerseniz gördüğünüz ilk soyut ekspresyonist eserde “N’oluyor lan burada!” dersiniz tabii.

İyi hazırlanmış sergilerin girişinde bir ortaokul öğrencisinin bile okuyup anlayabileceği, sergi ve sanatçıya vâkıf olmanıza yarayacak kısa bilgiler asılıdır. Onları okursanız, sanatçı bunu ne zaman, niye yapmış, bir bütün içinde ne anlama geliyor, çözersiniz.

Bir ay sonunda hâlâ içinizdeki “Götür dedeme bir tuval yapsın aynısını abicim” sesini susturamıyorsanız benim şu sözlerimi hatırlayın: “Deden de yapamaz tatlım, inan bana yapamaz. Yapsaydı ben bilirdim. Yapsaydı zaten genetik veya çevresel faktör olarak sen de ondan feyz alırdın. Böylece benim kıytırık reçeteme ihtiyaç kalmadan içindeki sesin icabına çoktan bakmış olurdun.”
Yazının Devamını Oku

İyi fotoğrafçıya niye sıfır verdim Madonna’yı nasıl savundum

11 Ekim 2009
Martin Schreiber kim? <br><br>Ve ben ona neden sinir oldum? Cevapları sırasıyla alacaksınız, lütfen çok sabırlı olun çünkü hikaye giderek güzelleşiyor!
Mısır Apartmanı’nın ikinci katındaki Casa Dell’Arte’de Madonna’nın 30 yıl önce çekilmiş çıplak fotoğrafları sergileniyor. Schreiber da bu fotoğrafları çeken sanatçı. Fotoğraflar harika, öncelikle onu söyleyeyim. Madonna’nın çok sahici ve masum hallerini yakalamış.
Schreiber’la buluştuğumda “Bana Madonna’nın stüdyonuza geldiği ve bu fotoğrafları çektiğiniz günü anlatsanıza” dedim. Başladı: “Yıl 1979, ben New School’da nü fotoğraf dersi veriyorum. Her hafta sınıfa bir model alıyoruz ve dersi uygulamalı olarak yapıyoruz. Bir gün ajansı aradım ve bize sıra dışı bir yüz ve vücut gerekiyor dedim. Madonna’yı gönderdiler. Pijamasının üstüne geçirdiği bol bir gömlekle geldi. Bohem, sessiz, sakin, dansçı olma hayalleri kuran bir kız... 3 saat boyunca bize poz verdi, neredeyse hiç konuşmadı, sonunda da 30 dolar para ödedim.”

MADONNA O GECE BENDE KALDI DEYİVERDİ

“Ve gitti...” diye araya girdim, konuyu tam başka bir yere bağlayacakken, “Yok gitmedi, o gece bende kaldı” dedi. “Ha kız arkadaşınızdı öyle mi?” diye sorunca da “Yani nasıl tanımlarsınız bilmem ama 10-15 gün bende kaldı işte” demez mi?
İmdiii... Bir erkek birlikte olduğu kadınların arkasından “kiss and tell” yapıyorsa, yani bir başarı gibi onunla yattığını açıklıyorsa, kocaman bir sıfır! Schreiber, “Ağzımdan çıktı ama biraz kibarlık yapıp sevgilimdi diye toparlayayım” da demiyor dikkatinizi çekerim. Burada söz konusu kişi Madonna olduğu için Schreiber’ı hoş mu göreceğiz?
Durun zaten kendisinin “bir erkek olarak günahları” bununla da sınırlı kalmıyor: Schreiber bu çıplak fotoğrafları çektikten 5-6 yıl sonra Madonna ünlü oluyor ve TIME dergisinin kapağına çıkıyor. Bunun üstüne Schreiber hemen Playboy ve Penthouse dergilerini arayıp elinde çıplak Madonna fotoğrafları olduğunu söylüyor. İki dergiyi kapıştırarak büyük para karşılığında satıyor.
“İzin aldınız mı Madonna’dan” diye soruyorum. “İzin almama gerek yoktu ama bir kere PR’cısını arayıp not bıraktım. Geri dönmedi, ben de üstelemedim” diyor ve ekliyor, “Sonra öğrendim ki çok kızmış, zaten 30 yıldır görüşmüyoruz ama o benim arkamdan konuşuyormuş!”
Siz de bir hoşsunuz Martin Bey, kadın parasızken çektirdiği çıplak fotoğrafları ünlü olduktan sonra Playboy’da görünce kızar tabii... Ayrıca siz hâlâ o fotoğraflarla para kazanmaya devam ediyorsunuz!
“Yok onun kızdığı çıplak fotoğraflar değil, olayların onun kontrolü dışında gelişmesi. Sex diye son derece açık saçık bir kitap çıkarmış bir kadından söz ediyoruz. Madonna’dan söz ediyoruz, lütfen yani! Hem ben de yeni işlerimi sergilemek isterim ama Madonna fotoğraflarına çok talep var. Bana teşekkür etmesi lazım, onun yozlaşmadan önceki halini gösteriyorum bu fotoğraflar sayesinde” demez mi?
Sergi, fotoğrafların çekilişinin 30’uncu yılı vesilesiyle turnede. Şimdiye dek 8 ülke dolaşmış, koleksiyonerler bayılıyormuş!
İyi fotoğrafçı, eğlenceli bir röportaj konuğu ama hiç de klas olmayan bir erkek!

Metropolitan’ın İslam eserleri planı

Geçen hafta New York’taki Metropolitan Müzesi’ni iki yetkiliyle gezdim. Bana müzenin 2011 için önemli planları olduğunu anlattılar: Büyük bir İslam Eserleri bölümü açacaklar. Bunun için müzeyi yeniden düzenliyorlar çünkü bölüm 1800 metrekareye yayılan 15 farklı galeriden oluşacak. Heybetli bir avludan girilecek bu yeni komplekse. Müze, batı yarımküredeki en kapsamlı İslam eserleri koleksiyonuna sahip ve bunu daha görkemli bir şekilde sergileyecek anlayacağınız. “Bu galerilerden birine ismimi vermek istiyorum, İslam ve sanat dünyasında şanım yürüsün” diyorsanız, yapabilirsiniz bu arada. 3 milyon doları bastırınca oluyormuş!
Yazının Devamını Oku