21 Mart 2010
Önemli ressamlarımızdan Gencay Kasapçı, son birkaç aydır başına gelenleri anlatırken tansiyonu yine 20’lere fırladı. Tansiyon aletindeki ibrenin zirveyi zorlamasının altında Gencay Hanım’ın 76 yaşında olması değil, daha çok başına gelenlerin yarattığı fecaat hal yatıyor:
Kültür Bakanlığı 1964’te Gencay Kasapçı’ya iki adet heykel ısmarlamıştı. Bunlardan Özgürlük Anıtı isimli olan 1994’te Mersin Göçmen Kavşağı’nın ortasına, Portakal Ağacı Anıtı olan ise 1995’te Mersin’in girişindeki bir meydana yerleştirildi.
Portakal Ağacı Anıtı önce vandalizm kurbanı oldu, özel bir alüminyum ve boya kullanılarak yapılan turuncu küreleri aşındı. Sonra da belediye heykelin etrafına palmiyeler dikti, Portakal Ağacı Anıtı palmiye ormanının içinde resmen kayboldu. Saçmalığa bakın!
Durun daha yeni başlıyor...
Göçmen Kavşağı’ndaki Özgürlük Anıtı’nın bir parçası olan kuşlar ise her yıl azalıyor, sanki kanatlanıp uçuyordu. Daha da fenası Gencay Kasapçı’nın işlek bir meydana yerleştirildiği için özel olarak tasarlattığı ışık sistemi de bozulmuştu. Heykelin olmadık yerlerine yerleştirilen harcıâlem ampuller sürücülerin gözüne giriyor, ciddi tehlike arz ediyordu. Kasapçı bunu belediyeye bildirmesine rağmen aldırış eden olmadı.
Bir saniye, sabredin, hikâye giderek güzelleşiyor!
Bu arada palmiye ormanı içinde kaybolan Portakal Ağacı’nın başına gelenler bir Aziz Nesin öyküsüne konu olacak zenginliğe ulaşmıştı.
Eserin yıprandığına kanaat getiren belediye, sanatçıya danışmaya gerek görmeden onarma işlerine girişti.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2010
Fehmi Koru fasıl toplantıları düzenliyorsa,<br><br>Hıncal Uluç her salı ekürisini toplayıp geyik çeviriyorsa,
Topkapı Müzesi Müdürü Prof. İlber Ortaylı’nın da “saray piknikleri” var.
Topkapı Sarayı’ndaki odasına hazırlattığı 40 kişilik masaya şöyle bir baktı İlber Hoca ve “Pikniktir bu” dedi. “Müzenin kapalı olduğu günler ilgili ilgisiz birçok insanı bu masa etrafında toplarım...”
Konyalı Restoran’dan gelen zeytinyağlılar, börekler, haşlanmış yumurta, her çeşit peynir ve demli çay...
Bu masaya İlber Hoca “rustik piknik” de diyor. “Saray’daki Harika Köy Sofrası” da denilebilir bence... Peki bugünkü piknik kimin için?
Masanın tam ortasına kurulan İlber Hoca’nın yanında Avrupa Kiliseleri Başkanı Metropolitan Emmanuel oturuyor. Karşısında Fransız kardinaller, Bükreş kilisesinin papazı tarihçi Prof. Viorel Ionita... Ortalarda bir yerde ise sarışın minyon bir kadın...
Elena Gagarina... Uzaya ilk çıkan kozmonot Yuri Gagarin’in kızı, aynı zamanda Moskova’daki Kremlin Müzesi’nin müdürü.
Bütün bu insanlar saray pikniğinde nasıl buluştu?
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2010
Canhıraş pazarlıkların sessiz ve derinden yürütüldüğü, bir tablonun galeri standından prestijli bir koleksiyonerin ya da kaçın kurası bir sanat tacirinin eline geçtiği anda dökülen kanın mucizevi şekilde buharlaştığı bir mezbaha...
Uluslararası sanat fuarlarını elitist bir mezbahaya benzetenler çoktur. Bana göre ise dünya ekonomisine yön veren sanat piyasasının, yani galericiler, sanatçılar, küratörler ve tacirlerden oluşan sosyal zümrenin zımni kurallarını anlayabilmek için bulunmaz fırsat. Geçen hafta New York 55’inci Cadde’de sanat piyasasının en önem verdiği 5-6 büyük fuardan biri olan Armory Show vardı. Türkiye’den Dirimart ve PİST galerilerinin de katıldığı bu fuarın yazılı olmayan kuralları neydi araştırdım:
- Zengin olduğunu göstermek fuarda da makbul değildir. Kendilerine ait müzeleri olan ünlü koleksiyonerlerin bir bölümü spor pabuç ve eşofmanı andıran kıyafetlerle arz-ı endam ederler. Ünlü galerici kadınlar baştan ayağa siyah giyer ama üstlerindeki her parçanın marka olduğunu bilirsiniz. Sanat tacirleri ise biraz reklam panosu gibi dolaşır: Göze batan, renkli takım elbiseleri ve bu takımlarla eşleştirmeyi asla uygun bulmayacağınız pabuçlar... Sanatçıların elbette bir kıyafet kodu yok. Bazısı terliğin içine çorap giyiyor, bazısı jilet gibi, şık ve cool...
- Önemli koleksiyoncular gerekmedikçe koleksiyoncu olduklarını açıklamaz. Çünkü bugün sanat topluyor olmak bir statü sembolü. Bu yüzden gerçek koleksiyoncular bu işi sınıf atlama vesilesi yapanlardan ayrışmayı ister. Zaten piyasada onları bilen biliyordur.
- Tanınmış galericiler her fuar müşterisiyle uzun uzun sanat konuşmaktan nefret eder. Galerilerine gitseniz size saatlerini ayırabilirler ama fuarda asla. Galerici Barbara Gladstone’un bir lafı var: “Fuarda bu küçük standlara tıkılmış vaziyette sanat konuşmak çok zor. Amsterdam’da mahremini ortaya seren fahişeler gibi hissediyor insan kendini.”
- Bir galerici kıymetli bir eseri en yüksek fiyatı verene hemen teslim etmez. Fiyat verenleri listeler ve sonunda eserin
en prestijli eve
ya da koleksiyona gitmesine özen gösterir ki bu her zaman en yüksek fiyatı veren
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2010
Ben eğer bu şehirde yaşıyorsam sormak hakkım değil mi? Belediye’ye diyemez miyim; bu sergileri hangi kriterlere göre açıyorsunuz? Soramaz mıyım; bir sanat eserini sergileme adabı bu mudur? İsteyen istediği yerde istediği sanatçının istediği eserini sergiler.
İsterse duvarlarını en avangart video enstalasyonuyla donatır, ister bir sokak sanatçısının eskizleriyle... Beğenirsen ne ala, beğenmezsen bir daha uğramazsın.
Fakat bazı özel durumlar var ki böylesine basit bir tavır alarak geçiştirilmeyebilir. Örneğin bir şehrin kalbinin attığı altın noktaları kontrol edebilen seçilmiş kişilerin sanat anlayışı ve sergi adabı enine boyuna sorgulanabilir.
Sorgulayacağım çünkü buranın bir sakini olarak buna hakkım var. Bir süredir İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Harbiye’deki Cemal Reşit Rey (CRR) ve Beyoğlu’ndaki Tarık Zafer Tunaya’da (TZT) açtığı sergileri izliyorum. Ebru, tezhip, hat gibi geleneksel Türk el sanatlarını ön plana çıkarmayı tercih ediyorlar. Bazen de dişçiyken ressam olan, dekoratörken ağaç oymacılığına merak saran ya da bir kursa devam edip tezhip sanatını öğrenen kimselerin eserlerini sergilemeyi uygun buluyorlar.
Türk el sanatlarını ya da yarı amatör sayılabilecek sanatçıları desteklemekte hiç kötü bir yan yok.
Buna burun kıvırmak cahilce ve sersem bir seçkincilik çukuruna düşmek olur. Benim derdim önce bu sanat eserlerinin kim tarafından hangi kriterlere göre seçildiğini anlamak.
O yüzden sergi davetiyelerinde tek imzası olan Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Numan Güzey’i aradım. Bana CRR ve TZT gibi İstanbul’un her yanına yayılan belediyeye ait mekanlarda sergi açmak isteyen kişilerin kendilerine başvurduğunu, kültür kurulunun bu başvurular arasından bir seçim yaptığını anlattı. Kimlerden oluşuyor bu kültür kurulu diye sordum: “İskender Pala hocamız, Nevzat Bayhan ve ben...”
Peki kurulu inceleyelim:
1. Prof. Pala Türkiye’de yetkin bir isim ama en çok Divan Edebiyatı konusunda... Elbette el sanatlarıyla ilgili engin bilgileri vardır dolayısıyla Belediye’nin kendisine belirlediği sanat çizgisi için doğru bir isim olabilir.
2. Nevzat Bayhan Kültür A.Ş Genel Müdürü, yıllarca Zaman Gazetesi ve Cihan Haber Ajansı’nda köşe yazarlığı ve yöneticilik yapmış eski bir gazeteci...
3. Eskinin Bayrampaşa Altıntepsi imamı, bugünün Kültür Daire Başkanı Numan Güzey ise Başbakan Erdoğan’ın 30 yıllık ahbabı, aynı zamanda avukatı. Yani bir hukuk adamı.
LCD EKRAN DA KATI’ SERGİSİNE DAHİL MİYDİ?
Bir gazetecinin, bir din adamının ya da bir avukatın bir araya geldiğinde İstanbul’un ufkunu genişletecek bir sanat görüşü olabilir... Bunun için sanat eğitimi almış olmaya hacet yok. Ya da bu kurul sesini duyuramayan amatör sanatçılar arasından cevher keşfetme kabiliyetine sahip olabilir...
Ben bu şartlarda böyle bir ihtimali öngöremiyorum diye, yoktur demek değil.
Fakat sergi açmanın, ne olursa olsun bir sanat eseri sergilemenin bir adabı vardır. İşte bunun için bu işi ciddiye almak ve biraz uluslararası standartlar neymiş takip etmek elzem.
CRR gibi bir kültür merkezinin girişindeki iki kanatta son derece geniş bir alana sahip olacaksınız ve katı’ eserlerini lambiri duvarlarda, eğreti çubukların üstüne asacaksınız! Kopan çubukları hiç de estetik görünmeyen iptidai yöntemlerle tutturacaksınız! Ya da eserlerin arasında, orta yerde bir adet kocaman LCD ekran durmasından rahatsız olmayacaksınız!
TZT gibi bir merkezin girişindeki bir odayı sergi alanı olarak tahsis edeceksiniz ve eserlerin bir kısmını aydınlatacak, bir kısmını gölgede bırakacaksınız! Küçücük odanın girişine uyduruk bir masa yerleştirip eskimiş, sayfaları elde kalan bir ajandayı ziyaretçi defteri olarak devşireceksiniz!
Kusura bakmayın ve de nolur alınmayın ama bana göre bu rüküşlükten başka bir şey değildir.
Sağ sanat sol sanat diye ayırım yapmasanız...
“Bizim çevremizden niye iyi sanat çıkmıyor” diye kör bir hırsa gark olmasanız... Sergi kurmayı ve düzenlemeyi bilen birinden yardım isteseniz... Yine istediğiniz eserleri, istediğiniz sanatçıları ağırlasanız ama olması gerektiği gibi... Böylece bizi İstanbul’un göbeğindeki rüküşlük vesayetinden kurtarsanız...
Çok harika olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2010
Genç subaylar rahatsızdı. <br>Yedi yıl önce Mustafa Balbay Cumhuriyet gazetesinde bu manidar manşeti attığında öğrenmiştik. Şimdi bu manşet için kült olmuştur diyebiliriz. Vahameti bugünkü bilgilerimizle artan, bir yandan da esprisi yapılan bir kült... Geçen gün sinema yazarları arasında çıkan nümayiş sonunda “genç eleştirmenler rahatsız” dendi.
Fakat anlaşılıyor ki rahatsız olan gençlerin çeşitliliği kışla ve sinema salonuyla sınırlı değil.
Acaba genç sanatçılar da mı rahatsız?
Çağdaş sanat dergileri arasında en prestijli olanlarından Gençsanat bunu ima ediyor.
Diyor ki, sanat piyasasında kutuplaşmalar var, ana yollar birkaç adam tarafından tutuldu, genç sanatçılar bu durumdan rahatsız, hatta abartıyor “galericilerden tiksiniyorlar.”
Şimdiii...
Türkiye’de çağdaş sanat piyasası yeni yeni oturmaya, ikinci elde yani müzayedelerde yeni yeni milyonlar dönmeye başladı. Güçlenen her sektörde olduğu gibi sanat piyasasında da bu gücün simsarları, powerbroker’ları ve onların ekürileri olacak. Normal!
ARAYIP SORDUM RAHATSIZ OLANINIZ VAR MI?
Kimlerden söz ediyoruz, kim tutuyor piyasadaki turnikeleri?
İstanbul Modern’in küratörü Levent Çalıkoğlu, Platform Güncel Sanat’ın direktörü Vasıf Kortun, Contemporary İstanbul Fuarı’nın direktörü Ali Güreli, Ömer Koç’un danışmanı küratör Rene Block, Galerist’in sahibi Murat Pilevneli...
Onlar derginin ima ettiği gibi kötü adamlar değildir, işlerinin ehlidir, bir kere onu söyleyeyim.
Ama bu demek değil ki kayırdıkları gençler yoktur ve zaman zaman sesini duyurmak ya da yurtdışına açılmak isteyenler onlara biat etmek zorunda kalabilir.
Ama bunun nesi acayip anlamıyorum. “Peki bu adil mi” sorusunu da ancak dünyaya sadece birkaç gün önce ışınlanmış, hayatın sistemlerinden ve stratejilerinden bihaber naif biri sorabilir.
Bir süre galerisiz çalışmaya karar veren Burcu Perçin’e soruyorum: “Evet bazen işlerden çok ilişkiler daha değerli oluyor. Ama bu her sektörde böyle değil mi?” diye cevaplıyor.
Diğer önemli bir genç sanatçı olan Erinç Seymen’e soruyorum: “Evet o isimler güçlü ama yurtdışına açılmak için illa da Vasıf Kortun’un veritabanına dahil olmak zorunda değilsiniz. Piyasanın çarklarından çok rahatsız olanlar varsa onlarda da hata vardır” diyor.
Genç sanatçı Ali Taptık ise özetliyor: “Sanatçıya çok müdahale eden galeri de vardır, güç sahibi adamlar da... Fakat ben işi iyi olan bir genç için bunların çok manasız şeyler olduğunu düşünüyorum. New York’ta veya Londra’da piyasa çok daha acımasız.”
Demek ki neymiş: Bizim genç sanatçılarımız ne bihaber ne de rahatsızmış. Onların ayakları yere çok sağlam basıyormuş.
YILMAZ ÖZDİL’LİK GALERİ
İngiltere’de küçük ama çok prestijli bir galeri var: Abbot Hall. Sunday Times gazetesi bu galeriden hep sitayişle bahseder. Neredeyse 20 yıl önce devlet desteğiyle “The Great Picture” adlı çok kıymetli bir 17’inci yüzyıl triptiği satın alıyor. Triptik, üç kanatlı, katlanabilen devasa tablo şeklinde anlatılabilir. Boyutu 2.5 metrekare. İngiliz hükümeti bu galeriye destek olmuş ama bir de şartı var: Tabloyu kamunun hizmetine sunacaksın, yani sergileyeceksin. Galeri şu anda bu triptiği kaybetmek üzere çünkü devletin koyduğu sergileme şartını yerine getiremiyor. Hemen galeri yetkilisi Helen Watson’a ulaştım ve sebebini sordum. Watson aynen şöyle cevap verdi: “Bu devasa tabloyu galerinin kapısından içeri bir türlü sokamıyoruz. Her yolu denedik. Yan çevirdik olmadı, katlayıp denedik olmadı. Galerinin binası da birinci dereceden tarihi eser sayıldığı için değişiklik yapamıyoruz!” Nasıl, süper değil mi?
Birkaç hafta önce Metrobüs projesinin tüm “dahiyane” yönlerini müthiş bir hicivle ortaya koyan Yılmaz Özdil eminim bu galeriyi de yanaklarından öper.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2010
Turp gibiydim, keyfim yerinde, içim ferahtı. Ama bir deney uğruna, yani bilerek ve isteyerek, kendimi öyle bir cendereye soktum ki 24 saat önceki o huzurlu Ezgi’den eser kalmadı... Kötü Türk filmleri sağolsun...
Vizyondaki Türk filmlerine şöyle bir baktım ve bir deney yapmaya karar verdim. Hatırlar mısınız, bir ay boyunca sadece hamburger yiyen bir adamın sağlığı ne kadar bozulur diye test eden “Super Size Me” adlı bir belgesel vardı. İşte ben de benzerini Türk filmleri üzerinden yapacaktım. Bu deneyin bilimsel bir değeri olmasa da tutarlı bir metodolojisi olmalıydı: 24 saat boyunca kuvvetle muhtemel çok kötü olan filmleri arka arkaya izleyecek, bu yüklemenin sağlığımda ne gibi değişikler yapacağını not edecektim.
Deney için çeşitli arkadaşlarımdan ve aile üyelerinden yardım istedim. Önce bir kardiyolog olan annemden bana holter bağlamasını rica ettim. Holter 24 saat boyunca kişinin kalp ritmini ve tansiyonu ölçüp kaydeden akıllı bir alet. Annem 30 yıllık tıp bilgisini ve camiadaki prestijini benim saçmalıklarım uğruna heba edemeyeceğini açık bir dille anlattı. Yaptığı tek yardım dijital tansiyon aletini ödünç vermek oldu. Fakat gazetedeki iyi kalpli meslektaşlarım bana sonsuz destek verdi. Şefim Emre İskeçeli’nin göz yaşartan olağanüstü çabası sayesinde Recep İvedik 3’ün galasına son anda gidebildim, Şermin Terzi’nin yerinde müdahalesiyle Zombilerin Düğünü filmini deneyime dahil edebildim ve Kutsal Damacana’yla ilgili gözümden kaçabilecek bazı detaylara Kanat Atkaya’nın uyarılarıyla vakıf olabildim, filmin ruhunu yakalayabildim. Bir de gazeteciden dost olmaz derler... Ne büyük yalan!
RECEP İVEDİK-3 /GALA:
“Söz konusu mizahsa siyaseten doğruluk kalıpları tedavülden kalkabilir, espri zekice yapılmışsa en kabasına da tamam denir” şiarıyla başladım Recep İvedik’in üçüncüsüne. Niyetim iyi yani... Belki de o yüzden Recep ağzından çikolatalı puding fışkırttığında da, keçisine Behlül adını verdiğinde de kalbimin ritmine hakim olabildim. Ne de olsa ilkokul birinci sınıftayken bu şakaların tillahını yapmıştık, alışıktım. Evet filmde neredeyse hiç gülmedim ama bu demek değil ki film etkileyici değildir! Özellikle gülemeyenler için son derece etkileyici. Yanınızda yörenizde Recep İvedik’in ayağıyla okey taşını tuttuğu sahneye çok gülen kişiler görünce içinizi önce bir yalnızlık hissi kaplıyor. Herkesin sarhoş olduğu bir rakı masasında son derece ayık kalmanın yalnızlığına benziyor bu. Sonra da filmin ana teması, yani Recep’in pis bir adam oluşu bir koku suretinde salona sirayet ediyor. Resmen burnuma kötü ve karmaşık kokular gelmeye başlamıştı. İşte sağlığım bozuluyordu! Ama eğri oturup doğru konuşalım; siz hangi Fellini filminde gaipten bir koku duydunuz? Bu film etkileyici değil de nedir?
ZOMBİLERİN DÜĞÜNÜ /11.00:
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2010
Mahmud Ersoy kahraman bir gazeteciydi. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Hrant Dink gibi... Kafası kesilerek öldürüldü. Adını daha önce duymuş muydunuz? Ben geç tanıştım ama şu anda hakkında çok şey biliyorum. Yeni çıkan bir edebiyat dergisi sayesinde... 1950’lerin Türkiye’sinde “Kuvayı Milliye ruhunu” yaşatma gayreti içinde olan bir gazeteciydi, “yarım kalmış bir inkılabın” çocuğuydu. Kurtlar sofrasına dönmüş ülkede bir inşaat şirketinin çevirdiği dolapları, yolsuzlukları ortaya çıkardı. Sonra başsız bedeni bulundu.
Yaratıcısının uzun boylu, omuzları çarpıcı, gözleri pörsük, sesi gizli, cesur ve hakkaniyetli bir adam olarak anlattığı Mahmud Ersoy böyle kalleşçe öldürülmüştü ama zaten hiç yaşamamıştı.
Çünkü o Attila İlhan’ın “Kurtlar Sofrası” romanının baş kahramanıydı.
Onunla nasıl karşılaştım, nasıl tanıştım anlatayım:
Harika bir fikir üstüne kurulmuş nefis bir dergi çıktı piyasaya...
Adı “Roman Kahramanları”.
Üç ayda bir çıkacak ve sadece roman kahramanlarıyla ilgilenecek. Edebiyatçılar, akademisyenler, antropolog ve sosyologlar fiktif insanlar üzerine kafa patlatacaklar.
İlk sayıda hakkında sayfalarca makaleler yazılan dört kahraman var: Ferenc Molnar’ın Pal Sokağı Çocukları romanındaki Nemeçsek karakteri, Camus’nün Yabancı ve Veba’da karşımıza çıkan Meursault-Rieux kahramanı, Hasan Ali Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz romanındaki Alaaddin’i ve Attilâ İlhan’ın Kurtlar Sofrası’ndaki Mahmud Ersoy’u...
BİZ HİÇ YORULMADIK DESEM YALAN
İlgimi en çok Mahmud Ersoy’un çekmesinin en temel sebebi Attillâ İlhan’ın bu romanını okumamış, Ersoy karakteriyle tanışmamış olmamdı.
Abdi İpekçi cinayetini yeniden tartıştığımız bugünlerde Mahmud Ersoy karakterinin başına gelenleri, Demokrat Parti’nin son dönemlerini Attilâ İlhan’ın kaleminden dinlemek kekre ve tanıdık bir tat olarak dilime yapıştı.
Attilâ İlhan gibi yaşadığı toplumu iyi bilen, iyi çözümleyen bir yazar nasıl da sağlam bir şablon çıkarıyor onu gördüm.
Doğan Hızlan’la ve Prof. Kemal Karpat’la yakın zamanda yaptığım sohbetlerde hep aynı benzer cümleyle karşılaşmıştım: “Türklüğün ne olduğunu çözmek mi istiyorsun? Tanzimat’tan bu yana yazılmış bütün iyi romanları incelemen gerek!” Murat Belge de “Genesis” adlı son kitabında aslında böyle bir inceleme yaparak Türklerin gen haritasını çıkarmıştı.
“Roman Kahramanları” adlı bu dergide Mahmud Ersoy’u ameliyat masasına yatıran edebiyatçılardan biri olan Erendiz Atasü bakın ne diyor: “Yarım kalmış Atatürk devrimini tamamlamak üzere Anadolu’ya geçen Mahmud Ersoy imgesi, 15 yıl sonrasının 12 Mart döneminde, bu ülkenin idam sehpasına layık gördüğü, elini kana bulamamış masum ve merhametli devrimci gençlerin prototipidir. Hermann Broch, roman türünün kehanet özelliğinden ve bu özelliği yitirişinden söz eder. İşte Kurtlar Sofrası kehanet özelliğini yitirmemiş bir romandır.”
Eğer bu doğruysa, yani “Kurtlar Sofrası” 1950’ler dönemini anlatan birçok başka roman gibi bir kehanetse...
Buna tarih tekerrürden ibaret denmez, adi ve fasit bir dairede sıkıştık kaldık denir.
Despot iktidarlar, hâlâ masaya yumruk vuran askerler, yolsuzluk ve yozlukla kavrulan burjuvazinin kimi kesimleri... Ve susturulan, dokuz köyden kovulan, yetmedi öldürülen gazeteciler...
Bu kehanet kaderimizse... Ne yapacağız?
Kendimizi bir yerden atsak da memleketi üstümüzden atamayacağımıza göre...
Bülent Ortaçgil’in en sevdiğim şarkısına kulak vereceğiz: “Biz hiç yorulmadık... Biz hiç yenilmedik... Desem yalan... Oyuna devam...”
(Roman Kahramanları dergisini bütün büyük kitabevlerinde bulabilirsiniz.)
RÜYAMDA...
Şahan Gökbakar ve Şafak Sezer bir film yapmıştı. Bir damla İvedik, biraz Kutsal Damacana... Bir mizah şaheseriydi. Gül gül ölüyorduk. (Bayağı, sinemadaki herkes bir bir öldü!)
“2010 etkinlikleri gerçek anlamda detaylı olarak bana ulaşmış değil. O açıdan ne var ne yok bilmiyorum” diyen İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Suat Arıkan diplomatik filtresini eritip 2010 Kültür Başkenti konusundaki gerçek fikrini açıklayıveriyordu: “Saçmadır, olmamıştır. Takip de etmiyorum, zaten beni de bilgilendirdikleri yok! Hieeyyt!”
Okan Bayülgen Avatar’ın yönetmeni James Cameron’u tenhada kıstırıp “Evet filmdeki birçok karakter çalıntı... Özür dilerim, keşke senin ‘Kanalizasyon’ gibi özgün bir film yapabilseydim...” dedirtiyor, adamcağızı neredeyse hüngür hüngür ağlatıyordu.
Bu rüyadan ter içinde uyandım, katiyen kendime gelemiyorum!
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2010
Sanatın sınırı nedir? Hangi durumda bir eser suç unsuru taşır? Sorular eski, zaten tartışma da pek yeni sayılmaz... Ama Fransa’da bir hakimin, İngiltere’de ise bir müze müdürünün verdiği karar sanatın sınırları ve sansür konusunda yeni şeyler söylüyor. On yıl önce Bordeaux Çağdaş Sanat Müzesi’nde fotoğraf, enstalasyon ve videolardan oluşan bir sergi açılmıştı. Teması çağdaş sanat ve çocuklar arasındaki ilişkiydi ve birkaç fotoğraf en hafifinden “rahatsız edici” sayılırdı. Şikayet üzerine müze, sanatçı ve küratör hakkında soruşturma açıldı ama olay serginin kaldırılmasının ötesine geçmemiş, fazla büyütülmemişti. Fakat sergiden tam 10 yıl sonra bu yaz, başka bir hakim, meslektaşının konuyu küçük bir soruşturmayla kapatma tasarrufundan memnun kalmadı. Sergilenen eserlerin çocukları istismar ettiği, pedofili sınırlarında gezindiği gerekçeleriyle sanatçı ve müze yetkililerini ceza mahkemesine sevk etti.
İkinci olay Tate Modern’de iki ay önce yaşandı. Müze “Pop Life” adlı büyük ve karma bir sergi planlamıştı. Ünlü sanatçı Richard Prince’in 1983’te yaptığı “Spiritual America” adlı eser de bu sergide yer alıyordu.
Ama heyhat!
Eserin duvardaki ömrü pek kısa sürdü çünkü serginin reklamlarına rastlayan İngiliz polisi Tate Modern’e fırtına gibi girdi ve “Kaldırın bu fotoğrafı, çocuk istismarına girer, kamunun ahlakını bozar” dedi. Müze yetkilileri de iş mahkemelere düşmeden kapansın diye polisin istediği sansürü uyguladı. Neydi peki Scotland Yard’ı galeyana getiren, Tate Modern gibi bir müzenin bile endişe kuyularında tırnak yemesine sebep olan “Spiritual America”? Brooke Shields’ın 10 yaşındayken çekilmiş çıplak fotoğrafı.
Bu iki olay sonucunda sanatın sınırlarıyla ilgili şöyle bir konsensüse varıldığı söylenebilir:
Çıplaklık, cinsel organların gösterilmesi her zaman pornografinin kapısını açmaz. Sözkonusu çıplak kadın ya da erkeğin hangi bağlam ve şartlar altında sergilendiği önemli. Aynı fotoğrafı ya da tabloyu Playboy dergisinde yayınlarsanız başka, bir galeri ya da müzenin duvarına asarsanız başka mana ifade eder. Halihazırda Özgür Korkmazgil’in Casa Della Arte galerideki +18 adlı sergisini ele alalım. Pornografi üstüne düşünerek yaptığı tablolardan oluşuyor. Kimilerini rahatsız edecek komposizyonlar var, tahmin edersiniz. Ama bir sanat eseri, çıplaklık ya da cinsellik sırf ayıp geliyor, içimiz kaldırmıyor diye sansürlenemez. Çünkü zaten çoğunlukla eserin amacı rahatsız etmektir!
Sanatta çizgiyi çocuk istismarı noktasından çekeceğiz. İşin içinde herhangi bir biçimde çocuk varsa bu istismardır. Yani bir sanatçı “İyi de ben zaten bu işimle çocuk istismarını anlatıyorum” diyemiyor. Derse hem kendisi hem de o işi sergileyen kendisini ceza mahkemesinde buluyor.
Bana göre bu son derece adil.
SALINGER’A AĞIT
Hayatımı değiştiren münzevi... Öldün sen!
Ortaokulda okuduğum “The Catcher in the Rye” ergenliğimin kutsal kitabı olmuştu.
Kaleminin kuvvetini bir noktadan sonra sadece kendine saklamayı tercih eden bir küskün... Öldün sen!
Yarattığın anti-kahramanlar, yani Holden Caulfield, yani Franny ve Zoey kardeşler depresif arkadaş grubumuzun şeref konuklarıydı.
Gençliğimizi yalnız bırakmadığın için teşekkürler... Sana borcum var. Hoşçakal.
Yazının Devamını Oku