4 Temmuz 2010
Turgut Özal’ın bir kitap yazdığını bugüne kadar duymamış olabilir miyim? Olabilir, zaten birçok şeyi bilmiyor olabilirim.
Kitap özetle Anadolu tarihini ve kültürünü, bu kültürün Avrupa’yla ilişkisini anlatıyor.
Fakat kitabı incelemeye giriştikçe sorularım artmaya başladı: Özal, bazen yarım sayfayı bulan dipnotlarla, hayli titiz düzenlenmiş bir kaynakçayla desteklenmiş hayli akademik böyle bir çalışmayı ne zaman vakit bulup da yazmış? Gerçekten tek başına mı toparlamış tüm bu bilgileri?
Önsözü, arka kapağı iyice inceledim, Özal dışında herhangi birinden ya da ne bileyim Özal’ın kurmuş olabileceği bir araştırma ekibinden söz etmiyordu. Vay be dedim, demek ki Cumhurbaşkanı’yken oturmuş, internetin bile olmadığı bir dönemde kütüphanesine gömülmüş, yazmış. Öyle mi acaba? Öğrenmek için kitabı basan Yakın Plan Yayınları’nın yönetmeni Selman Kayabaşı’yı aradım.
Kayabaşı, büyük bir açık yüreklilikle kitabı nasıl keşfettiğini ve basılma sürecini anlattı: “Boğaziçi’nde tezimi yazarken Turgut Özal imzalı Fransızcası ve İngilizcesi olan ama Türkiye’de hiç basılmamış bir kitapla karşılaştım. Araştırmalarım sonucu Özal’ın bu kitabı 1989’da yazdığını ve aralarında Margaret Thatcher’ın da bulunduğu Avrupalı siyasetçilere hediye ettiğini öğrendim. Altı ay kadar önce Ahmet Özal’ı aradım ve kitabı Türkçe’ye tercüme ettirip basmak istediğimi söyledim, çok hoşuna gitti, çok yardımcı oldu. Semra Hanımefendi’ye telif ücretini ödeyip sürece başladık.”
TARİHÇİ Mİ AKADEMİSYEN Mİ
Peki Selman Bey, bir akademisyen olarak baktığınızda kitabın dilinin ve analizlerinin Turgut Özal gibi bir siyasetçinin kalemine göre fazla mesafeli ve akademik kaçtığını siz de düşünmediniz mi?
“Düşünmez olur muyum” dedi Selman Bey, “Sizin gibi ben de bunu sorguladım birkaç kez ama kitabın Fransızca baskısında yazar olarak Özal’ın adı geçtiği için kitabı öyle bastım... Ama Semra Hanım’a bu konuyu sordum bir defasında...” Semra Hanım bir süre önce yayıncı Selman Bey’e laf arasında bir akademisyenin kitabın hazırlanmasında Özal’a yardım ettiğini söylemiş.
Bir diğer tez, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlarından Savaş Barçın’dan: Özal, 1989’da Avrupalı parlamenterlere Türkiye’nin AB’ye girmesinin ne kadar faydalı olacağını anlatmak için böyle bir kitap hazırlamaya karar veriyor. Amaç, “Hey Avrupa biz ortak bir kaderi paylaşıyoruz” diyebilmek. Bunun için de Devlet Planlama Teşkilatı’nda bir araştırma grubu oluşturuyor, söz konusu grubun başında da tarihçi bir akademisyen var. Fakat Barçın da bu tarihçinin adını hatırlamıyor.
Israrlarım üzerine Selman Bey, gizli kahraman tarihçinin ismini öğrenmek için bir kez daha Semra Hanım’la irtibata geçti fakat nafile... Hatta işler iyice karıştı çünkü Semra Hanım bu kez de Özal’a yardımcı olan kişinin bir tarihçi değil, hariciyeci olduğunu, şimdilik ismini açıklamak istemediğini söyledi.
Aile isim vermekten kaçınıyor, yayıncı sorularına cevap bulamıyor... Bu arada 2007’de Fehmi Koru’nun MHP’ye aday olan rahmetli Gündüz Aktan’ın Türkiye tarihiyle ilgili fikirlerini eleştirmek için bu kitabı referans gösterdiğini, Aktan’a “Sen o kitapta böyle böyle yazmıştın” dediğine de şahit olmuştuk. Yani Özal ailesi ve yayıncı tarafından olay bir sır, bir muamma gibi takdim edilse de ‘Özal’ın yazdığı tek kitabın’ Gündüz Aktan tarafından yazıldığı kabul edilmiş, üstünden tartışmalar yürütülen bir gerçek... Bu durumda kitabın gelirlerinin nasıl paylaşılması gerektiği asıl soru herhalde...
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2010
Bilmem kaçıncı kez kanımı donduran bir insan hikayesini bir sanatçıdan öğreniyordum. Türk basınının hiç ilgisini çekmemişti dünyanın en iyi bilim insanlarını yetiştiren MIT’den mezun Pakistanlı nörobilimci Dr. Aafia Siddiqui’nin başına gelenler Tophane’deki Outlet sanat galerisinin duvarında kan kırmızı bir çerçevenin içine minyatür tekniğiyle işlenmiş mutlu bir mezuniyet fotoğrafını gördüğüm bu kadın artık sadece pratik olarak vardı.
Teoride ruhunu ABD’nin yargısız infazına, envai çeşit işkence yöntemleriyle bezeli sorgu sualine teslim etmişti.
N’olur dikkatlice dinleyin; 11 Eylül’den sonra kendisini daima terör saldırısı altında hissettiğinden hem kitleleri hem de özel olarak bazı bireyleri imha etmeyi hak tellaki eden bir kabadayı devletin yapabileceklerini göreceksiniz. Dr. Siddiqui’ninki ders çıkarılacak bir hikaye.
Üç çocuklu, dindar bir Müslüman olan Siddiqui’nin nahoş bir biçimde boşandığı ilk kocası ve ikinci kocasının amcası 11 Eylül’den sonra FBI tarafından sorgulanmıştı. Sözkonusu amca ‘Waterboarding’ (yere yatırılan kişinin suratına daimi olarak az tazyikli su boşaltılıyor ve bu, kişide boğulma hissi yaratıyor) adı verilen işkence yöntemiyle 180 kez sorgulandıktan sonra Aafia’nın El Kaide’yle ilişkisi olduğunu söyleyivermişti. Aafia bir anda dünyanın en tehlikeli ve aranan teröristi ilan edildi. Bundan kısa süre sonra 1 Mart 2003’te üç çocuğuyla ortadan kayboldu. 5 yıl boyunca hiç haber alınamadı ama iddialar Aafia’nın Afganistan’daki ABD üssünde yer alan bir hapishanede hayalet tutuklu olarak gözaltında olduğu yönündeydi. ABD hükümeti tabii ki bunu yalanladı.
17 Temmuz 2008’de Afganistan’da sefil vaziyette ortaya çıktı Aafia. Bitap koluna taktığı çantasında ölümcül virüsler ve biyolojik silah yapmaya yarayan kimyasallar bulunduğu iddia edildi. İlk uçakla ABD’ye postalandı ve hapse atıldı. Amnesty International’ın (Uluslararası Af Örgütü) adil olup olmayacağından şüphe ettiği için bir temsilci gönderdiği dava Ağustos’ta sona erecek. En iyi ihtimalle 30 yıl, en kötü ihtimalle müebbet hapse çarptırılacak.
Aafia gerçekten bir terorist olabilir mi? Ailesi, arkadaşları, üniversiteden tez hocaları ve öğrencilerine göre imkan yok, mizacına aykırı. Ama olabilir de, MIT (Massachusetts Institute of Technology) mezunu olması, ılımlı bir genç kadın olarak tanınması bu ihtimali dışlamıyor.
Ben burada avukatlık yapmıyorum, hikayeyi dinlediğim sanatçının samimiyetinden başka hiçbir şeye kefil olamam. Zaten mesele de bu değil. Terör endişesinin insanlara işkence edilerek bilgi alınmasını, bazılarının yıllarca ortadan kaybolmasını mübah kılması...
Aafia, Amerikan rüyasının bu devirde yabancılar için her an nasıl kabusa dönüşebileceğini gösteriyor. Parlak, zeki, eğitimli mutlu genç bir kadındı. Şimdi akli dengesini yitirmiş, çocuklarının akibeti hala bilinmeyen, terörist damgası yemiş, müebbetlik bir zavallı. Teorik olarak o artık yok.
Tüm bunlara Outlet sanat galerisindeki Hamra Abbas’ın müthiş sergisi sayesinde vakıf oldum.
Vakit ayırın ve gidin. Terörle yaşayan bir ülke olarak sağduyunun ve zihni öfkeye boğmadan sarih tutarak kararlar almanın ne kadar önemli olduğunu görmek için.
Öbür dünyada böyle bir dernek kurulabilir
Halid Ziya Uşaklıgil’in ‘Aşk-ı Memnu’sunu bir defileye çevirdiniz.
Reşat Nuri Güntekin’in nefis eseri ‘Yaprak Dökümü’nü tadı kaçmış bir sakız gibi uzattınız.
Alexander Dumas’nın Monte Kristo Kontu’nun maceralarını ‘Ezel’in intikamları olarak devşirdiniz.
Şimdi farklı bir yapım şirketi ve başka büyük bir yazar var:
Med Yapım’ın son projesi, ‘Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini dizi yapmakmış. Ama 1800’lerin Rusya’sı yerine 1930’lar Türkiye’sinde geçecekmiş hikaye. Fikir de, lanet baba Fyodor Pavloviç Karamazov’u oynayacak Erdal Özyağcılar’dan çıkmış.
Erdal Bey’e ve dizinin müstakbel senaristlerine fazladan kolaylıklar diliyorum çünkü Dostoyevski derinliğine, karakterlerinin katmanlı lezzetine, romanın temelini oluşturan ahlak, etik ve Tanrı’nın varlığı meselelerinin özüne, ulusal kanalda yayınlanacak bir dizide ulaşmak zordur. Elbette yaparsınız da sonucu Dostoyevski tanır mı bilemem. Hayır, bir şey değil, öbür dünyada ‘Türk Dizilerinden Musdarip Büyük Yazarlar Derneği (TDMBYD)’ kurulacak diye endişe ediyorum. Yine de Med Yapım’a bol şans!
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
Sitenin ruleti dönüyor, hop, saniyesinde sıradaki geliyor! Tıklaya tıklaya Tunus, Portekiz, İngiltere, Fransa, Rusya’dan onlarca kişiyle konuştum 3 saat boyunca.
30 saniye önce sinirden ellerim titriyordu, şu anda New York’taki sanat piyasasıyla ilgili bilgi alıyorum.
15 saniye önce lanet okuyordum, şimdi Art Basel fuarında neler olduğunu tartışıyorum.
Çünkü ben oturduğum yerden dünyayla sohbet ruleti oynadım.
Anlayacağınız önce öldüm, sonra dirildim.
Sosyal ağların haramisi Demi Moore’un kocası Ashton Kutcher “Hayranım ben bu siteye” dediğinde merak etmiştim Chatroulette’i.
Bilgisayarın kamerasını ve mikrofonunu açıyorsunuz, o anda dünyada sizin gibi kanepesine kurulmuş Chatroulette’e bağlanan kişilerle konuşabiliyorsunuz.
Muhabbetin irtifası konusunda şunu söyleyeyim: Zemine paralel, hatta yerin dibi!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
Kahramanmaraş’ta bulunan 8 asırlık İncil’in 7 sayfası J. Paul Getty Müzesi’nde. Ama ben ümitliyim. 1915 olayları sırasında Kahramanmaraş’ın Zeytun köyündeki Ermeni Ortodoks Kilisesi’nden 1256 yılına ait çok değerli bir İncil zor kurtarılır. Fakat yedi sayfası eksiktir.
Bu yedi sayfanın artık nerede olduğu biliniyor.
Ama bu yine de sevindirici bir durum değil.
Mesela ABD’deki Ermeni Apostel Kilisesi Batı Piskoposluğu hiç de mutlu değil.
Çünkü bu çok kıymetli İncil sayfaları sanat dünyasının en güçlü tiranlarından J. Paul Getty Müzesi’nin koleksiyonunda.
Kilise “Versene” diyor, Getty “Parasıyla değil mi, satın aldım” diyor.
Kilise “1915’te ele geçirilmiş o sayfaları parasıyla almak bile yasadışı” diyor, Getty “Yanlış biliyorsun” diyor.
Sonuçta geçen hafta Getty Müzesi’ne 105 milyon dolarlık bir tazminat davası açıldı ve sayfaların iadesi istendi.
ABD’deki Ermeni cemaati, gazeteler ve bloglar davayı yakından izliyor.
Ben ümitliyim.
Kilise bu davayı kazanır, kazanırsa da gibi haksız yollarla elde edilmiş birçok eserin gerçek sahiplerine ulaşmasının yolu açılır.
Öyle bir iyimserlik çöktü üstüme işte.
Bir tartışmayı kazanmanın 5 çamur yolu
Diyelim ki konu siyaset... Fethullah Gülen’in cemaatini AKP’den ayrıştırmayı seçmesindeki mantığı bir Zaman gazetesi yazarıyla tartışıyorsunuz.
Diyelim ki konu sanat... Teyzenizle bir aryayı Hakan Aysev mi daha iyi söyler Ferhat Göçer mi, kırkışıyorsunuz.
Diyelim ki konu hayat... Kocanızla bir dekorasyon dükkanında kabartmalı mı yoksa hasır efekti veren duvar kağıdı mı alınmalı, kapışıyorsunuz.
Kazanan tarafın hiçbir şey kazanamayacağı bu gibi tartışmalarda yine de ve ne olursa olsun üste çıkmak mı istiyorsunuz? İşte size kuponsuz dev hizmet:
1. Ufku daraltın: Dünyada sözkonusu meseleye bakmak için sadece tek bir yol olduğu havasını yaratın.
2. Rakamlar uydurun: İnsanların yüzde 77’si bu duvar kağıdını alır ya da Ferhat Göçer Nessun Dorma’yı yüzde 93 daha iyi söyler gibi... Atın kafadan rastgele!
3. İçini doldurmaya hacet yok: Argümanlarınız aslında “saman adam” gibi olsa da ayakta dursun. Sanki çok sağlam temelleri varmış gibi yapın. Örneğin konuyla ilgisi olsun olmasın, ortaya siyaset bilimi ya da tarihten referanslar serpiştirin.
4. Saldırın: “Bugünlerde kafan karışık” ya da “Sen mantık derslerini revirde uyuyarak geçirdin galiba” gibi cümlelerle rakibinizin kendisinden şüphe etmesine sebep olun.
5. Duygusallaşın: Bunların hiç biri işe yaramazsa ya “sinir krizinin eşiğindeki bir Almodovar kadınına” dönüşün ya da gözyaşları sel olsun.
Devir değişti...
* Eskiden kalantor tiyatrocular isyan ederdi, “Mankenler, şarkıcılar... Yarabbim herkes de oyuncu oldu” diye. Şimdi isyan bayrağını gazeteciler açıyor: “Helin Avşar ve berber Şükrü Dudu’nun röportaj, İpek Tuzcuoğlu ve Başak Sayan köşe yazarı... Rabbim bari bana da ‘Cirque dui Soleil’ desin!”
* Eskiden kitap çıkarmak isteyen heveskarlar aylarca hatta yıllarca öykülerini, şiirlerini edebiyat dergilerine gönderir, keşfedilmeyi bekler de beklerdi. Şimdi kendinize sıfır liraya bir blog açıyorsunuz. Kalem kuvvetiniz ortalama, kendinizle ve hayatla dalga geçme beceriniz üst seviyedeyse fark ediliyorsunuz. Takipçileriniz arttığında blogunuz Okuyanus Yayınları’nın Dizüstü Edebiyat serisinden kitap olarak çıkıyor. İşte “Küçük Aptalın Büyük Dünyası PUCCA GÜNLÜK” bu devrin ilk Türkçe kitabı.
* Eskiden “İşsizliğin üzerinden silindirle geçeceğim” diyen Çiller, “Anayasayı bir kere delmekle birşey olmaz” diyen Özal vardı. Şimdi bu sözler Ardan Özmenoğlu’nun Daire Sanat’taki “Siyaset Meydanı” başıklı sergisinde ironik birer malzeme olarak duruyor. Bir yirmi yıl sonra da “Recep Bey”li, “Ananı da al git”li, “Daha da gelmem”li sanat projeleri olacak. E her devrin adamı, o devrin sözleri başka. Neyse ki hepsi değişiyor di mi?
Ezel ve Sex and the City’nin ortak noktası
Dizilere bayılıyorum. Nobran azınlığa aldırmadan gayet rahatlıkla söyleyebilirim ki daimi favorilerim Seinfeld, Friends ve Sex and The City’ye bir de günceli eklendi: Ezel. Çünkü hepsinin bir ortak noktası var, temel eksenleri arkadaşlık müessesi. Müessesedir arkadaşlık da. İhanete uğradığın, canından çok sevdiğin, koruduğun, terk ettiğin, barıştığın... Ben arkadaşlığın evlilik, arkadaşların da aile olduğuna inanırım. Bu diziler bana hayatta yaptığım arkadaşlık seçimlerinde bazen ne kadar yanıldığımı, bazen de ne kadar isabet kaydettiğimi gösteriyor. Evet bu diziler olmasa hayatımla ilgili muhasebem yarım kalır, böyle de yuvarlanıp giden aymaz bir yanım var.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2010
İsrail’de yaşayan bir Yahudi olarak seçtiği hayat onu kafa patlatılacak bir antiteye dönüştürdü.
Udi Aloni’yle acilen konuşmam gerekiyordu. O sadece çok önemli bir yönetmen değil.
İsrail hükümetine ırkçı ve işgalci diyor, “Bağışlama” ve “Yerel Melek” filmleriyle Filistin’de yaşanan drama şiirsel ve yürek burkan bir hassasiyetle bakabiliyor; İsrail’e karşı başlatılan uluslararası boykotun (Boycott Divestment and Sanctions for Palestine) başını çekiyor.
O yüzden yaşayan en önemli filozoflardan Slavoj Zizek, Udi’nin duruşu ve filmleriyle ilgili makaleler yazıyor, panellere katılıyor.
Dolayısıyla...
Udi Aloni’yle mutlaka konuşmam gerekiyordu.
Tel Aviv’den New York’a giden uçağa binmek üzereyken yakaladım. Ben sormadan gemi baskınıyla ilgili fikirlerini ve İsrail’deki genel hissiyatı anlatmaya başladı.
1. Ben bir anti-militaristim ama o gemiye maskeleriyle inen askerlere kızamam. Onlara silahsız insanların bulunduğu bir gemiye gidecekleri bilgisini vermeyen ve böylece suça ortak eden Ehud Barak’tır. Suçlu odur.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2010
Amerikalı Sean Hayes yıllarca Will&Grace adlı sit-com’da gay karakter Jack’i canlandırdığı ve bu yılın başında gerçek hayatta da gay olduğunu açıkladığı için tartışılıyor: Broadway’in son prodüksiyonlarından “Promises Promises”te eşcinsel olmayan bir karakteri canlandırması olmazmış!
Eşcinsellerin haklarını savunurum. Kibarlıktan ya da siyaseten doğruculuk bunu gerektirdiği için değil. Eşcinsel arkadaşlarımı sevdiğimden, huzuru hakettiklerini düşündüğümden de değil.
Bencillikten! 21’inci yüzyıla denk gelmiş bir kadın olarak kendim için, kendi özgürlüklerim ve haklarım için. Çünkü cinsel tercihlerin sorgulandığı bir dünyada kadınların cinsel özgürlüğünden de söz edilemez.
Çünkü eşcinselleri sadece bazı işler için uygun gören homofobik erkek egemen zihniyet, bir gün tutar kadınlar için de yine aynı şeyi söyler. Ki söylenmiyor da değil.
Biz kadınlar için post-feminizmden epey geriye sarmak, 70’lerde kazanılan hakları kurdelalı paketle iade etmek; ikiyüzlülüğün parçası olarak, eşcinsellerin uğradığı haksızlıklara göz yumarak mümkün olabilir.
Çok ciddiyim.
Anglosakson dünya, ki eşcinsel hakları bakımından nispeten belli eşikleri aşmıştır, bir anda son derece kısır ve tehlikeli tartışmalar içine gark olabiliyor.
İşte son örnek...
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2010
Amerikalı Sean Hayes yıllarca Will&Grace adlı sit-com’da gay karakter Jack’i canlandırdığı ve bu yılın başında gerçek hayatta da gay olduğunu açıkladığı için tartışılıyor: Broadway’in son prodüksiyonlarından “Promises Promises”te eşcinsel olmayan bir karakteri canlandırması olmazmış! Eşcinsellerin haklarını savunurum.
Kibarlıktan ya da siyaseten doğruculuk bunu gerektirdiği için değil.
Eşcinsel arkadaşlarımı sevdiğimden, huzuru hakettiklerini düşündüğümden de değil.
Bencillikten. 21’inci yüzyıla denk gelmiş bir kadın olarak kendim için, kendi özgürlüklerim ve haklarım için.
Çünkü cinsel tercihlerin sorgulandığı bir dünyada kadınların cinsel özgürlüğünden de sözedilemez.
Çünkü eşcinselleri sadece bazı işler için uygun gören homofobik erkek egemen zihniyet, bir gün tutar kadınlar için de yine aynı şeyi söyler.
Biz kadınlar için post-feminizmden bayağı geriye sarmak, 70’lerde kazanılan hakları kurdelalı paketle iade etmek; ikiyüzlülüğün parçası olarak, eşcinsellerin uğradığı haksızlıklara göz yumarak mümkün olabilir.
Çok ciddiyim.
Anglosakson dünya, ki eşcinsel hakları bakımından nispeten belli eşikleri aşmıştır, bir anda son derece kısır ve tehlikeli tartışmalar içine gark olabiliyor.
İşte son örnek...
Amerikalı Sean Hayes, hem sesi hem de dans etme becerisiyle Broadway için bulunmaz bir oyuncu.
Fakat yıllarca Will&Grace adlı sit-com’da gay karakter Jack’i canlandırdığı ve bu yılın başında gerçek hayatta da gay olduğunu açıkladığı için sanat köşelerinde ve bloglarda tartışılıyor.
Broadway’in son prodüksiyonlarından “Promises Promises”te eşcinsel olmayan bir karakteri canlandırması olmazmış...
Eşcinsel olduğunu açıklayan birinden tiyatro sahnesinde bir heteroseksüeli oynarken inandırıcı olması beklenemezmiş...
Pardon ama...
Sean Penn’e ünlü gay aktivist Harvey Milk’i canlandıramazsın dendiğini hatırlamıyorum.
Ya da Brokeback Mountain filminde eşcinsel bir çifti oynayan Heath Ledger ve Jake Gylenhaal’ın “Olmamış çünkü gay değiller” diye eleştirildiğini...
Bir sanat sahnesinde, elaleme insan hakları dersleri veren bir diyarda cereyan eden bu tartışma, ayrımcılığın ve ikiyüzlülüğün her an her yerde hortlayabileceğini gösteriyor.
O zaman ne olur?
Sadece eşcinseller için değil, dünyanın beyaz heteroseksüel erkekler dışında kalan devamı için de hiç makbul olmayan durumlar...
Keşke mesela kendisine liberal diyenler asker sabitfikrinden kurtulup birgün olsun hayata bu gözle baksalar da bir satır yazsalar...
Penguen’in sanata katkısı
Sanat çoğunlukla tepkiseldir, şehvetle, öfkeyle, bunalımla bir restleşme şeklinde ortaya çıkar. Fakat genellikle bunun için bir hazım süresi gerekir. Doğalı da budur, güncel bir melanete bir romancının veya ressamın bir gazeteci ya da sivil toplum örgütü sözcüsü gibi hızla ve sıcak tepki vermesi beklenemez.
Fakat... Mizah dergisi Penguen’in farkında olarak ya da olmayarak son iki haftadır yaptığı iş sanatın hem harcıalem hem tepkisel hem de kıymetli kalabileceğini gösteriyor.
İddia ediyorum: Bu hafta dergiyle birlikte bedavaya verdikleri yapıştırmalar basbayağı sanat eseri.
Özellikle de Baykal’a “Ben partimi bıraktım, istersen sen de sigarayı bırakabilirsin” sloganı attırdıkları yapıştırma... Kullandıkları malzeme, sunuş şekli ve de meselesi bakımından mizah malzemesinden öte çağdaş sanat eseri.
Penguen böylelikle süper bir iş yapıyor aslında: Solun ve de sanatın çeperinde dolaşan ama dahil olmaya çekinen genç kitleyi tavlıyor. Ayaklarını alıştırıyor.
Bence sanata bu katkılarından dolayı Sayın Kültür Bakanı Günay tarafından ödüllendirilmeleri gerek diyeceğim ama sonra o plaketi almaya giderken Erdil’in, Selçuk’un ya da Met-Üst’ün çekecekleri ıstırabı hesaba katarak vazgeçiyorum.
Mustafa Koç Başbakan’a katılmıyor anlaşılan
Vahşi doğaya ilgi çekmek isteniyorsa Mustafa Koç gibi davranmak en doğrusu bana göre.
Paranız varsa gidersiniz Afrika’ya, iyi bir makineniz ve yeteneğiniz varsa fotoğraflarını çekersiniz. Sonra da sergilersiniz. Mustafa Koç’un Rahmi Koç Müzesi’nde açtığı “Karşılaşmalar” sergisi bu tür bir döngünün sonucunda ortaya çıkmış.
Bu sergiden başka önemli bir sonuç daha çıkardım:
“Vahşi doğa hayatta kalma mücadelesi veriyor, fotoğraflarımla bu mücadeleyi ortaya koymaya çalıştım” diyen Koç, avlanma konusunda bir sohbet açılsa benim yanımda yer alır mı bilinmez ama...
Aile Planlaması konusunda bir sohbet açılsa “En az üç çocuk şart” diyen Başbakan’ın yanında yer almaz.
Çünkü sergi için hazırlanan katalogun satışından elde edilecek tüm gelirleri eşi Caroline Koç’un başında bulunduğu Türkiye Aile Planlaması Vakfı’na bağışlıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2010
Sansür? Cervantes’e? Bu devirde? Cervantes’e tutarsız raporu veren de, bunu bu haliyle nasıl oynarız diyen de, tüm bunları haklı bulup rejisörden değişiklik talep eden de ufku dar bir kafa yaspısının endişe verici üretimi. Kafa önemlidir.
Hatta en önemlisi kafadır da denebilir.
Sağlam kafada ilke vardır, çifte standart ve ikiyüzlülük yoktur.
Çalışan kafada ufuk vardır, vizyon vardır, sansür yoktur.
Baykal’ın kaset skandalındaki belden aşağı bütün detayların ulusal kanallardan dile ve görüntüye döküldüğü, lümpenliğin dört bir yanı sardığı memlekette Youtube’u yasaklayacaksın, ateist Richard Dawkins’in web sitesine girmeyi engelleyeceksin...
Hadi Başbakanımızın tavsiyeleriyle binbir teknik katakulli yaparak, arkadan dolaşarak Youtube’u ve Dawkins’i hallettik...
Peki Cervantes’i ne yapacağız Sayın Başbakan?
Hürriyet’in Ankara’daki kültür-sanat muhabiri Umut Erdem’in haberinden öğreniyoruz ki 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Ankara Devlet Tiyatrosu’na Cervantes’in “Yüce Sultan (La Gran Sultana)” oyununu ısmarlamış. İspanya’dan ünlü rejisör Jose Maria Pou getirilmiş, 300 bin lira bütçe ayrılmış filan.
Ama ne gam!
Oyuncular metni görünce burada Osmanlı’yı aşağılayan bölümler var, nasıl oynayalım diyerek genel müdürlüğe başvurmuş. Genel Müdürlük incelemiş ve oyunun yıllar önce edebi kuruldan geçtiğini fakat dramaturglardan Gökhan Akçura’nın oyunla ilgili “Oynanamaz” raporunu verdiğini fark etmiş.
Bunun üstüne İspanyol rejisöre lisan-ı münasiple “Yahu oyuncular rahatsız, zaten bizim bir dramaturgumuz da sakıncalı bulmuş... Şu oyunun üzerinde küçük makul değişiklikler yapsak...” deyivermiş.
Pou da “Sansür? Cervantes’e? Bu devirde? Yok artık! Ve de ne münasebet” mealinde bir tepki savurmuş.
Cervantes’in Yüce Sultan’ı kabaca Hıristiyan bir cariyeye aşık olan Osmanlı sultanını anlatıyor diyebiliriz.
HOŞGÖRÜLÜ VE FEMİNİST BİR PADİŞAH
Oyunu satır satır okudum.
Ve sizi temin ederim ki o dönemde Batılı bir kalemden çıkan en hoşgörülü, en centilmen padişah portresiyle karşılaştım.
İspanyol cariye Catalina “Hünkarım sizinle evlenemem çünkü Hıristiyanım ve ne Hıristiyanlığımdan vazgeçerim ne de ismimi değiştiririm” diyor.
Bakın sonradan III. Murat olduğunu anladığımız sultan buna karşılık ne diyor: “İster Türk ol ister gavur hiç bir önemi yok bence. Bu güzellik benim karım ve yüce sultanımdır... Benim Osmanlı kanımla senin Hıristiyan kanın birbirine karışınca meydana gelir en yüce varlığı bütün dünyanın.”
Cervantes’in çizdiği Osmanlı padişahı hem şevketli hem şefkatli... Aşık ve centilmen...
Hünkarın Catalina’ya söylediği “İstediğin yasayı koy, dünyaya sen nizam ver. Benim değil kendininsin” sözlerini bu devirde hangi erkek eşine söyleyebiliyor?
Bu oyuna olumsuz tek raporu veren Gökhan Akçura’yı aradım. Neden bu haliyle oynanamaz? “Çünkü” dedi, “Osmanlı’da olamayacak şeyleri biraraya getirmiş, Osmanlı’yı bilmeden yazmış Cervantes. Tutarsızlıklar var. Bu haliyle oynanırsa tarihçiler bu nasıl iş der.”
Evet oyunda oryantalist bir bakış açısı var.
Ama bu ne zamandan beri sakıncalı bulunuyor?
Ayrıca “Yüce Sultan” komik, kurgusal, renkli bir yapıt, tarihe not düşmek yazılmış bir belgesel değil.
Tarihçiler bir sanat eserine niye belgesel gözüyle baksın?
İşte bu kafa dardır.
Cervantes’e tutarsız raporu veren de, bunu bu haliyle nasıl oynarız diyen de, tüm bunları haklı bulup rejisörden değişiklik talep eden de ufku dar bir kafa yaspısının endişe verici üretimi.
Bence bu kafayla Godot da oynanamaz.
Saçmadır çünkü diyalogları, absürttür baştan ayağa.
Sonunda zaten bir türlü gelmez Godot.
Böyle oyun mu olur, Türkiye’deki versiyonunda beklenen Godot gelmelidir örneğin.
Bu kafanın egemen olduğu, kültür erozyonunun hakim kılındığı bir diyara fazladır hem Godot hem Yüce Sultan, kanımca.
Bırakalım dağınık kalsın.
MEREDITH’I AYDINLATAYIM
Eski manken ve oyuncu Meredith Ostrom üç yıldır resim yapıyor. GQ dergisine verdiği röportajda tablolarıma niye bu kadar rağbet var anlayamadım demiş. Ortaya çıkan eserlere bakınca ben de kendisi gibi şaşırdım.
Önce hayranlarına bakalım: Gürcistan Başbakan’ı Sakaşvili, Kaddafi ve Salman Rüştü. Bir gariplik var sanki değil mi?!
Peki nasıl oluyor da Londra’nın iyi bir müzayede evinde sergi açabiliyor ve yok satıyor?
Sonra uyandım. Meredith tablolarını fırçayla değil, çıplak vücuduna sürdüğü boyalarla yapıyor. Hatta bunu bir şova dönüştürmüş... Çeşitli açılışlarda transparan bir perdenin arkasına geçip soyunuyor ve 10 dakikada tuvalde eserini vücuda getiriyor.
Tablolarının çok satmasının sebebi plastik sanatlara olan yeteneğinden ziyade bu erotik şovu olabilir. Yani bana öyle geldi, hakkını yemeyeyim yine de.
BOTERO’NUN ZAYIFLIĞI
Şişman insanların ressamı Fernando Botero son derece popüler... Tabloları layıkıyla pazarlanıyor ve mutlaka satıyor. O yüzden Botero’yu İstanbul’a bir galeri getirseydi ve şu anda Pera Müzesi’nde olduğu şekliyle sergileseydi eleştirecek bir yön bulamazdım.
Ama bir müzenin görevi ve varoluş sebebi ziyaretçisine görünenin ötesinde bilgiler vermek, onu gidemediği yerlere götürmek değil midir?
Pera Müzesi Botero’nun tablolarını yanyana dizmek ve Latin Amerika’yı üç paragrafla anlatmakla yetindiği için beni hayalkırıklığına uğrattı. En basitinden sanatçının memleketi olan Kolombiya’nın sömürge altında olduğu dönemleri anlatabilir, fırsat bu fırsat kolonyalizmin sanatı nasıl etkilediğine değinebilirdi.
Bir müze olarak böyle yapması daha uygun olmaz mıydı?
Yazının Devamını Oku