Ezgi Başaran

Neden yaptı biri bana söylesin

16 Mayıs 2010
Dot Tiyatrosu’nun yeni oyunu Punk Rock, yediği önünde yemediği arkasında güzelim çocuk, o yaptığını niye yaptı diye sayıklatıyor, çaresiz bırakıyor insanı. Nedenini bilmediğinizde, parçalar yerine oturmadığında, hafsalanız almadığında delirebilirsiniz.
11 yıl önce ABD’deki Columbine Lisesi katliamını yapan Eric Harris’i çözemediğinizde...
Üç yıl önce Virginia Teknik Üniversitesi’nde 32 arkadaşını öldürdükten sonra intihar eden Seung-Hui Cho’nun nasıl bir içgüdüyle hareket ettiğini anlayamadığınızda genç bir insanın ruh haliyle ilgili çaresizliğe kapılırsınız.
Neden? Neden yaptı? Hayatındaki eksik neydi? Az mı sevildi, çok mu şımartıldı? Uyuşturucuya mı bulaşmıştı? Kötü arkadaşlıklar mı kurmuştu? Tacize mi uğramıştı? Bir filmden veya şarkıdan mı etkilenmişti?
Madem ki bunların hiçbirine şöyle okkalı ve tatmin edici bir evet diyemiyoruz...
Öyleyse bunu niye yaptı?
Dot Tiyatrosu’nun yeni oyunu Punk Rock’ın amacı budur, bana göre.
Ergenliğin bir insanın başına gelebilecek en sancılı ve karmaşık dönem olduğunu anlatmak ve son perdede, yediği önünde yemediği arkasında güzelim çocuk o yaptığını niye yaptı diye sayıklatarak çaresiz bırakmak.
Amacına ulaşıyor mu?
Feci şekilde.
Hakan Kurtaş, Tuğçe Altuğ, Gonca Vuslateri, Kaan Turgut, Emre Yetim, Gözde Kocaoğlu ve Mehmetcan Mincinozlu’dan oluşan taze ve genç oyuncu kadrosuyla ergen ruhunu yakalayabileceğinizi garanti ederim.
Neredeyse Nirvana’nın meşhur “Smells Like Teen Spirit” şarkısının sahnede vücut bulmuş haliyle karşı karşıyayız.
Yani nefis.

Takiye değil şaka

Sezonun en çok konuşulacak filmi bu mu?
13 yaş sınırı getirilen, İslam’ı “kötü” gösterdiği için yapımcısına tehditler yağdırılan film bu mu?
Ortada bir tehdit var ama inanın o İslam dinine değil sinema sanatına...
Herşeyi bir kenara bırakalım ve...
Filmin Almanya’daki gurbetçileri dolandıran İslami örgüt konusuna özgün hiçbir detay katmadan, neredeyse gazete kupürlerini alt alta dizerek, dümdüz anlatmasını görmezden gelelim...
Bu işin içinde MİT de var, sadece askere güvenebiliriz klişesini vurgalamasını geçelim...
Din sömürüsünü ele aldığını iddia ederken suya sabuna dokunmamasını, sonunda da konuyu bir başöğretmen edasıyla didaktik bir uslüpla bitirmesini yoksayalım...
Ama filmin kocaman teknik problemlerini ne yapacağız?
Kurgu öyle kopuk ki, sanırsınız montajcı sabote etti filmi!
Öyle bir dublaj saçmalığı var ki konuya konsantre olamıyorsunuz: Oyuncuların bazılar Almanca konuşuyor, fakat karşılarındaki Türk ona Türkçe cevap veriyor. Nasıl anlaşıyorlar? Dublajla!
Almanca konuşanlar sonra kendi sesleriyle kendilerine dublaj yapmış. Örneğin başroldeki Emre Erhan filmin tamamında Almanca konuşuyor ama karşısında Ali Sürmeli varsa Erhan’ı dublajlı duyuyoruz.
Takdir edersiniz ki dudak ve ses senkronize değil.
Bir başka tuhaflık da Erhan’ın abisi Numan’ı Hırvat asıllı Stipe Erceg’in oynaması.
Takdir edersiniz ki o tiple bir gurbetçi Türk’ten çok Alman Best Model yarışmasına katılmak üzere oradan tesadüfen geçmekte olan birini andırıyor.
Filmi takiyeyi anlatması bakımından değil, bu devirde böyle abes iş nasıl çıkarılır görmek açısından ibret verici buldum.
Allah selamet versin!

Kılıçbay beni çitiledi

Çok saygı duyduğum akademisyen Mehmet Ali Kılıçbay Habertürk gazetesindeki köşesinde Yanlışlıklar Komedyası başlıklı yazısıyla beni eleştirmiş. Eleştirmemiş de çitilemiş. Geçen hafta yazdığım “Cem Davran Bruges Valisi miydi” başlıklı yazımda geçen İtalyan ressamlardan birinin adını İngilizce birini İtalyanca yazdığımı, tabloların adlarını da Türkçe’ye feci biçimde yanlış çevirdiğimi belirtmiş. Özetle bu kızcağızın yazdığı herşey o kadar yanlış ki düzeltmeye nereden başlayacağımı bilemedim diyor. Haklı, ciddi çeviri hataları olmuş. Hoca’ya dikkatinden dolayı teşekkür eder, sizlerden de özür dilerim.
Yazının Devamını Oku

Her canlı bu kitabı tatmalı

9 Mayıs 2010
“Bir ihtimal daha var...” Bence böyle diyerek başladı nörobilimci David Eagleman. Ölümden sonra nasıl bir hayatın bizleri beklediğini merak etti ve teoriler üretti. Bir ihtimal daha var, hatta bir tane daha ve bir tane daha. Sonunda kırk adedi buldu.
Eagleman’ın “Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü” kitabı Eylül başından beri çok satıyor. Hatta sosyal ağlarda, ağızdan ağıza öyle bir hızla yayıldı ki bu cevher, İngiltere’deki satışları yüzde 6 bin arttı.
Çünkü müthiş... Ne din kitaplarında ne felsefe sohbetlerinde ne de köktenci bir Darwinist’in sofrasında rastlayamayacağınız cinsten akıl yürütmeler var.
Mesela kitaptaki en sevdiğim hikaye Metamorfoz’a göre üç kez ölüyoruz.
Birincisinde beden işlevini kaybediyor.
İkincisinde gömülüyoruz.
Üçüncüsünde ise ismimiz son kez anons ediliyor ve işte o zaman tamamen yok oluyoruz.
Anons mu? Evet, teori şu: Ruh ya da beden gittikten sonra geriye kalan her ne ise florasan lambalarla aydınlatılmış bir bekleme odasına geçer. Fani dünyada o ruhun adı son kez telaffuz edildiğinde, yani son kez hatırlandığında, bir daha ondan bahsedecek kimse kalmadığında ismi anons edilir.
Ve işte o zaman gerçekten herşey biter.
Eagleman bu hikayesiyle aslında hepimizin hayatta iz bırakmak için yaşadığımız gerçeğinden sözediyor gibi gelebilir.
Hayır, aslında çok daha acıklı bir ihtimali, sevenlerin o anonsların yapıldığı bekleme odasında, başka deyişle öbür dünyada buluşamayacağını söylüyor:
“Acıdır ki, pek çok kişi tam da sevdikleri geldiği sırada çıkıp giderler çünkü dünyadaki anımsama işini yerine getiren sadece o sevilenlerdir.”
Onlar da ölüp o bekleme odasına geldiğinde dünyada bizi hatırlayacak kimse de kalmamıştır.
Klişelerden korkmayanlar tatlı bir Pazar günü kendilerine şöyle bir sonuç çıkarabilir öyleyse: Ahireti şimdilik geçiniz, burada, bugün sevilmeye değer olunuz.

Cem Davran 500 yıl önce Bruges valisi miydi?
/images/100/0x0/55eb4f8cf018fbb8f8b90e61
Gülhan Cihan’ın sebatını sevdim.
Gençlere kampus gezileri düzenleyen bir şirkette çalışıyordu, 6 yıl önce resim yapmak istediğine karar verdi. 15’inci yüzyıldan başlayarak yapılmış portreleri incelemeye başladı. Hans Memling’ler, Rosetti’ler, Titian’lar, Caravaggio’lar...
Fakat bir anda...
Velazquez’in “The Dwarf Sebastian de Morra” adlı tablosuyla karşılaştığında her şey değişti, resim yapmak filan bir kenara...
Gülhan Hanım müthiş bir benzerlik keşfetmişti.
Velazquez’in Sebastian de Morra’sı tıpatıp oyuncu Alpaslan Özmol’a benziyordu.
Peki bu bir tesadüf mü? Başka böyle benzerlikler var mı?
Araştırmaya, tv dizilerini o gözle izlemeye başladı Gülhan Hanım.
6 yıl süren ve deli pösteki sayar metoduyla gerçekleştirilen çalışmanın beni de şaşırtan birkaç sonucunu paylaşmak istiyorum:
Fransız ressam Benjamin Constant’ın 1881’de yaptığı Kraliçe Herodiad’ı aynı Sumru Yavrucuk...
Flaman sanatçı Hans Memling’in 1487’de resmettiği Bruges valisi Martin van Nieuwenhove sanki Cem Davran...
Amerikalı ressam William McGregor’un “Pretty Girl” tablosundaki kız resmen Tülin Özen...
John Millais’in 1871 tarihli “Solway Şehidi” tablosundaki hüzünlü kadın gerçekten Kate Winslet’e benziyor.
Bu çalışmanın bilimsel bir söz söyleme, ya da reenkarnasyonun kanıtıymış gibi davranma derdi yok elbette.
Ama gören gözün yadsıyamayacağı bir tuhaflıkla da karşı karşıyayız, kabul edelim.

Kızmaya hakkımız var mı?

İdeali olmak ne demektir Allah aşkınıza?
İdealin peşinden gitmek nasıl olur?
Öylece durmak, sonsuz saatler boyunca şikayet etmek mi?
Eski solcuların “Ulan herkes de dönek oldu” diye başlayıp “Paranın gözü kör be kardeşim” minvalinde devam eden hayalkırıklığı tiradları vardır.
Alkol seviyesi yeterli düzeye ulaştığında, yani sapla samanı karıştırmak meşruiyet kazandığında, o tiradın bir yerinde “Mehmet Ali Erbil bir Küheylan oynardı ki... Peh, bir de şimdiki haline bak, para insanın yeteneğini bile sattırıyor” cümlesi geçer.
Son günlerde üst üste birkaç kez şahit oldum:
Mehmet Ali Erbil’in tiyatroculuğundan konuşmanın artık kendi içinde bir kara mizaha dönüştüğünü fark etmiş olacaklar ki bu idealistler öfkelerini başka oyunculara yöneltme konusunda fikir birliği yapmışlar:
Haluk Bilginer neden sit-com’da oynuyormuş?
Ali Poyrazoğlu neden GSM şirketinin reklamlarını seslendiriyormuş?
Mahir Günşıray’ın çamaşır makinesi reklamına çıkması olacak iş miymiş?
İş tabii...
Günşıray Tiyatrooyunevi’ni, Yıldız Kenter Kent Oyuncularını, Haluk Bilginer Oyun Atölyesi’ni, Mustafa Avkıran Garajistanbul’u, Murat Daltaban da DOT’u ayakta tutmak için dizide de oynar, reklam da seslendirir.
Bana göre bu Makyevelizm değil, idealinin peşinden gitmektir!
Kızmaya hiç hakkımız yok.
Yazının Devamını Oku

Shaman Anadolu Ateşi’ni söndürür mü?

2 Mayıs 2010
Sekiz beyaz entarili adam tespihlerini çekerken önlerine dizilmiş Perrier marka sudan ara ara bir yudum alıyorlardı. Benim derdim onlar. Onların yüz ifadeleri...

Dünyanın ikinci en zengin ülkesi Katar’ın Doha şehrindeki en büyük gösteri salonunda birazdan Shaman dans grubu sahneye çıkacak ve Anadolu’nun kimyasını anlatmaya çalışacak.
Onlar yaparlar, biliyorum. Başlarında Murat Uygun gibi bir yönetmen olduğu için.
8 yıldır hiçbir büyük şirketin desteğini almadan imece usulüyle ayakta kalmayı başardıkları için...
Biliyorum yaparlar. Fakat 2010 Arap Kültür Başkenti Doha’daki devlet erkanı, örneğin Kültür Bakanı’nın yardımcısı Mübarek ben Nasser ne diyecek?
İlk 10 dakika saatlerine baktılar. İkinci 10 dakika fiskos yapıp gülüştüler. Sonrası pıs... Hayran hayran izlediler! Ege’yi, Karadeniz’i, doğuyu, batıyı...
Adetleri olmamasına rağmen ikinci yarıya vaktinde, perde açılmadan önce geldiler. Ve sonunda ayakta alkışladılar. Sadece onlar değil, salonda bulunan Avusturalyalılar, İngilizler, Yeni Zelandalılar...
Ki bence Shaman hayatının en başarılı performansını da sergilememişti.
Bayıldılar.

NİYE ARTIK SHAMAN VAR

Doha’ya Türkiye’den çağrılan en büyük etkinlik şimdilik Shaman dans grubunun Buluşma adlı gösterisi.
Biliyorsunuz eskiden yurtdışında Türk halk dansları dendiğinde başvurulacak ilk adres olarak akla Anadolu Ateşi gelirdi.
Anadolu Ateşi bu sayede dünyayı dolaştı ama ya ekip başının kaprisleri nedeniyle ya da artık değişik bir tat arandığından eski rağbet yok haritanın bu tarafında. Suriye’deki en önemli sanat festivali Al Hosen Palmyria’nın kurucusu Osman Osman “Shaman, görmezden geliniyor ama aslında burada bir cevher var. Doha’ya tavsiye ettim. Bundan sonra Bahreyn ve Suriye’ye de götürmek için de elimden geleni yapacağım” diyor. Bunun tek sebebi ekibin Anadolu Ateşi’yle kıyaslandığında çok daha uyumlu olması değil elbette.
Yurtdışında Anadolu Ateşi deneyimini yaşayan yetkili kişiler küçük bir araştırma sonucunda şu gerçeği de fark ettiler: Shaman’ın genel sanat yönetmeni Murat Uygun aslında bir zamanlar Anadolu Ateşi’nin beyniydi, Sultans of the Dance’in en temel sahnelerinin koreografilerini, hatta yeni temsilleri Troya’nın da ilk bir kaç sahnesini hazırlamıştı. Uygun ayrıldıktan sonra Troya’nın hayata geçmesinin 8 yıl sürmesinden de anlaşılacağı gibi beyin Uygun’du. O gidince vücut toparlayamadı.
Öyleyse şöyle diyebilir miyiz: Anadolu Ateşi bitti, yaşasın Shaman!
Şimdilik öyle görünüyor.

ARAPLARDAN KÜLTÜR BAŞKENTİ DERSİ

Doha tozlu bir şantiye şehir ama 2010 Arap Kültür Başkenti olarak 2010 İstanbul Avrupa Başkenti’ne etkinlik bazında basıyor. Biz en fazla İstiklal Caddesi’nden lavanta fırlatıyoruz halka, Araplar 50 milyon dolar bütçeyle Batı’nın takip ettiği tartışmalı tiyatro oyunu The Black Century’yi sahneliyor, Viyana Filarmoni’yi getiriyor. Keyfim kaçtı, kendimi Doha’nın rutubetinde eriteceğim.

Klasik müzik bize uymuyor mu?

Babamın en sevdiği şeydi: Pazar günleri TRT’deki klasik müzik konserlerini açıp, çatalla orkestrayı yönetmek... Babam artık yok. 10 yıl geçti, artık bunu normal karşılıyorum. Acayip olan, TRT’deki Pazar konserlerinin de yok oluşu.
Hem TRT 1’in, hem TRT 3’ün hem de TRT Müzik’in yayın akışlarını inceledim, ne Pazar konserleri, ne Dünya Konserleri kuşağı, ne de Konser Saati programı var.
Ne var müzik namına? Türk Sanat Müziği, Funda Arar, Ferhat Göçer... İyi bunlar olsun da, artık klasik müziğin niye esamisi okunmuyor? Birileri bizim adımıza “Klasik Müzik bize uymaz” diye karar mı veriyor?

BİR DÜNYA HAYAL EDİYORUM

* Mazhar Alanson’un UNICEF’in İyi Niyet Elçisi olduğu, bütün çocuklara hayatın zorluklarıyla başetmek için kara mizah nedir öğrettiği...
* Hıncal Uluç’un kültür sanatın Papa’sı seçildiği, dünyanın 7 harikasını yıktırıp yerine alışveriş merkezleri yaptırdığı...
* Kim Kardashian’ın 1915 olaylarıyla ilgili Ermenilerin tüm sosyal ağlardaki yetkili sözcüsü ilan edildiği, Türklerle abuk subuk tartıştığı...
* İsmail Acar’ın Yunus Emre’yi dünyaya tanıtmak için görevlendirilen ulvi bir elçi haline dönüştüğü, laleli özgün tablolarını kainatın her köşesine serpiştirdiği...
* Genç Siviller’in yegane sivil itaatsizlik örgütü haline geldiği, Converse pabuçların fiyatlarının tavan yaptığı...
Bir dünya hayal ediyorum, öyle bir dünya ki içinde ben YOKUM!

Christies müzayesinde ne oldu?

Geçen hafta Christie’s’in Dubai’de düzenleyeceği çağdaş sanat müzayedesinden bahsetmiş, Türk sanatçıların değeri işte böyle karma müzayedelerde ortaya çıkar demiştim. Sonuçları paylaşayım: Devrim Erbil’in Istanbul tablosu 74 bin 500 liraya satıldı, bu Erbil için bir müzayede rekoru. Türk eserlerini satın almak için fiyat verenlerin yüzde 46’sı Türk değildi. Türk sanatçılara ait 7 tablonun satışından toplam 507 bin 500 dolar elde edildi. Bizim müzayedelerle karşılaştırıldığında hiçbirşey!
Yani neymiş, biz uçuyormuşuz...
Yazının Devamını Oku

Lale Mansur tutarlı mı?

25 Nisan 2010
Önce inceleyelim...<br><br>1991’de Cumartesi Anneleri’yle başladı. Gözaltına alınıp kaybolan çocuklar için onlarca eyleme katıldı. Şimdi Güneydoğu’da Terörle Mücadele Kanunu gereğince yetişkin gibi yargılanan, işkence gören çocukları kurtarmak için uğraşıyor.
Önce kayıp çocuklar vardı, şimdi taş atan çocuklar...
1995’te Düşünce Suçuna Karşı Girişim’in önemli bir parçası olarak fikri yüzünden yargılananları desteklemek için DGM’de az davaya katılıp, az itaatsizlik göstermedi.
2008’den beri 70 Milyon Adım Koalisyonu ile çalışıyor, postmodern’inden dijital gereçler kullanılarak yapılanına kadar memleketin başına gelmiş bütün darbelere karşı yürüyor.
Önce düşüncenin üstündeki vesayeti kınadı, şimdi milletin.
1992’de Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri filminde bir fahişeyi canlandırdığında erkek egemen kötü şakalara maruz kalmıştı. Aldırmadı, hatta hayalindeki rolün bir transseksüeli oynamak olduğunu söyledi.
O gün bugündür toplumun ahlak lincine uğrayan kişilerin de yanında. Önümüzdeki hafta LAMBDA İstanbul’da eşcinsellerin uğradığı ayrımcılığı anlatacağı bir seminer verecek örneğin.
2008’de Baskın Oran, Ali Bayramoğlu ve Cengiz Aktar’ın başını çektiği bir grup aydının düzenlediği Özür Kampanyası’na destek vermişti.
24 Nisan’da da “Bu Acı Hepimizin” girişiminin öncülerinden olarak 1915’te kaybedilen Ermeniler için yürüdü.
Şimdi karar verelim...
Diyebilirsiniz ki, savunduğu fikirler, yaptığı eylemler bana uymaz.
Lale Mansur, size göre dipsiz ve vahim bir hata kuyusunun içindedir belki.
Ya da toplumsal hassasiyetleri gözetmeden, fevri, zamansız ve erken hareket ediyor diye geçiriyorsunuzdur içinizden.
Ne gerek vardı şimdi 24 Nisan’da yürümenin? Sırası mıydı ülkenin burun nahiyesinde siyasi deviasyon başgöstermişken... Gibi..
Bunlar anlaşılabilir...
Fakat kimse çıkıp da diyemez ki Lale Mansur tutarsızdır, bir oraya ilişir bir buraya, suyun aktığı yöne doğru savrulur.
Alenen ortada işte, ilk başta ne diyorsa bugün de onu söylüyor.
Bir de şöyle düşünelim...
Böyle insanlar, yani ne zaman ne yapacağını kestirebildiğiniz türde karaktere sahip olanlar bugün aynı fikirde olduğumuz kişilerden daha çok güven vermiyor mu?
İlkeli ve tutarlı olmak bugün nadir rastlanan bir meziyet değil mi?
Gibi...

Portakal’ın önünde polis var

Madem söz eser fiyatlarından ve koleksiyonerlerden açıldı, bir önemli gelişme daha:
Geçen hafta başından beri Nişantaşı’ndaki Portakal Sanat Galerisi’nin önünde bir polis duruyor. Durmalı tabii. Galerinin içinde modern resmin dünyadaki önemli isimlerinden parçalar var. Andy Warhol’un dolar işaretli tablosu da var, Keith Haring’in yılanlı deseni de...
Portakal’ın sahibi Rafi Bey’le birlikte gezerken sergiyi, hikâyesini de dinliyorum:
Fıkra gibi... Bir İngiliz, bir İsviçreli, bir de Fransız üç önemli koleksiyonerden topluyor bu eserleri. Böyle önemli sergilerde mutat olduğu üzere hangi eserin ne kadar olduğunu açıklamıyor. Ama fiyat aralığını öğrendim: 35.00 Euro ile 800 bin Euro arasında değişiyor.
E peki var mı bu paraları verip, bu sergiden bir Damien Hirst kapıp götürecek?
Elbette var. Füsun Eczacıbaşı, Can Elgiz gibi yabancı çağdaş sanatçıların eserlerini toplayan koleksiyonerler dışında da var. Fakat onlar gelip bu sergiden alışveriş yapacak mı, yoksa her zamanki gibi daha “cool” olan yurtdışı müzayedelerini mi tercih edecekler? Göreceğiz...

Havaya girdi ama...

Gerçeklerle yüzleşme vakti. Son birkaç yıldır özellikle Beyaz Art ve Antik AŞ’nin düzenlediği Türk çağdaş sanatı müzayedelerinde yüksek fiyatlar gördük.
Gerçek değil şişirilmiş.
Bunu ben değil, yıllardır Türkiye’deki çağdaş sanat piyasasını kolaçan eden dünyaca ünlü prestijli müzayede evi Christie’s’in yetkilileri söylüyor.
Christie’s, haftaya Dubai’de uluslararası bir çağdaş sanat müzayedesi yapacak.
Türkiye’den kimler var? Burhan Doğançay, Abdurrahman Öztoprak, Devrim Erbil, Mehmet Gün, Nuri Kuzucan ve Şükran Moral.
Hemen Doğançay’ın 1982 tarihli Kurdela serisinden bir tabloya ne kadar fiyat biçilmiş diye baktım: 60-80 bin dolar yani 90-119 bin lira arasında.
Peki Antik A.Ş.’de neredeyse aynı boyutlarda bir Doğançay kaça satılmıştı? 265 bin lira.
Peki Beyaz Müzayede’de Doğançay’ın aynı boyutta ve yine Kurdela serisinden 1984 tarihli tablosu hangi aralıkta satışa çıkmıştı? 300-500 bin. Aradaki farka bakar mısınız?
Durumu özetleyeyim: Belli sanatçıların fiyatı tavan yaptı ama sadece Türkler arasında.
Yani biraz körler sağırlar birbirini ağırlar durumu...
Christie’s’in çağdaş sanat uzmanı William Lawrie’yle konuştum: “Bizim Türk sanatçılarını Dubai’ye götürmemizin temel sebebi, eserleri safi Türkler’den oluşmayan bir kitleye sunmak. Çünkü bir sanat pazarı ancak o şekilde gerçekten genişleyebilir. İran’da bu stratejiyle ilerledik ve başardık.”
Yazının Devamını Oku

Batsın bu yalan tango

18 Nisan 2010
Bu Yalan Tango Selim İleri’nin son romanı. Türkiye’de dün de bugün de varolan, okumuşların kabalaştığı, eşsiz bir tahammülsüzlük tablosu ortaya koyuyor. Böyle bir Pazar günü... Sarıyer’de...
Romanlarından bildiğim dahiyane ritmi ve en sefil bir durumu bile büyük bir zarafetle anlatma becerisiyle konuşuyordu. Bir yudum rakı, bir kaşık buğulama şahidimdir ki, bir balıçıkçıda 6 saat boyunca hiç yerimden kalkmadan bir tek Selim İleri için oturabilirim.
Oturduk da. Aynen böyle bir Pazar günüydü.
Sohbette fasıl Türkiye’deki entelektüeller arasında bugün yaşanan canhıraş sataşmaya geldiğinde “Hah” dedi “Ben de tam bundan bahsediyorum Bu Yalan Tango’da... 80 senedir burada böyle aydın tartışmaları yaşanır. Herkes birbirini etiketler, sonra yoksayar, olmadı yoketmeye çalışır. Ne acı, ne vakit kaybı...”
“Bu Yalan Tango” Selim İleri’nin son romanı. İçine sinmeyen romanlar yazmış yaşlı bir yazar olan Fatma Asaf’la Ufuk Işık’ın nehir söyleşisi şeklinde okuyoruz Türkiye’nin modernleşme sürecini.
Fatma Asaf, tabiri caizse dükkanı henüz kapatmadan kasadan bir durum raporu çıkarıyor, hem kendini hem de edebiyat dünyasını eleştiriyor. İleri’nin her cümlesini oya gibi işlediği bu kurguda çok gerçeklik payı var bence. Okumuşların kabalaştığı eşsiz bir tahammülsüzlük tablosu ortaya koyuyor.
Dün de vardı, işte bugün de var.
Selim İleri ki, yıllarca bila ücret yazdığı Cumhuriyet’ten atılıp Zaman Gazetesi’ne geçtiği için bugün “ülküye ihanet etmiş” gibi kör ve tuhaf bir muameleyle karşılaşıyorsa...
Selim İleri ki, imza günlerinde alenen patlatılan, dost meclisinde ağızdan kaçan birkaç zehir gibi söz yüzünden kırılıyorsa...
Batsın bu yalan tango...
Yazdığı roman Sabahattin Ali’den, Nihal Atsız’dan, Eyüboğlulardan, Tanpınar’dan dem vursa da basbayağı bugünü anlatıyor.
Türkçe’nin şehvetini bozmadan ehlileştirebilen, kıvamını kaçırmadan bir topaç gibi oynayabilen bu ustanın anlattığı hikayeye kulak vermenin tam vakti.
Alın, böyle bir Pazar günü başlayın işte.

Askerin yaptığı resmin rayici nedir?

“Yaşayan Asker Ressamlar” sergilerinin 10’uncusunun açıldığını öğrendiğimde soluğu Harbiye’deki Askeri Müze’de aldım.
Hayır, Marmaris’teki ressam paşamızı özlediğimden değil, son zamanlarda mütemadiyen karşıma çıkan asker türünü sistemimden atmak için bir girişimdi benimkisi...
Bilimum iddianamelerde adı geçmeyen, gözaltına alınmayan, Silivri’ye gönderilmeyen bir asker türünü hatırlama çabası...
Tabii olmadı ama hiç faydası dokunmadı da desem yalan olur. İnsan sergi katalogundaki ressam askerleri tanıtan yazılarda çeşitli kuvvet komutanlarının ne zaman ve kimden resim dersi aldığı gibi ayrıntılarla karşılaşınca gülümsüyor. Örneğin 12 Eylül’ün mimarlarından Oramiral Vural Bayazıt, Faruk Cimok’la resim çalışmış. “Yansımalar” başlığını verdiği tablosuna bakınca Tümgeneral Kenan Koçak’ın da favori ressamının Jackson Pollack olduğunu anlamak güç değil...
Askerlerin yaptığı resimler için bir rayiçten sözetmek gerekirse fiyatlar genelde 150-500 lira arasında.
Serginin düzenlenmesinde bir hiyerarşi gözetilmemiş, bir kere onu söyleyeyim. Binbaşının yanında tuğgeneralin tablosu duruyor. Fiyat biçilirken de sanıyorum rütbeye bakılmamış çünkü en pahalı tablolar Başçavuş Esat Acet’e aitti. 7500 ve 10 bin lira değerinde at figürlü iki tablo...
Ha tabii bu detayı da atlamamak gerek: Kuvvet komutanları Ahmet Çörekçi, Zafer Çamlıca, Vural Bayazıt ve Kenan Koçak’ın tabloları ise satılık değildi. Yanlarına “Koleksiyon” yazan bir etiket yapıştırılmıştı.

İnsanına göre geyik konuları

ACIMASIZLAR İÇİN: Tansu Çiller o kadar şişmanlamış, öyle bakımsızmış ki çok zorunda kalmadıkça yalının giriş katına bile inmiyormuş. Ne hoş kadındı eskiden. Filan.
ARAŞTIRMACILAR İÇİN: Şimdiden Bob Dylan konseri için en kıymetli yerden bilet alan Tuncel Kurtiz, Ezel dizisinde Dylan’ın bir şarkısına gönderme yapacak mı? Örneğin “Hayatta bir taş gibi yuvarlanmak, evsiz, sahipsiz, kimsesiz olmak nedir bilir misin yeğen” diyecek mi? Filan.
Yazının Devamını Oku

Ben de ağlamak istiyorum Sayın Bakanım

11 Nisan 2010
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay Ankara Ulus’ta yeni açılan sanat merkezi Cer Modern’i düşündükçe sevinçten içimden ağlamak geliyor” dedi. Cer Modern’i gezdim, benim de içimden ağlamak geliyor!

Yoğun duygular yaşıyor. Kah çok öfkeleniyor, kah içinden ağlamak geliyor.
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay...
Hassas günler geçiriyor. Ankara Ulus’ta yeni açılan sanat merkezi Cer Modern onun his dünyasını Mozart’ın 25’inci senfonisindeki gibi bir ritmle sallıyor.
Cer Modern’in açılışına sırf Başbakan geliyor diye zorla getirildiğini açıklayan kimi Ankaralı sanatçılara “Nasıl insanlarsınız, siz sanatçı mısınız?” diye ateş püskürdü. Haklıydı.
Sonra “Ankara sığınak gibi sergi salonlarından kurtuldu. Cer Modern’i düşündükçe sevinçten içimden ağlamak geliyor” dedi. Haklıydı.
Cer Modern’i gezdim, gerçekten 11 bin 500 metrekarelik bir sergi salonu, güneş ışığından da yararlanan iyi düzenlenmiş bir ışıklandırma sistemi var. Bir kafesi ve hediyelik eşya dükkanı da mevcut.
Peki içinde çağdaş sanat namına ne var?

Yazının Devamını Oku

Liberaller kaba, ulusalcılar ezik mi?

4 Nisan 2010
Gazetecilerin, siyaset adamlarının ve akademisyenlerin namütenahi bir it dalaşına tutuştuğu günlerdeyiz. Ulusalcı çizgide duranlarla liberallerin hava sahasına uzaktan bakmak bile moral bozucu. Öyleyse bu dalaşmaya Behiç Ak’ın ortaya attığı tasvirle bakalım. Behiç Ak’ın yazdığı İki Çarpı İki, İstanbul Devlet Tiyatroları’nın Atlas Pasajı’ndaki küçük sahnesinde oynanıyor. Hep dakikalarca ayakta alkışlandığını duymuştum, birkaç gün önce bizzat tanıklık ettim.
Bir kadın ve erkeğin neden evlendiğini, bir kadının neden o adamı değil de ötekini seçtiğini, bir adamın neden bir sürü huyunu sevmediği kadından kopamadığını çok iyi anlatıyor. Ve evet oyundan çıkarken Seray Gözler Yeniay ve Adnan Biricik’in iki farklı karakteri nasıl büyük bir ustalıkla canlandırdığına hayranlık duyuyorsunuz.
Fakat benim kafama takılan konu bu değil. Adım adım anlatacağım: Oyunda bir adet Ahmet, bir adet de Mahmut var. 25 yıl önce çok iyi arkadaşlarmış, şimdi değiller. 25 yıl önce aynı öğrenci hareketinin içinde, aynı idealin peşindelermiş, şimdi değiller. Mahmut hapis yatmış, Ahmet ucundan yırtmış. Mahmut bugün BMW kullanan, sadece Küba’dan gelen puroları tüttüren bir liberal olmuş. Ahmet hayatta pek birşey başaramamış, karısı tarafından mütemadiyen azarlanan, dumanlı ortamda dahi bulunamayan astımlı bir ulusalcı.
Mahmut, Ahmet’i değişime beyhude direnen, statükocu ve ezik bir adam olarak görüyor.
Ahmet, Mahmut’u kaba saba, cesareti cehaletinden kaynaklanan biri gibi.
Bu oyunda Mahmut’la Ahmet’e takılmam normaldir.
Gazetecilerin, siyaset adamlarının ve akademisyenlerin makaleler, köşe yazıları, konferanslar ve tv programları aracılığıyla namütenahi bir it dalaşına tutuştuğu günlerdeyiz.
Ulusalcı çizgide duranlarla liberallerin hava sahasına uzaktan bakmak bile moral bozuyor.
Önce Mahmut Ahmet’e bir güzel giydiriyor, sonra Ahmet alıyor sazı eline.
Eyüp Can’ın 31 Mart’ta Hürriyet’teki köşesinde yazdığı gibi “çok derin ortak bir geçmişleri olmasına rağmen birbirlerini bir kaşık suda boğacak hale gelmişler”, bir arkadaş yemeğinde bile birbirlerine tahammül edemiyorlar.
Öyleyse bu dalaşmaya Behiç Ak’ın ortaya attığı tasvirle bakalım: Liberaller hakikaten kaba saba, ulusalcılar statükonun altında ezilen tipler midir?
Bilemem. Zaten de bana ne! Canı sıkkın, kafası karışık biri olarak Mahmutlara ve Ahmetlere asıl sorumu soruyorum: Siz aynı bu oyundaki gibi aynı adam değil misiniz aslında? Bir zamanlar aynı okulun öğrencisi olduğunuzu hatırlayıp anayasalarınıza barış içinde asgari müşterek maddeleri ekleyemez misiniz?
Birbirinize saldırmadan, her gün birbirinizi dışlayacak yepyeni varolma yöntemleri keşfetmeden Türkiye nereye gidiyor bize anlatamaz mısınız?
Seviyoruz çok çünkü bu ülkeyi değil mi?

ALİ BU KEZ TAM ANLAMIYLA GELDİ

Ali Cabbar değiştirecek.
Siz onu çok iyi tanımıyor olabilirsiniz, yıllardır Brüksel’de yaşadığından ve gerekmediği ölçüde tevazu sahibi olduğundan. Müthiş bir sanatçıdır. İzleyicisini afallatacak ölçüde derinliği vardır tablolarının.
Ali Cabbar İstanbul’daki çağdaş sanat ortamını değiştirecek. Diyorum çünkü öyle bir gücü var. Var çünkü tablolarında kendisini fütursuzca değiştiriyor, geçmişini, 80 dönemiyle birlikte yaşadığı hapsolmuşluğu, sürgünü baştan yazıyor, bugünün siyasetine klişelerden ve hamasetten uzak, başka bir yerden bakıyor. Değiştirir diyorum çünkü örneğin Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’ni değiştirdi bile. 6 Nisan’da Ömer Koç’un özel davetiyle açılacak sergisi için küratör Başak Şenova’yla birlikte galeriyi neredeyse baştan inşa ettiler. Gördüğünüzde şaşıracaksınız. Kazım Taşkent sonunda bir banka şubesini andırmıyor, uluslararası bir sanatçının hikayesini anlatabilecek şekilde bir galeri artık.
Ali geldi, Huzursuz Gölge sergisinde karşınıza çıkan bütün acayip halleriyle, bu kez tam anlamıyla geldi.
Yapı Kredi’de bu sezon açılan en sağlam politik sergi olduğunu düşündüğüm Huzursuz Gölge sayesinde onunla layık olduğu şekilde tanışacaksınız. Süper bir şey!

Şahsi evrimimizle ilgili faydalı bilgiler

Yaşayan en ünlü ateistlerden Richard Dawkins’in sitesine giremiyoruz biliyorsunuz Türkiye’den. “Tanrı Yanılgısı” kitabını da kamu vicdanını rahatsız ediyor diye yargılamıştık, neyse ki yayıncı beraat etti. Şaşırdım. Bütün bu rezaletlere rağmen “Tanrı Yanılgısı”nın 30 bin, Mart başında piyasaya çıkan son Dawkins kitabı “Yeryüzündeki En Büyük Gösteri” de 3 bin adet satmayı başarmış. E bravo! Kuzey Yayınları’na Dawkins kitaplarını kapısından içeri sokmayan bir kitapçı var mı diye sordum. Varmış: NT Kitap zinciri... E normal!
Yazının Devamını Oku

Sebastian’ın müezzin merakı sayesinde neler öğrendim

28 Mart 2010
Fazlası, kedim Felix’e iyi gelmeyebilir ama benim mesleğimin hayati harcıdır. Merak şarttır ve boldur benim dünyamda. Ne ki, ciddi bir merakım, ilk defa kendim gidermeden, önüme bir belgesel olarak düştü. Müezzinler seslerini korumak için her sabah macun mu yer, yumurta mı içer, süte bal mı katar?
Minarenin tepesindeki küçük odada, mahalleye seslenen mikrofonun başında ne hisseder? Bir araya geldiklerinde Selatin camilerin müezzinleri diğerlerine hava atar mı?
Avusturyalı Sebastian Brameshuber (29) de bu soruların cevabını merak ettiğinden almış kamerasını, İstanbul’a gelmiş. İstanbul Film Festivali NTV Belgesel Kuşağı’nda gösterilecek bu belgeselin adı tahmin edeceğiniz gibi Müezzin... İzledim, sonra Sebastian’la konuştum ve bakın neler öğrendim:
1. Yumurta içeni bu belgesele rastgelmemiş ama sabah ezanından önce dolabındaki macundan bir çay kaşığı yutan da, bardağı yarıya kadar balla doldurup süt ekleyen de var.
2. Sebastian ABD’li rapçiler Mos Def, Brand Nubian ve Q-Tip’in parçalarında ezanı duyduktan sonra, “Bunları kim nasıl söylüyor? Batı’nın çektiği filmlerde sadece bir arka fon olarak duyulan ezanın icracıları nasıl insanlardır?” sorularına cevap aramaya çıkmış. Ulusal Ezan Yarışması’nın İstanbul finallerinde çekime başlamış.
3. Sanırsınız ki Avusturyalı ve kameralı birkaç gence iki kelam etmez müezzinler. Minarenin kapısını açsa da merdivenlerden çıkmasına izin vermez, Allahüekber anında kamerayı kapatmasını ister... Yok, hiç öyle değil. Sebastian sadece minareye çıkmakla kalmıyor, müezzinlerin evine de giriyor, kahvaltı masalarına oturuyor. Çocukları ve eşleriyle sohbet ediyor. Müezzinler Sebastian’a “Niye bu belgesel fikri bir Türk’ün aklına gelmedi” bile demişler sonra.
4. İstanbul müezzinleri arasında bir powerbroker var: Valide Sultan İmamı Habil Öndes. Öndes konservatuar eğitimi almış ilk imam. Bu yüzden müezzinlere makam öğrettiği bir kursu var, Ezan Yarışması’nın da jürisinde. Genç müezzinler onun kapısını aşındırıyor, hem ders almanın hem de “Birinci olur muyum hocam?” gibi tüyoların peşindeler. Öndes’in karizmasından Sebastian’ın ekibi de çok etkilenmiş bu arada.
5. Fatih Camii müezzini Halit Aslan’da ne hırs varmış... Ezan Yarışmasının İstanbul elemelerinde ilk üçe giremediğini öğrendiği an “Protesto ediyorum” diyerek camiyi terk ediyor. Sebastian’dan işin belgesele yansımayan kısmını da öğrendim. Meğer Halit Bey birinci olamadığı için o kadar sinirlenmiş ki “Mahalleli yabancı filmcilerle dolaşmamı yadırgıyor, artık benimle çekim yapmayın” bile demiş.

DÜNYANIN EN ZOR İŞLERİ

* Üç ayda bir çıkan sanat dergisi ICE’ın kapağına yüzünü boyayarak poz veren Haluk Akakçe’nin ima ettiği gibi bir sanat eseri kadar original, eşine rastlanmayacak boyutta egzantrik bir karaktere sahip olduğuna inanmak... ZOR
* Ferzan Özpetek Serseri Mayınlar filminin galasında sponsoru Twigy terliklerini “Beni hiç zorlamadılar, ne iyi sponsor” diye övdü. Bunun üstüne “Ama ben Neşeli Hayat filmimde sponsor Twigy olduğu için kocaman terlik giymiştim” diye sitemkar bir espri patlatan Yılmaz Erdoğan’ı müstehzi bir gülümsemeyle karşılamamak... ZOR
* Twitter’da birgün Mona Lisa’nın, birgün Oray Eğin’in fotoğrafını alıp üstüne photoshop’la kendi suratını yerleştiren, benzersiz hilkat garibeleri yaratan Nazlı Ilıcak’a kıkırdamadan “Çok başarılısınız, keşke bir sergi açsanız” diyebilmek... ZOR
* Araştırma konusu orta yaşlı erkeklerin gece kulüplerindeki dans figürleri ve bu figürlerin manası olan İngiliz psikolog Peter Lovatt için çok çok üzülmemek... ZOR

HIYAR MI ADAM MI

Martin Amis yeni romanı “The Pregnant Widow (Gebe Dul)” ile ilgili verdiği bir röportajda akıl hocası ve kahramanı yazar Saul Bellow’un ölüm döşeğindeyken söylediği sözlerden bahsetmiş: “O sırada Bellow ne kitaplarını ne de aldığı Nobel Ödülü’nü düşünüyordu. Sadece arkasından ‘Acaba bir adam daha gitti’ mi deneceğini, yoksa ‘Bir hıyardan daha kurtulduk’ mu diye merak ediyordu. Edebiyat dünyası değil, eski sevgilileri, eski karıları ve üç çocuğu vardı aklında.”
Buradan ne anlıyorum: Müthiş başarılı bir işadamı olabilirsiniz, dünyayı sarsan bir film çekmiş, yüzyılı değiştiren romanı yazmış olabilirsiniz ama ölürken sadece iyi bir yuva kurabildim mi diye takılır kalırsınız. Çünkü adam mısınız, yoksa bir hıyar mı sorusunun hakiki cevabını ancak çocuklarınız ve sevgilileriniz biliyordur.
Yazının Devamını Oku