13 Nisan 2010
“ZENGİNİN malı züğürdün çenesini yorar” derler... <BR><BR>Hiç öyle değilmiş... Çünkü bu kez çene yorduran da çenesi yorulan da zengin...
Bir haftadır iş dünyasından kiminle konuşsam aynı soruyu soruyor...
“Kim bu kimliği meçhul zengin?”
* * *
Geçen hafta Habertürk önemli bir habere imza attı.
Varlık Barışı kapsamında bir Türk yurtdışından yaklaşık 5 milyar dolar getirmiş...
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek isim vermemek kaydıyla haberi doğruladı.
İşte o gün bugündür Türkiye’nin bütün zenginleri bir kerede 5 milyar dolarlık bir rakamı yurtdışından getiren “kimliği meçhul zengini” konuşuyor...
Züğürdün umurunda değil, bu kez yorulan zenginin çenesi...
* * *
Nasıl yorulmasın ki...
Bu büyüklükte bir para resmi kayıtlara göre Türkiye’nin en zengininde bile yok.
Bırakın kişiyi bu büyüklükte bir nakit Türkiye’nin en büyük holdinginde bile yok...
Bir işadamı şakayla karışık “Bir Yunanlı 5 milyar doları bugün Yunanistan’a götürse hem ülkenin en büyük ortağı olur, hem de milli kahraman ilan edilir” dedi...
Oysa biz kim olduğunu bile bilmiyoruz...
* * *
Maliye Bakanlığı ser veriyor sır vermiyor.
İş dünyası bir haftadır “kimliği meçhul” zengin hakkında “isim toto” oynuyor...
Özel-kamu konuşmadığım bankacı kalmadı.
Ortaya atılan isimlerin hepsi spekülasyon, çünkü ne bu miktarda paraya sahip bir Türk var ne de bankacılık sistemi üzerinden Türk ekonomisine girmiş bir para...
Anlayacağınız Türkiye’nin en zengininin sadece “kimliği” değil “faili” de meçhul...
Tıpkı “faili meçhul cinayet” gibi, “faili meçhul” bir zenginimiz var.
Hatta bir kişi olduğu bile şüpheli...
Nedenini anlatacağım ama öncesinde sormamız gereken daha önemli bir soru var...
Acaba iş dünyası parasını neden yurtdışına götürür?
* * *
Geçenlerde bir işadamı ile konuşuyorum, parasının bir kısmını yurtdışına götürmüş...
“Neden?” diye sordum.
“Türkiye’ye güvenmiyorum...” dedi.
Oysa parayı güvenmediği Türkiye’de kazanıyor...
“Haklısın ama...” dedi ve ekledi...
“Siyasi ve ekonomik anlamda Türkiye’nin geleceğinden emin değilim, kendimi daha güvenli hissetmek için servetimin bir kısmını her zaman yurtdışında tutarım...”
* * *
O kadar yaygın ki bu ruh hali...
10 milyon doları olan da götürüyor, 100 milyon ya da 1 milyar doları olan da...
Sebebi çok çeşitli...
En kolayından başlayalım...
Bir kere her ülkenin risk primi farklı.
Türkiye’nin risk primi yüksek, sermaye her zaman riski azaltmak ve dağıtmak ister.
İkincisi, Türkiye’nin geçmişinde ‘varlık vergisi’ gibi utanç verici tecrübeler var.
Üçüncüsü Türk ekonomisini yeterince şeffaf değil.
Dolayısıyla Maliye siyasi ya da ekonomik gerekçelerle her an tepenize binebilir...
Dördüncüsü her işadamı ‘vergiden kaçınmak’ ister, gelir ve kurumlar vergisinden kaçınmak için şirketler kimi zaman yasal yolları kullanarak daha çok yatırım amaçlı yurtdışına para götürür...
Beşincisi daha az vergi vermek yani vergiden kaçınmak için yasal olmayan yollarla yurtdışına para götürülür, yani vergi kaçırılır...
Bir de tabii kaynağı, kazanma yolları ve “faili meçhul para” var.
* * *
Dolayısıyla Türkiye’ye güvenmiyorum diyen işadamlarının bir kısmı ülke risk primine, bir kısmı karmaşık vergi mevzuatına, bir kısmı tarihi ve siyasi tecrübeye, ama bir kısmı da aslında kendi kazancına güvenmediği için yurtdışına para götürüyor.
Buradan 5 milyar dolarlık meçhul zengin için çene yoran zenginlere sesleniyorum...
Boşuna yorulmayın çünkü görünürde Maliye kayıtlarına giren bir kişi ama iddia o ki kâğıt üstünde Türkiye’ye giriş çıkış yapan, arkasında birden fazla kişinin olduğu sadece kimliği değil “faili de meçhul bir durum” var...
Maliye Bakanı “Beni ilgilendirmez, ben aldığım vergiye bakarım” diyebilir, ama kâğıt üstünde Türkiye’ye giriş-çıkış yapan ‘faili meçhul parayı’ ‘en zengin Türk’ diye yutturamaz.
Bu arada sevgili Hüsnü Özyeğin üzülmeyin ‘en zengin Türk’ bu yollara tevessül etmediğiniz için hâlâ sizsiniz...
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2010
Âşık Veysel’e sormuşlar “Aşk nedir” diye...<br><br>Gülümsemiş... “Seversin, kavuşamazsın aşk olur...”
Leyla ile Mecnun’dan Romeo Juliet’e aşkın en güzel tanımıdır “kavuşamamak...”
Peki ya kavuşursan?
* * *
Hayatımda iki kez âşık oldum.
Ayrılığı da tattım kavuşmayı da...
“Yaşadıklarını izah et” deseniz edemem...
Ama Esch Tobias ve Stefano George “The neurobiology of love” kitabında ediyor.
Bir kere aşk ne zannettiğimiz gibi psikolojik ne de duygusal.
Psikolojimiz değişiyor, duygu yoğunluğumuz artıyor fakat aşk alabildiğine kimyasal.
Kalbin derinlikleriyle hiç ilgisi yok, her şey beynin kıvrımlarında...
* * *
Aşkı edebiyatçılardan dinlemeye alışık olanlara aktaracaklarım sinir edici gelebilir ama üzgünüm neuroscience’a göre aşk bir motivasyon sistemi.
Adeta bir uyuşturucu...
Âşık olduğunuzda beynin “saplantı, delilik, sarhoşluk, susuzluk ve açlık devreleri” aynı anda harekete geçiyor.
Tıpkı eroin, kokain ya da esctacy’nin ilk etkileri gibi...
Beyninizi resmen ateş basıyor çünkü “dopamine, estrogen, oxytocin ve testosteron” hormonları aynı anda beyne hücum ediyor.
Bu hücum karşısında beynin “endişe, korku, analiz ve dikkat” merkezi havlu atıyor.
* * *
Bu yüzden “aşkın gözü kör”.
Bu yüzden sevdiğiniz size kusursuz görünüyor...
Bu yüzden “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk”.
Bu yüzden sevenler sevdikleri için kendilerinden vazgeçebiliyor...
Ve bu yüzden âşıklar kavuşamayınca mide krampları geçiriyor, yemekten içmekten kesiliyor, yataklara düşüyor...
Kimi hayata küsüyor, kimi canına kıyıyor...
* * *
Yaşayanlar için su, hava, ekmek kadar fiziksel aşk.
Yaşamayanlar için delilik...
Bilim adamlarına göre en irrasyonel davranış biçimi...
Sanat, edebiyat tüm bu halleri yüceltiyor, oysa neuroscience tüm bu haller için “kimyasal” diyor...
Öylesine kimyasal ki bu ateşli dönem ortalama 6-8 ay sürüyormuş.
Eğer beynin topyekûn hormon salgıladığı bu dönemde sevdiğinize kavuşamamışsanız ortaya ömür boyu unutamayacağınız bir aşk çıkıyor.
Çünkü aşırı aktive olan hormonlar beyinde kalıcı hasarlar bırakıyor.
Sonrasında yaşadığınız her ilişki bu hasarın gölgesinde kendisine yer arıyor...
* * *
Gelelim en baştaki soruya, peki ya kavuşursan?
Psikiyatr Louann Brizendine, “Eğer beyin bu dört hormonu aynı anda sürekli salgılasa, yani aşk hiç bitmese insanlık nesli devam etmezdi” diyor.
Tutkulu aşktan, ne çocuk ne de kariyer yapmaya vakit kalırdı...
Fakat aşk öylesine bir uyuşturucu ki, alınamadığında, çok alındığında ya da azaldığında benzer sonuçlar doğurabiliyor.
Bu yüzden sadece kavuşamayanlar değil kavuşanlar da o 6 aylık süre geçince çok büyük hayal kırıklığı yaşayabiliyor.
Oysa beynimiz buna programlı...
* * *
Kavuşan çiftlerin tutkudan kalıcı ilişkiye geçiş döneminde beyin MRI’ları taranmış...
Altı ayın sonunda beynin “zevk-ödül devresi” ve “ölümüne arzulama-açlık bölgesi” giderek sönükleşirken, dostluk-bağlılık devresi sarıdan kızıla ışıl ışıl parlamaya başlamış...
Tutkuyla başlayan her ilişkide ilk büyük panik devresidir bu...
Deli gibi sevenler “aşk bitti” zanneder.
Birçok ilişki bu yüzden biter.
Oysa insan beyni ortalama altı ay sonra o hormonları salgılamamak üzere programlanmıştır.
* * *
Yapacak fazla bir şey yok...
Ya aşka müptela,
bir ilişkiden diğerine
boşu boşuna
atlayıp durursunuz
ya da yaşadığınız
aşkı kıymetini
bilerek
daha kalıcı bir
ilişkiye dönüştürür-sünüz...
Seversin, kavuşamaz-
sın aşk olur...
Seversin kavuşursun kıymetini bilebilirsen mutluluk olur...
Yazının Devamını Oku