“Eşeğini önce çaldırıp bulunca sevinen” benzetmesi uygun denilebilir ama yüzde 2.9’luk oran, nereden bakarsanız pek sevinilecek bir rakam değil. Zaten nüfus artış hızının etkisiyle kişi başına düşen milli gelirde son yıllarda görülen düşüş de bunun göstergesi. Özetle; Türkiye yüksek oranlarda büyümek zorunda.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun ölçme yöntemlerinde son dönem yaptığı değişiklikler, büyüme rakamlarının da, daha iyi görünmesini sağladı. Yanı sıra, yılın ilk 3 çeyreğine ilişkin revizyonların yüksek olması, her ne kadar herkes inanmak istese bile, rakamlar konusunda şüphelerin artmasına neden olmaya başladı. Ya yöntemde ya da hesaplamalarda bir sıkıntı seziliyor.
Yüzde 2.9’luk 2016 yılı büyümesi piyasaların son beklentilerinin üzerindeydi. Beklentilerin üzerinde çıkınca hükümet üyeleri de, ne kadar fazla büyüdüğümüzü açıklama yarışına girdiler. Referandum öncesi herkes üstüne atladı; “Bakın ekonomide işler o kadar da kötü değil” demenin bir aracı olarak kullanılmaya başlandı. Tabi ki muhalefet de tarımdaki, hizmetlerdeki gerileme, sadece inşaata dayalı büyüme, katma değerin büyüme oranlarının çok altında kalması gibi unsurlar üzerinde durmaya başladı. Özetle; yine rakamlar politikacılar tarafından çıkarlarına göre çekiştiriliyor.
Piyasa analistleri ise 2016 yılı büyümesinin ardından, bu yıl için bekledikleri yüzde 2’nin altındaki tahminleri yukarı doğru revize edeceklerini açıkladılar. Bu revizyonu önce yabancılar yapmaya başladı, ilk üç aydaki kısmi canlanmayı da gerekçe göstererek yeni tahminleri açıklamaya başladılar. İlk yabancı revizyonları 2 ile 2.5 arasında, yerliler rakamı biraz daha yüksek tutabilir.
Hükümet üyeleri ise hız alamayarak, bu yıl yüzde 4’ün üzerinde büyüme rakamlarına ulaşacaklarını söylemeye başladılar. Yani 2016 yılı büyümesi beklentilerin üzerinde çıkınca 2017 için de abartılı rakamlar gelmeye başladı.
HER ŞEY NORMAL GİTSE BİLE
Referandumdan sonra yaşanacaklar, bu yılki büyümenin asıl yönünü belirleyecek. Referandumdan çıkacak sonuçtan bağımsız, sakin bir siyasi ve ekonomik süreç yaşanırsa; o zaman yine geçen yılki rakama yakın bir orana ulaşılabilir. Bunu söylerken, Fed’in bundan sonra sadece iki faiz artırımı yapacağını varsayıyorum. Son aylarda referandum nedeniyle bol kepçe verilen teşvikler, herkesi rahatlatma kararları sonuç vermeye başlayacaktır. Buna karşılık yükselen harcamaların sürdürülebilirliğinin imkansız olduğu, dolayısıyla yılın ikinci yarısından itibaren kısıntılar olmasını beklediğimi de söylemeliyim. Yani Türkiye’nin ancak her şey normal giderse, düşük rakam ama, yüzde 3 büyüme şansı olabilir. Fed’in beklentinin üstünde sıkılaştırma kararları bu tahmini bozar.
Bundan çok; referandum sonrası içerideki olası siyasi havanın beni korkuttuğunu söylemem gerekiyor. Sonuç ne çıkarsa çıksın; Türkiye’nin bu uluslararası ilişkiler ve iç çatışmayı arttıran iklim nedeniyle, siyasetin sakinleşmeyeceğinden, aksine daha da karışacak olmasından endişe ediyorum.
Hükümet her koldan sübvansiyon vererek, bankaların kredi vermelerini hızlandırdı. Kısa dönemde ekonominin canlanması açısından bunun moral olduğu kesin. Ancak referandum sonrası yeni bir hikaye yazılamaz, ekonomiyi kalıcı olarak canlandıracak yapısal tedbirler başarılamazsa, o zaman bu kredilerin hem bankalara hem makro dengelere olumsuz etki yapacağı da unutulmamalı.
Henüz ekonomide canlanma başladı diyemezken, kredilerdeki hızlı artış bu ayla birlikte belirginleşti. Buna rağmen hala esnaf kuruluşları başta olmak üzere bankaların kredi vermekte yavaş ve çekimser davrandığı yönünde eleştiriler de dile getiriliyor. Hem bankalar hem kredi alacaklar için şartlar çok yumuşatılmasına rağmen demek ki, hiç alamayacak şirket ya da işletmeler var ki, bunlar da alamıyor. Bankaların kredi vermekteki iştahına, şartların yumuşatılmasına rağmen bu krediler verilemiyorsa, bence gerçekten kredi alamayacak kadar ağır koşullar söz konusudur. Ama hep böyle oluyor; bankalar ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini beğendiremiyorlar.
İşte bu yakınmalar üzerine Bankalar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın, dün bir açıklama yaparak KOSGEB ve KGF kanalıyla kullandırılan krediler hakkında bilgi verdi. Başkan Aydın, Bankalar Birliği’ne gelen başvurularda faiz ödemeleri KOSGEB tarafından sağlanan kredilere bankaların ilgisinin az olduğu veya süreçlerin yavaş işlediği hakkındaki yorumların gerçeği yansıtmadığını söyledi. Kısa bir sürede çok sayıda talep geldiğini, bunların işleme alındığını ve uygulamada bir aksaklıkla karşılaşılmadığını belirten Aydın, yeni koşullara uyum gereğiyle hazırlık dönemi gerektiğini, bu sürenin de normal sayılması gerektiğini söyledi.
Aydın, “KOSGEB tarafından faiz destekli kredi imkânlarında sağlanan iyileşme yanında, Hazine destekli KGF kefaletiyle sağlanan limitlerin önemli ölçüde artırılması ve borçlarını ödeyen veya ödeme niyetinde olan müşteriler için getirilen ek düzenlemeler, kredi talebini ve kredi arzını olumlu yönde etkilemektedir. Bankacılık sektörü, faaliyetini sürdürebilir durumda olan işletmelere yapılandırma desteği veya yeni kredi vermeye devam etmektedir” dedi.
23 Mart 2017 tarihi itibarıyla TL kredilerin yıl sonuna göre 57 milyar TL arttığını, geçen yılın ilk üç ayında TL kredilerdeki artışın 24 milyar olduğunu yani geçen yıla kıyasla 2 kat artış olduğunu kaydeden Aydın, ilk çeyrek itibarıyla son beş yılın en iyi üç aylık başlangıcının yapıldığını, önümüzdeki günlerde bu trendin artarak devam etmesini beklediklerini söyledi.
15 GÜNDE 64 BİN KOSGEB KREDİSİ
Kredi kullandırma işleminin mart ayının ikinci haftasında başladığını, son 15 günlük sürede 64 binin üzerine işletmeye kredi kullandırıldığını kaydeden Hüseyin Aydın, inceleme aşamasında olan 40 bine yakın dosyaya ilişkin kararın da kısa sürede tamamlanmasını beklediğini vurguladı. Aydın’ın verdiği bilgiye göre bankalar ile kredi görüşmesine başlayan 191 bin işletme var.
Daha önceki rakamları bilmemekle birlikte, son üç ayda özellikle son 15 gündeki kredi kullanımının rekor olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hükümetin referandum öncesi giriştiği büyük rahatlatma hareketi sonucunu verdi, bankalar da, küçük esnaf ve KOBİ’ler başta olmak üzere genelde herkes memnun.
İşadamları, kendi verecekleri oydan bağımsız olarak, referandum hangi sonuç çıkarsa ekonominin nasıl seyredeceğini tartışmaya devam ediyor. Son günlerde, “Artık ne çıkarsa çıksın ekonomideki belirsizliğin devam edeceği” yönündeki karamsar tavrın hakim olmaya başladığını görüyoruz. Yani referandumdan evet de çıksa, hayır da çıksa, siyasi tansiyonun düşmeyeceği, uluslararası sorunlar başta olmak üzere, çatışmaların artacağı tahminleri yapılmaya başladı.
Son dönemde işadamlarının sık sık belirttiği, “Artık ekonomide reform ve yapısal tedbir sürecine geri dönülmesi lazım, referandum sonrası bu süreç başlasın, önümüzü görelim” taleplerinin hayata geçeceği konusunda da umutların azaldığı görülüyor.
Kamuoyuna açıkça söylemeseler de, işadamlarının çoğu gidişatı iyi görmediklerini, referandum sonrası bir şeyin değişmeyeceği hatta daha da ağırlaşmasını beklediklerini özel sohbetlerde dile getiriyorlar.
Küresel finans ikliminin düzelmesiyle, son dönemde kurlardaki aşırı artış trendinin durmuş olması, elbette moralleri biraz düzeltmişti. Bunun üzerine Hükümetin ekonomiyi canlandırmak adına aldığı kararlar, özellikle Hazine’nin desteğiyle zor durumda kalan şirketlere kredi verilmesini kolaylaştırılması piyasadaki sıkıntıyı bir ölçüde rahatlattı. Yine konut sektöründe başlayan sıkıntı, 20 yıla uzayan krediler, KDV indirimleri ile hafifletildi. Nisan sonuna kadar beyaz eşya ve mobilyada yapılan büyük KDV indirimleri de piyasada biraz rahatlık sağladı.
Ancak bunun kısmi bir rahatlık olduğu, referandum amaçlı olduğunu, referandum sonrası ekonominin toparlanması, yeniden disipline edilmesi gerektiğini herkes görüyor. İşte referandumdan çıkacak sonuçtan bağımsız olarak, iş aleminde ciddi bir umut vardı. Başka bir deyişle şu anda piyasada yaşanan kısmi rahatlığın, daha kalıcı tedbirlerle referandum sonrası devam edeceği beklentisi oluşmuştu, son günlerde bu kaybolmaya başladı.
AB KAYNAKLI KARAMSARLIK
Oluşan karamsarlığın en büyük nedenlerinden biri AB ile yaşanan çatışmanın giderek artması. İşadamları, AB’nin Türkiye ekonomi için vazgeçilmez olduğunu, her açıdan bu hedefin sürmesinin önemine dikkat çekerek, “Referandum sonrası ilişkide hava yumuşar diye bekliyorduk ama gelinen nokta işin daha da sertleşeceğini gösteriyor” demeye başladılar.
Son olarak Cumhurbaşkanı
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, bu kısıtlamaya karşı çıkarken, Türkiye üzerinden gelen uçaklarla Frankfurt’tan gelenlerde ABD’nin aynı tedbiri uygulamasını istedi. Güvenliğin, uçuş konforundan elbette önde geldiğini kaydeden Arslan, Uludağ Zirvesi’nde yaptığı konuşmada, “Ama güvenlik tedbirini bir yerde alıp başka bir yerde almıyorsanız o zaman bu başka türlü okunur. ‘Bunun arkasında başka niyetler var’ denir. O niyetler de bu salondaki hazirunun amacına uygun olmaz” dedi.
İŞADAMININ ÇIKARINA TERS
Maliye Bakanı Naci Ağbal da, THY’nin gelişimini özetleyip, “laptop yasağı” olarak adlandırdığı bu yasağın Türkiye’nin son yıllarda önemli hub olması, yeni havaalanı projesiyle bu fonksiyonun artacağı beklentisi gibi unsurlarla ilgili olduğunu, korumacılığa karşı olanların korumacı hale geldiğini söyledi.
Korumacılık konusunda Ağbal çok haklı; tüm dünyada bu eğilimlerin arttığı, bundan da en çok, bizim de bulunduğumuz gelişmekte olan ülkelerinin zarar gördüğü açık. Sadece hava yolunda değil, başka önemli sektörlerde de benzer korumacılık artıyor ve belli ki bir süre daha devam edecek.
Bakan Arslan’ın “Bunun arkasında başka niyetler var” imasına gelince...
ABD’yi iyi takip eden bazı tarafsız uzmanlar Türkiye’nin bu yasağı üzerine alınmaması gerektiğini, elde edilen istihbaratlar gereği alınan zorunlu tedbir olarak görmenin doğru olacağını söylüyorlar.
Bunda haklılık payı olduğu kesin ama hem korumacılıkta hem de bu yasak kapsamına Türkiye’nin alınmasında başka niyetler aranması da doğal. Bakan Arslan’ın dediği gibi, bu niyetler elbette işadamlarımızın çıkarına ters.
PEKİ, NİYE ŞİMDİ?
Bir yandan bazı Avrupa ülkeleriyle referandum nedeniyle çıkan sert tartışmalar ve bunun ardından Avrupa Birliği’den (AB) gelen ortak tepkiler, öte yandan ABD ve Rusya ile Suriye’deki keskin görüş ayrılıkları, yalnızlaşmanın daha fazla gündeme gelmesine neden oldu. Ekonomi açısından bakacak olursak: Türkiye’nin yalnızlaşması halinde ülkenin ve halkın fakirleşeceğini baştan, kesin olarak söyleyebiliriz.
Unutmayalım ki; artık hiçbir ülkenin dünyada tek başına kalması, kendi kendine yetmesi mümkün değil. Hele ki, nüfusu hızla artan, küresel sistem içinde olduğu için halkın taleplerinin hızla arttığı, yüksek büyüme hırsı olan, buna karşılık zengin doğal kaynakları bulunmayıp, tasarruf oranları yetersiz bir ülkenin yalnız kalması düşünülemez.
Türkiye ekonomisi ancak küresel sisteme entegre olduğu, ihracatını arttırdığı, turizm geliri elde ettiği, üretimde katma değerini artırdığı sürece büyüyebilir. Yabancı sermaye olmayınca büyümenin yüzde 2-3’lere nasıl indiğini yaşıyoruz. Neredeyse nüfus artış oranı kadar büyümekle yetilirse, ekonominin reel büyümesinden fert başına milli gelirin artmasından söz edilemez. O nedenle önümüzdeki yıllarda yeniden yüzde 6-7 büyüme oranlarına kavuşması, bunun için de küresel sisteme entegre, işbirliklerini geliştirmiş bir ülke olması gerekiyor. Bu sağlayacak olan da ülke yöneticileridir.
Şuna inanıyorum; Türkiye ekonomisi yüzde 2-3 gibi büyüme oranlarına birkaç yıl daha devam ederse, ya da giderek yalnızlaşıp eksi büyüme oranları görürse, bırakın halkın refahının gelişmesini, mevcut refahı koruyamaz. Daha da ötesi; ekonomi büyümezse, son dönemin halkın takdirini kazanan sosyal yardımlar bile yapılamaz hale gelebilir. Tabii ki bu tehlike bugünden yarına gerçekleşmez ama bütçe açıklarının artmasına bağlı sosyal yardımların ödenemez hale gelmesi, yalnızlaşan bir ülkede birkaç yıl içerisinde kaçınılmaz olabilir.
AVRUPA HEDEFİ OLMAYAN TÜRKİYE
Bu köşeyi okuyanlar bilirler; AB’yi Türkiye’nin ekonomik ve demokrasi-hukuk standartlarını yükseltmesi açısından vazgeçilmez bulurum. Dolayısıyla halkın refah ve özgürlüğünün artması için bu hedefin sürmesi gerektiğine inanırım.
Dün Sedat Ergin’in köşesinde çok haklı olarak sorduğu “AB ile büyük kopmaya doğru mu?” sorusunu, en büyük işadamından, kahvedeki emekliye kadar herkes kendine sormalı, yanıt aramalı. Kopma olursa ne olacağını da düşünmeli.
Gerçekten bu soru referandum öncesi gündeme geldi ve Sedat’ın dediği gibi, ne sonuç çıkarsa çıksın bir süre daha gündemimizde olacak gözüküyor.
Hükümetin ekonomideki yavaşlamaya verdiği tepkinin kısa vadeli canlanmayı içerdiğini belirten Moody’s raporunda “Alınan bu önlemler hem makroekonomik dengesizlikleri artırabilir, hem de ekonomik büyümeyi sınırlayan temel yapısal sorunlara karşılık vermede başarısız olabilir” deniyor.
Türkiye’nin kredi notuna temel desteği oluşturan güçlü kamu maliyesinin yavaşlayan ekonomik büyümeden olumsuz etkilendiğini belirten Moody’s, hükümetin ekonomideki yavaşlamayı gidermek için attığı adımlarla kamu harcamalarının yükseldiğini; bunun yapısal sorunlara çözüm oluşturmadığını açıkladı.
Geçen birkaç ay içinde alınan tedbirleri düşündüğümüzde kısa vadede kamu gelirlerini düşüren vergi indirimlerinin yanında, orta vadede mali yapıyı bozabilecek Hazine sübvansiyonlarını, İşsizlik Fonu’ndan amaç dışı harcamaları, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tahsilatını azaltıp harcamalarını artıracak dolayısıyla Hazine’den alacağı parayı artıracak tedbirleri görüyoruz.
Bu arada nisan sonuna kadarki vergi indirimlerinin kalkmasıyla zaten yüzde 10’u geçen enflasyonun, geri çekilmesini beklediğimiz dönemde, mayıstan itibaren de hızlanabileceğini görmek gerekiyor.
Şubat ayından itibaren bütçe harcamalarında artış başladı. Maliye’de bazı harcamaların sonraki aylara kaydırılabildiğini biliyoruz; o nedenle bu tedbirlerin asıl faturasını mayıs ayından itibaren görmeye başlayacağız. Maliye Bakanı bütçe hedefleri içinde olduğumuzu söylüyor ama mayıstan sonra bunu söylemesi bir hayli zorlaşacak.
Peki, o zaman ne olacak derseniz; zaten artmaya başlayan borçlanma oranlarının daha da artması kaçınılmaz. İç borç çevirme oranlarının yüzde 100’ün üzerine çıktıktan sonra, giderek artan oranlarda yükselmesi bence kaçınılmaz olacak.
O zaman ne olacak derseniz; 2000 yılı öncesindeki gibi, borçlanma arttıkça faizler artacak, faizler arttıkça, 2001 reformlarıyla set çekilen faiz harcamalarının bütçe içindeki payı artmaya başlayacak. Mali disiplin dediğimiz ekonomide kalan tek çıpa da artık sürümeye başlayacak...
ŞİRKET KURTARMAKLA EKONOMİ KURTULMAZ
Hükümet yetkilileri, alışıldık biçimde, Moody’s’in görünüm indirim kararını kasıtlı ve Türkiye’ye karşı alınmış bir karar olarak açık-layabilirler. Aslında buna bile gerek olmadan, piyasalar “iyiyi satın alma havasında” oldukları için, bu olumsuz kararı da es geçip, fiyatlara yansıtmama yolunu seçeceklerdir. Ancak Moody’s’in eleştirileri, günlük piyasa kaygılarının ötesinde, fazlaca tartışmadığımız ekonomik ortamın nasıl tehlikeli bir yola girdiğine işaret ediyor. Moody’s, kredi notu görünümünü düşürmesinin genel gerekçeleri olarak; büyüme görünümünün düşmesini, kurumların gücünü yitirmeye devam etmesini, ülkenin iç ve dış mali yapısı üzerindeki baskıların artmasını sıralıyor. Bunlarla birlikte kredi şoku riskinin büyüdüğünü söylüyor.
Moody’s, eylülde aldıkları not indirimi kararından sonra Türkiye’nin kredi görünümü üzerindeki iç ve dış şokların somut olarak arttığını belirtirken, temmuzdaki başarısız darbe girişimi ardından iç siyasi ortamdaki gerginliğin beklenenden uzun sürdüğüne dikkat çekiyor. 2016’nın üçünü çeyreğindeki zayıf ekonomik performansın geçici olduğu düşünülse bile, devam eden siyasi ve jeopolitik gerilimlerin içeride güvene etkisinin, TL’de sert değer kayıplarının, yüksek enflasyon neden olan dış baskılardaki yükselişin büyümeyi kısa vadede baskılamaya devam ettiğinin altı çiziliyor. Planlanan reformların hayata geçirilememesi nedeniyle, uzun vadede de potansiyel büyümenin tarihi standartlara göre düşük kalacağı belirtiliyor.
ELEŞTİRİLERİ YANLIŞ MI?
15 Temmuz başarısız darbe girişi ardından ortaya çıkan gergin siyasi ortamın tahminlerden uzun sürdüğünü belirten Moody’s, 16 Nisan anayasa referandumu ardından bu havanın hafiflemesinin beklen-mediğini belirtiyor. “Temmuz ayından bu yana hükümetin muhalefeti kısmak için attığı adımlar ülkenin yönetme gücünü azalttı ve özel sektör güvenini zedeledi” denilen Moody’s raporunda, bu gelişmelerin ekonomik büyüme üzerinde kısmen etkili olduğunu söylüyor.
Moody’s bunun yanında kısa vadede ekonomiyi canlandırmak için hükümet tarafından alınan son önlemler üzerinde durarak, bu önlemlerin mali yapıyı bozma ve asıl yapısal tedbirlerin alınmasına engel olma tehlikesine dikkat çekiyor. (Bu konuyu ayrıca işlememiz gerekiyor.)
Bence Moody’s’in raporunda yer alan eleştirilerin, önyargısız ve çok dikkatle okunması gerekiyor. Kimse bu tehlikelerin olmadığını, gönül rahatlığıyla, söyleyemez. Hükümet üyelerinin bile “tarihin en yetersiz bürokrasisi ile çalıştıklarını” söylediğini biliyoruz, yani kurumsal yapı iyice zayıflamış durumda. Kimse inisiyatif almıyor, herkes korkuyor ve bu iş ortamını olumsuz etkilemeye devam ediyor. Olağanüstü halin sürmesi, haksız uygulama örnekleri ve iddialarının artması, hukuk sistemine güvenin kaybolması gibi sorunların içindeyiz ve kurumsal kapasitenin gerilemesi de zaten bu demek.
Ekonomide kırılganlıklar arttı, para politi-kalarında itibar kalmadı, doğrudan yabancı sermaye girişinde umutlar azaldı, bunlar ortada. Bugün açılacak piyasalarda Moody’s’in görünümü negatife çevirmesinin etkilerini göremeyebiliriz. Bu kısa vadede hükümeti rahatlatıyor olabilir. Ancak sayılan bu riskler var ve ekonominin geleceği için bu riskleri giderecek adımların biran önce atılması gerekiyor.
Piyasalar bu karara olumlu tepki verdi ve dolar kuru 3.63 TL’ye kadar indi. Verilen bu ilk olumlu tepkinin ardından, önümüzdeki günlerde ne olacağı ise o kadar net değil. Özellikle Mart ayı enflasyonuyla birlikte yıllık enflasyonun yüzde 11’e çıkması halinde, 11.75’lik oranın da yeterli kalamayacağı ortada.
Merkez Bankası’nın Fed’in bu yıl 3 faiz artırımı açıklamasının ardından böyle bir karar bile almayacağını söyleyen bankacılar vardı. Bu nedenle beklentilerden iyi bir karar aldığı düşünüldü. Ancak piyasa oyuncuların hemen hepsi, bu kararın geçici bir karar olduğunu konusunda da hemfikir.
Özetle söylemek gerekirse; Merkez Bankası gerekli yönetimi yine göstermeyip yine durumu idare etmeyi seçti. Böylece 16 Nisan’da yapılacak referanduma kadar, gerektiğinde piyasayı daha da sıkılaştırmak için, ek bir hareket imkanı kazanmış oldu. Başka bir deyişle; nisan ayı başında piyasada ortalama faizin büyük ihtimalle yüzde 11.75’lik sınıra kadar gelmesi bekleniyor.
Peki, bu sürdürülebilir bir şey mi dediğinizde; kesinlikle olmadığı söylenebilir. Politika faizinin ve faiz koridoru üst bantının arttırılması ve fonlamada normal yollara dönülmesi bekleniyor. İşte bu nedenle 26 Nisan’da, yani referandum sonrası yapılacak ilk Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı büyük önem taşıyacak. Merkez Bankası geçici olduğunu umduğumuz mevcut fonlama yolu ve faizini terk edip, yeniden sadeleştirme ve resmi faiz artışına geçecek mi, yani normalleşmeye dönecek mi, göreceğiz...