Geçen hafta piyasa uzmanlarına bu görüşmenin piyasa etkisini sorduğumda çoğunun önem vermediğini görmüştüm. Hafta başında konuştuğum önemli bir bankanın fon yöneticisinin ise görüşmeye dikkat kesildiğine şahit oldum. Bu görüşmemin ardından, geçtiğimiz Salı günü ABD yönetiminin açıkladığı, YPG-PYD’ye ağır silah verme kararı, hem zamanlama açısından taşıdığı sembolik değer, hem de Türkiye’nin ABD ilişkilerinin geleceği açısından piyasalar açısından bu toplantının önemini artırdı.
Durum aslında açık; ABD bölgede belirli bir planı oluşturdu ve bu plan Türkiye’nin uzun zamandır savunduğu ulusal çıkarlarına aykırı. Türkiye PKK’nın uzantısı olarak gördüğü PYD-YPG ile ABD, Rusya ve Avrupa ülkelerinin çalışmasını istemiyor ve şimdiye kadar bu konuda kesin ve sert bir dil kullandı. Buna rağmen ABD de, Rusya da bölgede bu örgütlerle yakın çalışıyor ve çalışmaya devam edeceğini açıkça gösteriyor.
Bu iradeye karşılık Türkiye ne yapacak derseniz; bence Hükümet çok zor kararların eşiğinde. Piyasa oyuncuları ile konuyu tartıştığımda beklentilerinin “ABD ile ne yapıp edilip uzlaşılacağı, Avrupa ile de ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılacağı” yönünde olduğunu görüyorum. Çünkü piyasa profesyonelleri ekonomi açısından, yabancı sermaye akışı ve büyüme açısından başka bir seçenek olmadığını görüyor. Bu nedenle Hükümetin referandum öncesi ne derse desin, uzlaşmak zorunda kalacağını, ekonominin de siyasi geleceğin de büyük ölçüde buralardaki başarıya bağlı olduğunu biliyor.
İşte bu nedenle sonuçta anlaşma sağlanacağı düşünülüyor . Ancak buna rağmen bir aksilik olur da ilişkiler kopar mı tedirginliğini de yaşıyor.
Bence de hem ABD hem Avrupa ile ilişkiler, piyasalar açısından yakından izlenmesi gereken aşamaya, gerçekten geldi. Bölge için öneminin yanında turizm ve ihracattaki büyük payı nedeniyle Rusya ile ilişkileri de buna ekleyebiliriz. Bu gelişmelerin piyasada fiyatlandığını yakında görmeye başlarız.
Dış politikada atılacak adımların, iç politikaya da ciddi yansımaları olacağı açık. Örneğin ABD ile anlaşılıp yeniden bir Kürt açılımı başlatıldığı takdirde içeride MHP’nin desteğinin çekilmesi kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda AKP içinde ve belediyelerde yapılacağı söylenen FETÖ temizliğinin yapılamayacağı, çünkü gelecek seçimler için tüm ittifakların önemli olacağı da açık.
Hükümetin ABD ve AB’ye büyük tavizler vermesi halinde, özellikle referandum öncesi edilen sert hamasi sözlerin unutturulup, hiçbir müeyyidesi olmaması için, nasıl bir yöntem ve gündem oluşturma stratejisi izleneceği, bunların parti içinde ve siyasi iklimde yaratacağı etkiler de önemli hale gelecek.
Hükümette, gerekirse taviz vererek, ABD ve AB ile yumuşama eğiliminin hakim olduğu kesin ama tavizin sınırları nedir, ilişkileri bozma pahasına kabul edilemeyecek noktaya ulaşır mı, yakından izlenecek.
Her türlü affa, alanım gereği vergi aflarına ilkesel olarak karşı çıktığım bilinir. Son yıllarda 1.5 yılda bir yapılagelen vergi aflarına da hep karşı çıkmışımdır. Her alanda olduğu gibi bu alandaki aflar da kurallara ve yasalara uyan vatandaş ve işletmelerin cezalandırılması, haksız rekabet oluşması anlamına geliyor. Bir idari sistemde vatandaşlar arasında ayrım yapılır, kurallara uyanlar cezalandırılırsa, adalet duygusunun zayıflaması bu nedenle de devlete olan güveninin zayıflaması kaçınılmazdır. Zaten uzun yıllardır bu konuda sicili kötü olan idari sisteme olan güvenin, kayırmacılık iddialarının artmasıyla iyice kaybolması sürpriz olmaz. Böyle bir idari sistemin, insanların kayırma ve haksızlığa karşı çıkabildiği özgürlükler ve demokrasi içinde sürmesi mümkün değildir. Yani adaletsizliklerin demokrasiden uzaklaşmış bir sistemin varlığına ihtiyaç duyacağı unutulmamalı.
Getirilen teklif, vergi affının artık çok daha kolay uygulanabilmesine imkan veriyor. Artık yasaya bile gerek olmadan, Bakanlar kurulu kararı ile şirketlere, esnek ve değişen koşullarla aflar sağlanabilecek.
İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sinan Alçın, “borç yapılandırması” kararının yasama organının elinden alınıyor olmasının verginin yasallığını tartışılır hale getireceğine dikkat çekmiş. Sinan Alçın, yasa çalışmasının verginin adalet, kesinlik, ekonomiklik, uygunluk ve yasallık ilkelerinin bütününe aykırı nitelikte olduğunu belirtmiş. “Vergi kutsallığı” kavramının da tartışılır hale geleceğini belirten Alçın, Bakanlar Kurulu’na “istediği mükellefin vergi borcunu istediği faiz oranıyla yapılandırma hakkı” tanınmasının, Bakanlar Kurulu onayını alma ‘başarısını’ gösterememiş mükellefler için tam cezalandırma yöntemi olduğunu vurgulamış.
MALİYE’NİN SAVUNMASI
Alçın, Varlık Fonu’nun AŞ niteliği ve vergiden muaf olmasıyla birlikte, devlet bütçesinin giderek cılızlaşacağını, sermaye grupları arasındaki eşitsizliği artıracağını da söylemiş.
Maliye Bakanlığı da gazetelerde çıkan haber ve yorumlar üzerine dün bir açıklama yaparak, bu yasa teklifi ile Bakanlar Kurulu’na borcu ötelenecek firmaları belirleme yetkisi verilmediğini iddia etti. Borcu ötelenecek firmalara ilişkin kriterlerin belirsiz olduğu ifadesine karşı çıkan Bakanlık, “Getirilen düzenlemede, borcu yapılandırılacak firmalara ilişkin kriterlerin Bakanlar Kurulu’nca belirlenmesi hüküm altına alınmıştır” diyor. Bakanlar Kurulu’nun genel ve objektif kriterleri belirleyeceğini ama hiçbir şekilde borçlu veya şirket bazında karar vermeyeceği belirtiliyor. Yorumlardaki “Hükümete yakın şirketlerin borcunda kolaylık mı sağlanacak?” yorumlarını kasıtlı gören Bakanlık, “Yapılan düzenleme anayasanın ve vergi hukukunun temel kurallarına tamamıyla uygundur” diyor.
Burada temel ayrılık vergi affı şartlarının TBMM’den çıkacak yasayla değil, Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenip uygulanması. Deneyimler yıllardır verginin bir silah olarak kullanıldığını gösterirken, ayrıcalık kaygıları doğal sayılmalı.
Unutmayalım; ilk seçimle Bakanlar Kurulu artık milletvekillerinden oluşmayacak, şartları da milletvekili olmayan bakanlar belirleyip uygulayacak.
Fed’den gelen haberlerin sürpriz olmadığını ve yeni bir beklenti yaratmadığını kaydeden bir bankacı, “Belli ki haziranda bir faiz artırımı daha yapacak, daha sonra yine uzun süre bekleyip aralıkta bir faiz daha artıracak beklentisi hâkim” şeklinde konuştu. Bunun da küresel piyasa kaynaklı bir hareket beklentisini azalttığını söyledi. Gelişmekte olan ülkelerin sakin bir seyir izlemesini ve kötüleşme beklemediklerini kaydeden aynı bankacı, bunun da rutin bir gidişat anlamına geldiğini söyledi.
Piyasa oyuncuları ne kısa vadede ne de orta vadede önemli bir hareket beklemediklerini, yani bugünden satın alınacak bir hikayenin kalmadığını söylüyorlar. Bunun bir başka açıdan bakıldığında “ekonomi için ne iyi, ne de kötü bir beklenti olmadığı” anlamına geldiğini kaydeden bankacılar, zaman içinde yeni hikayeler çıkmasını bekleyeceklerini, çıkınca yeni beklentilerin satın alınacağını söylüyorlar.
Önümüzdeki dönem belki piyasaları hareketlendirecek bir unsurun yeni Bakanlar Kurulu olabileceğini kaydeden bir bankacı ise “Hükümetin yeniden şekillenmesinde sürpriz olursa o zaman bir hareket olur” dedi. Örneğin son dönemde adı sıkça kulislerde geçen Ali Babacan’ın yeniden ekonomi sorumluluğuna getirilmesi halinde piyasaların bunu olumlu satın alacağını kaydeden aynı bankacı, kendisinin ise böyle bir şey beklemediğini söyledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ay ortasında ABD Başkanı Trump’la yapacağı görüşmeden bir beklenti olup olmadığını sorduğumda, bu görüşmenin beklediğim kadar piyasaların ilgisini çekmediğini gördüm.
Piyasa oyuncuları son coşkudan sonra biraz yorulmuş görünüyor, önümüzdeki dönem sakin bir seyir bekliyor. Ancak herkes de biliyor ki; burası Türkiye ve her an yeni bir şeyler olabilir.
Piyasadan izlenimim o ki; dış politika kaynaklı önemli bir hareket olmaz, Bakanlar Kurulu değişimi sürprizli gerçekleşmezse, neredeyse yıl sonuna kadar sakin bir seyir beklentisi var. Bu durumda Merkez Bankası’nın vereceği kararların, belli ki piyasaların seyrindeki belirleyiciliği artacak.
Ancak şahsen iç ve dış politika kaynaklı yeni hareketler yaşanacağını ve piyasaları olumlu ya da olumsuz etkileme gücü olacağını tahmin ediyorum.
TANJU OĞUZ ADI TED ÜNİVERSİTESİ’NDE YAŞAYACAK
Nisan’da yüzde 1.31 olan tüketici fiyat endeksindeki artışla birlikte yıllık enflasyon, yüzde 12’ye dayanarak, yüzde 11.87’ye çıktı.
Geçen yıl nisan ayı sonunda yıllık enflasyon yüzde 6.57 oranında, mayıs sonunda ise yüzde 6.58 seviyesindeydi. Bir başka söyleyişle; yıllık enflasyon rakamları son 1 yıl içinde neredeyse ikiye katlandı. Mayıs sonu itibariyle bu durumun devam etmesi bekleniyor.
Sadece rakamlara bakarak bile, son 1 yılda enflasyonla mücadelenin yeterince yapılamadığını, siyasi otoritenin ve Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelede bilerek gevşek davrandıkları söylenebilir. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın etkin bir para politikası uygulamadığı da ortada.
Bir başka açıdan bakacak olursak, Merkez Bankası yönetiminin gösterge faiz yerine, tali bir araç olan geç likidite penceresi faiz oranlarını kullanarak enflasyonla mücadele ediyor görünmesinin pratikte rakamlara yansımadığı da açıkça gözüküyor.
Nisan ayı tüketici fiyatlarında yüzde 1’in üzerinde artış bekleniyor. Geçen yıl nisandaki yüzde 0.78’lik TÜFE (tüketici enflasyonu) artışını göz önünde tutarsak; kaba bir hesapla, yüzde 1.5’i geçmesi halinde, 11.26’ya çıkan yıllık enflasyon yüzde 12’yi aşacaktır.
Son Para Politikası Kurulu (PPK) raporunda Merkez Bankası, işlenmemiş gıda, tütün ürünleri, giyim fiyatları ve geçici vergi indiriminden kaynaklanan baz etkileri nedeniyle 2017 yılında tüketici enflasyonunun dalgalı bir seyir izleyeceği görüşünü korudu. Özellikle işlenmemiş gıdadan gelen baz etkisi ve döviz kurunun gecikmeli etkileriyle enflasyonun nisan-mayıs aylarında en yüksek seviyeye ulaşacağı, sonrasında ise enerji, alkol-tütün ürünleri ve gıda fiyatlarında 2016 yılındaki artışların yıllık enflasyon üzerindeki etkisinin azalmasıyla birlikte tüketici enflasyonunun düşeceğini öngördü. Geçen yılki rakamlara baktığımızda ise enflasyondaki artışın nisan ve mayısın yanında haziranda da sürmesi beklenebilir. Geçen yılki TÜFE artışları mayısta yüzde 0.58, haziranda yüzde 0.47 olarak gerçekleşmiş, temmuzda yüzde 1’i geçmişti. Yani baz etkisi en az 3 ay daha artışın sürebileceğini gösteriyor.
Peki, yıllık oran kaça ulaşır derseniz; bence yüzde 12’yi geçeceği kesin, 13-14 seviyelerine bile gidebilir. Normal piyasa şartlarında bu tahminler geçerli ama küresel ekonomide yaşanacak yeni olumsuzluklar veya iç ve dış siyasi çatışmaların bu tahminleri altüst etmesi kaçınılmaz.
Merkez Bankası yıl sonu enflasyon hedefini yarım puan yükseltip yüzde 8.5’e çıkarırken piyasalarda bu rakamda kalınacağına inanç yok. Merkez Bankası raporlarının satır aralarında da bu risk gözleniyor. Merkez Bankası orta vadeli enflasyon tahminlerinde esas alınan görünümde toplam talebi kısan koşulların, daha sınırlı kaldığını ama enflasyon üzerinde düşürücü yönde etkili olmaya devam edeceğini söylüyor. Büyümedeki toparlanmanın talebin daha yüksek çıkabileceği ama yine dengeli talep bekledikleri kaydedilen Raporda, “Önümüzdeki dönemde, uygulanmakta olan üretim ve istihdam teşvikleri ile kredi piyasasını canlandırıcı önlemlerin toplam talep koşulları üzerindeki etkisi yakından takip edilecekti” deniyor. Yani zaten gıda enflasyonunun yukarı yönlü gidişatının sürdüğünü belirten Merkez Bankası, son tedbirlerin talebi çok artırıp enflasyonun daha yukarı çıkmasına neden olabileceğinden korkuyor.
FAİZLER BİLDİĞİNİZ GİBİ
Merkez Bankası her zamanki gibi; enflasyondaki baskı arttığı takdirde para politikasında gerekli kararları almaya devam edeceğini vurguluyor.
İyi de, Merkez Bankası gerçekten para politikasını enflasyonla mücadele için kullanıyor mu? Kendisi de biliyor ki bu sorunun yanıtı hayır... Geçen ayki PPK toplantısında sadece geç likidite penceresi faiz oranlarında yüzde 0.75’lik artış yapan Merkez Bankası, bu hafta açıklanacak enflasyon rakamının yüksek olacağını gördüğü için bu artışı yapmış olabilir.
O nedenle piyasaya sürpriz gibi gelen bu artışı yapmış olabilir. Ancak herkes biliyor ki enflasyonla mücadele için politika faizinde yüklü artış gerekiyor. Aksi halde inandırıcı olması, piyasaların önünü görmesini sağlaması mümkün değil. Merkez asıl faizi artırmıyor ama fonlama faizi yüzde 12’ye yanaşırken, mevduat faiz oranları yüzde 14’ü buluyor...
Dün TOBB ve TÜSİAD’dan 1 Mayıs’la ilgili açıklamalar geldi. İşveren örgütlerinin bile 1 Mayıs’a hakkını vermeye çalıştığı bir dönemde, işçi sendikalarının bunu başaramıyor olması düşündürücü. Halbuki sendikaların ideolojik ayrışmanın ötesinde, emekçilerin ortak çıkarlarını savunma, ileriye dönük sınıf tanımı dahil, nelerin değişip, değişen bu koşullara nasıl uyum sağlanacağını tartışmaya ihtiyaçları var. Hayati ve güncel bir sorun olan işçi kazaları ve ölümleri hakkında bile ortak tavır belirleyemediler. Şimdi hükümet kıdem tazminatı sistemini değiştiriyor ve bunu genel grev nedeni olarak açıklayan sendikalardan bile ses çıkmıyor. Tek tek sendika ve konfederasyon yanlışlarını saymak gereksiz ama; tek bir konfederasyon dışındakilerin hükümet güdümünde kaldığını, en büyüğünün “birebir ilişkilerle sorun çözme” yolunu seçip, iktidarı kızdırmaktan kaçınmayı şiar edindiğini söylemek yanlış olmaz.
Unutmayalım; daha yakın dönemde islami kaygıları öne çıkaran konfederasyon varken, FETÖ’cü sendikalar palazlanmış, iktidardan büyük destek görmüşlerdi. Demek istediğim o ki; sendikacılık modern bir devlet anlayışı çerçevesinde, emekçi kesimin özellikle maddi çıkarlarına dönük değişmek zorunda. Çağdaş demokrasilerde sendikacılığın özendirildiğini, bunun üretimi artıran, yani işverenin lehine gelişme haline geldiğini unutmayalım. Bu nedenle uluslararası sermaye ve hukuk içinde çalışan işveren de sendikacılığa sıcak bakıyor.
Bütün sendikaların çağdaş hukuk ilkelerini, tüm kesimlerin yasal çerçevede çıkarlarını adaletle sağlayacak bir düzeni savunmaları üyelerinin lehine. Bu ihtiyacı her kesimden önce emekçi kesimin dillendirmesi, beraber ve yüksek sesle talep etmesi gerekiyor. Ama bunun yapılamadığını, hukuk devletinin korunması için sendikalar tarafından gereken çabanın gösterilmediğini, geçen ayki büyük demokrasi sınavında ve sonrasında gördük.
ÇABA GEREKİYOR
1 Mayıs yazısı yazmayı planlarken, hafta sonunda Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in müteahhitlere yaptığı konuşmaya denk geldim. “Hukukun iyi işlediği ülkelerde iş yapmanın daha kolay olduğunu ancak bu ülkelerde de kâr marjlarının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığını” belirterek, bu nedenle Afrika ve yeni gelişen ülkelere odaklanmaları gerektiğini söylemiş. İşte tam da bunu söylemek istiyordum; hukuk devletinin iyi işlediği bir ülke, her şeyden önce emekçi kesimin yararınadır. Hukuk iyi işlerse diğer kesimler gibi emekçi kesimin hakkı da daha az yenecek, vahşi kapitalizm kuralları işleyemeyecek, hem denetim hem de işçi ücretlerinin yüksekliğinin etkisiyle, sermayenin kar marjı çok yüksek olamayacak.
Tersinden düşünün; eğer sermayenin kar marjı düşük kalırsa altyapı maliyeti daha az olur yani daha az vergi ödersiniz. Kar marjı düşük olunca satın aldığınız malı ve hizmeti daha ucuza alırsınız. Hukukun iyi işlediği ülkelerde tüketici yani vatandaş, özellikle de sabit ve dar gelirli emekçi kazanır.
Üstüne üstlük yabancı sermaye kurallı ekonomiye daha yoğun geleceği için üretim ve büyüme artar, emekçi de bu büyümeden daha fazla pay alır. Yani emekçinin özgürlüğü ve refahı artar.
Mehmet Şimşek başka amaçla söylemiş ama çok doğru ve her kesimin yararına çok doğru bir saptama yapmış.
PPK’nın dünkü nisan toplantısında geç likidite penceresi faizi 0.50 puan artırılarak, yüzde 11.75’ten yüzde 12.25’e yükseltildi. Normal para politikası kullanımında sadece gün kapatmasında kullanılan bu faiz artırılırken, piyasalar için asıl gösterge olması gereken diğer faiz oranlarında ise bir değişiklik yapılmadı. Politika faizi yüzde 8 seviyesinde, koridorun alt bandı yüzde 7.25, üst bandı ise yüzde 9.25 seviyesinde tutuldu.
Bu karar ile Merkez Bankası referandum bitmiş olmasına rağmen, anormal para politikası uygulamasını devam ettireceğini de bir kez daha ortaya koydu. Ne zaman normalleşme olacağı, asıl araç olan gösterge faiz oranıyla ne zaman oynanmaya başlanacağı ise hala belirsizliğini koruyor.
Ama belli ki bu anormal koşullara göre alınan kararlar piyasayı tatmin ediyor. Piyasanın da fiili faiz oranı haline gelen geç likidite penceresi faizlerinde yapılan artışları, aynen Merkez Bankası gibi “sıkı duruş” olarak algıladığı ortaya çıkıyor. Çünkü piyasa aktörleri kısa vadeli kâr maksimizasyonuna odaklandıkları için, günü kurtaracak kararları yeterli görebiliyor.
Halbuki siyasette olağanüstü halin kaldırılması gereğinde olduğu gibi, para politikasında da normalleşme olmadığı takdirde kalıcı bir adımın atılamayacağı, yapısal tedbirlerin alınamayacağı, alınsa bile uygulanamayacağı, dolayısıyla normalleşme olmadan daha yüksek büyüme için gereken kalıcı sermayenin gelmeyeceği çok açık. Piyasa iktisatçıları tabi ki bu ihtiyacı görüyor ama bu dalgalı seyirde küplerini mümkün olduğunca doldurmak hedefi öne çıktığı için, dünkü kararda olduğu gibi, günü kurtaracak kararlarla yetiniyorlar.
ENFLASYON İTİRAFI
Son aylarda yaşanan maliyet yönlü gelişmeler ve gıda fiyatlarındaki oynaklığın enflasyonun hızlı bir yükseliş göstermesine neden olduğu ifade edilen Merkez Bankası’nın açıklamasında “Yakın dönemde risk iştahında gözlenen artış maliyet kaynaklı baskıları bir miktar sınırlasa da enflasyonun bulunduğu yüksek seviyeler fiyatlama davranışlarına dair risk oluşturmaktadır” denildi. Böylece enflasyonun artış trendinde olduğu itiraf edilirken, “Bu çerçevede Kurul, enflasyon görünümündeki bozulmayı sınırlamak amacıyla parasal sıkılaştırmanın güçlendirilmesine karar vermiştir” denildi. Bu ibare de enflasyondaki artış trendi devam ederken bile, asıl araç olarak kullanması gereken politika faizi yerine tali mücadele araçlarıyla yetineceğini gösteriyor.
Açıklamada Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edeceği, enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruşun sürdürüleceği belirtildi. Bu ibare Merkez Bankası yönetiminin geç likidite penceresini kullanarak piyasayı regüle etme çabasının süreceğini gösteriyor.
Peki, Merkez Bankası niye böyle yapıyor derseniz; hükümetin baskısıyla asıl faiz oranlarını artırmış olmamak için. Piyasadaki fiili faiz oranı yılbaşından bu yana 3 puandan fazla yükseldi ama gösterge faiz değişmedi. Referandum popülizmi nedeniyle bol kepçe krediler nedeniyle piyasada mevduat ve kredi faiz oranları yükselmeye devam ediyor ama Merkez gösterge faizi yükseltmiyor.
İşte bu tablo nedeniyle başta Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek olmak üzere, ekonomiyle ilgili bakanlar hem yurt içine hem de yabancılara yaptıkları konuşmalarda “referandum bitti şimdi yapısallara hız vereceğiz” diyorlar.
Peki, bu söylemler karşılık buluyor mu, hükümetin gerekli yapısal tedbirleri artık gerçekleştireceğine inanılıyor mu?
İzlediğim kadarıyla, pek inanılmıyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri demokrasinin iyileşeceği yerde daha tartışmalı hale gelmesi. Diğer önemli bir neden siyasetin yanında ekonomide de gerekli kararların alınamaması. Buna karşılık ekonomi bakanları güven ihtiyacı nedeniyle, belli ki bu söyleme devam edecekler.
Şu kadarını söyleyeyim; tasarruf açığını kapatırken en önemli araç olan işsizlik fonunu bile son aylarda eritmişken, erimeyi kalıcı hale getiren yasal düzenlemeler yapılırken “yapısal tedbir alıyoruz” söylemini inandırıcı kılmak epeyce zor olacak. SGK yeniden bir kara delik haline gelirken yapılanları yerli ve yabancı piyasa oyuncularına anlatmak çok zor olacak.
Sadece sosyal güvenlik açığı değil bütçenin açığı da, toplam kamu açığı da büyüyor. Maliye Bakanı Naci Ağbal, yılın son aylarında dengeleneceğini söylüyor ama sadece iç borç çevirme oranlarına baktığınızda bile hızlanmayı görüyorsunuz. Kaldı ki bunun yanında Hazine’nin yükü önümüzdeki yıllara dönük olarak, hem özel sektör projelerine bile verdiği garantilerle, hem KGF’nin kredi sübvansiyonu ile giderek artıyor. Tüm bu gevşeme tedbirleri hızlanmışken, yapısal tedbir alacağız demek biraz garip kaçabiliyor.
Borçlanma artarken doğal olarak piyasa faizleri artıyor ama Merkez Bankası’nın gösterge faizleri artırmasına bile izin verilmiyorsa, özellikle yabancılar, “Para politikası düzgün işlemezken yapısal tedbir nasıl alınır” demez mi?
BU KADAR BÜYÜK DIŞ AÇIKLA KAVGA ETMEK
Türkiye’nin açığının nasıl büyüdüğünü zaten rakamlar açıkça gösteriyor. Hala kamu kesiminin dış borcu milli gelire oranla düşük sayılır ama unutmayalım ki artık büyümenin motoru olan özel sektörün dış borcu devasa boyutlara ulaştı.