28 Mart 2010
BOZKIRDA yaşamalarına karşın Başkentli yatırımcılar Türk turizmine de damgasını vuruyor. Ege ve Akdeniz sahilinde yer alan birinci sınıf turizm tesislerinin hem inşasını, hem de işletmesini yapan devler arasında Ankara’nın müteahhitlikle başlayıp, turizmle büyüyen şirketleri başı çekiyor. Bu gelişime en güzel örnek ise Türkiye’nin Riviera’sı ya da Costa Del Sol’u olarak adlandırılan Belek Turizm Merkezi... Bölge, yan yana sıralanmış beş yıldızlı otel ve tatil köyleriyle insanı büyüleyen bir görünüme sahip. 50 bine yakın nitelikli yatak kapasitesiyle hizmet veren 47 otel ve tatil köyünün yanı sıra, 11 adet golf kulübü bu özel bölgenin ev sahipleri... Ve gelelim Türk turizminin lokomotifi Belek’in Ankara’yla bağlantısına.
Değişik tip ve büyüklükte yan yana yer alan bu tesislerin yüzde 80’ninin sahibi Ankaralı yatırımcılar. Denizden yoksun Ankaralıların sahillerdeki hegemonyası 1980’li yıllara, bir diğer deyişle Turgut Özal dönemine uzanıyor. Turizmin kalkınması için yeni düzenlemelere giden, arsa tahsisi ve düşük faizli kredilerle yatırımları cazip hale getiren Özal, beş yıldızlı tesislerin kurulması için büyük imkânlar sağlıyordu. Üstelik geri ödemede de büyük kolaylıklar getiriyordu. 49 yıllığına kiralanan arsaların ve üzerine kurulacak tesislerin açıldıktan sonra ödenmeye başlanacak kira bedelleri, yatırımcıları cezbediyordu.
DURUMU FARK EDİNCEYE KADAR İŞ İŞTEN GEÇTİ
O yıllarda daha çok devletle iş yapan büyük müteahhitler, turizm sektörüne sağlanan ‘Bol keseden teşvikler’e kayıtsız kalmayarak, kamudan sağladıkları sermaye birikimini turizm yatırımına dönüştürüyorlardı. İstanbul ve diğer illerdeki yatırımcılar ise gerek devletle olan ilişki eksikliğinden, gerekse turizmin önemini kavrayamamaktan, Ankaralılar kadar atılımcı olamıyor. Ancak, tesisler birbiri ardına tamamlanıp, bacasız fabrika da denilen turizm gelirinden pay almaya başlayınca, kayıtsız kalanların istekleri kabarıyor ama iş işten geçiyordu.
Turizmin cazip yatırım sektörleri arasına girmesiyle beş yıldızlı otel ve tatil köyü sahibi Ankaralıların sayısı her geçen gün artıyor. Akdeniz’in diğer turizm bölgeleri ile Ege kıyıları da, bozkırdan gelen yatırımcıların istilasına uğruyor. Rakamlarla örnek vermek gerekirse, Ege ve Akdeniz kıyılarında yer alan beş yıldızlı tesislerin yüzde 45’i Başkentli yatırımcıların eline geçiyor. Özellikle İstanbullu yatırımcılar bu pastadan pay almak için gecikirken iş işten geçmiş oluyor. Belki de bu gelişimi en güzel şu fıkra anlatacaktır...
CENNETE GELDİLER GELMESİNE DE BİRAZ GEÇ KALDILAR
Cennet’in kapıları şiddetli bir şekilde yumruklanmış. ‘Güm güm güm’ sesleri arasında içeriden seslenmişler...
-Kim o?
Dışarıdan gök gürültüsü gibi gelen tok bir ses: Biz İstanbul’u fetheden Fatih’in yiğitleriyiz! diye cevap vermiş. Bu cevap üzerine de içeriden “hoş geldiniz” diyerek kapılar ardına kadar açılmış ve yiğitleri içeriye buyur etmişler.
Her şey çok güzel gidiyormuş. Ta ki, 40 yıl geçinceye kadar. Bir gün kapılar yine şiddetle çalınmış: ‘Güm güm güm’ İçeriden sormuşlar:
-Kim o?
Dışarıdan gök gürültüsü gibi tok bir ses: Biz İstanbul’u fetheden Fatih’in yiğitleriyiz!
İçeriden hemen cevaplamışlar: Hadi len! Onlar 40 yıl önce geldi!
Dışarıdan yine ses gelmiş: Ama biz mehter takımıyız, ancak geldik!
ANKARALI YATIRIMCILAR HALEN BİR ADIM ÖNDE
Aslında bu fıkrayı boşuna aktarmadım. Tesis sahibi Ankaralılar halen fark yaratmayı iyi biliyor ve diğerlerinden bir adım önde. Nasıl mı? Turizmi çeşitlendirip, farklı kulvarlar yaratarak... Buna en güzel örnek de her yaş ve cinsten insana hitabeden golf destinasyonu. Bu spor dalı bir yandan geniş kitleleri peşinden sürüklerken, diğer yandan da Türk turizmine büyük katkılar sağlıyor. Şimdilerde 16 adet uluslararası standarda sahip golf kulübünün bulunduğu ülkemizde, sayı üç yıl sonra 100’ü bulacak. Dolayısıyla da golfle beraber yeni bir yaşam tarzı da meraklılarını kapsamı içine alacak.
Ve deminde bahsettiğim gibi Ankaralı yatırımcılar bu alanda da rakip şehir yatırımcılarından bir adım önde. Yapılan ve yapılmakta olan tesislerin büyük kısmı yine bozkırdan gelen müteahhit ağırlıklı Ankaralı iş adamlarına ait.
1895’DE KURALAN KULÜBE KAHVE İÇMEK AT ÜSTÜNDE GELİRDİ
Aslında son yıllarda popüler bir hale gelen golf sporunun ülkemizdeki tarihi tam 115 yıl öncesine dayanıyor. 1895 yılında Okmeydanı’nda kurulan İstanbul Golf Kulübü, Atatürk’ün İstanbul da bulunduğu sıralarda zaman zaman at üzerinde gidip, soluklandığı bir mekân. Dost olarak bellediği İngiliz Konsolosu P. Loren’i ziyaret amacıyla gidişlerinde, kulüp binası önünde çok sevdiği şekerli kahvesini içmesi ise ayrı bir anekdot. Mustafa Kemal’in bazı ziyaretlerinde, kulübe ait golf sahasında vuruş denemeleri yaptığı da biliniyor. İyi bilinen bir başka gerçek ise İstanbul Golf Kulübü’nün, Avrupa’nın en eski dördüncü golf kulübü oluşu. Bugün Maslak’ta dokuz çukurlu bir sahaya ve görkemli kulüp binasına sahip olan tesis, Türkiye’de golf sporunun yaygınlaşmasında önemli bir yer tutuyor.
Ancak golf sporunun gitgide daha yaygın hale gelmesi ise turizmcilerin, özellikle de Belek Turizm Merkezi’ne yatırım yapan Ankaralı iş adamları sayesinde oluştu. İşte bu oluşuma başından beri tanık olan bir gazeteci olarak golfün yol haritasını çıkarmak için kolları sıvarken de ileri görüşlü Ankaralı yatırımcılardan da bahsetmek istedim. Üstelik Belek’le sınırlı kalmayıp, İstanbul, Dalaman ve Bodrum’daki golf kulüplerini de mercek altına aldım. Golf’un gelişim gösterdiği en önemli yer olan Belek’teki 11 adet golf kulübünün sekiz tanesi Ankaralılara ait.
NURİ BEY VE OĞULLARININ İLERİ GÖRÜŞÜ EN BÜYÜĞÜ YARATTI
Özaltın Ailesi’nin sahibi olduğu Gloria Golf ise Türkiye’nin en büyüğü. Nuri Özaltın ile oğulları Hayrettin ve Nurettin Özaltın’ın ileri görüşlüğüyle yaratılan dev tesis bugün Avrupa’nın da gözde merkezleri arasında. Akkanat Holding’in sahibi Ali Akkanat’a ait Antalya Golf Kulübü’nün ise ilk sahipleri arasında Ankaralı Tekin Ailesi’nin olduğu biliniyor. Nobilis, Cornelia, Sueno, The Montgomerie Papillon, Kaya Eagles, Carya golf kulüplerinin sahipleri de Ankaralı. Dalyan’da bu yıl hizmete girecek Hilton Dalaman Golf Kulübü ise yine Başkentli Göçer İnşaat’ın sahibi Mustafa Göçer’e ait.
Bu arada Carya Golf Kulübü için bir parantez açayım. Sahibi Cemil Uğurlu, turizme gönül vermiş Ankaralı bir iş adamı. Aynı zamanda Belek Turizm Yatırımcıları Birliği’nin başkanı olan Uğurlu, Türk turizminin gelişmesi için diğer işlerini bir kenara bırakan ve tüm mesaisini sektöre harcayan önemli bir isim. Üstelik bu çabasını Belek’le sınırlı tutmayıp, ülke turizmin gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Golf turizmi ise onun baştan beri savunduğu önemli bir hedef ki ülke sathına yaymak için çalmadık kapı bırakmıyor. Cemil Bey de çok iyi biliyor ki golf müşterisi tatil müşterisinin beş, hatta altı katı para bırakır.
GOLF TUTKUNLARI İÇİN BELEK NEDEN ÖNEMLİ?
Sözü fazla uzatmadan, uluslararası standartlara sahip golf kulüplerinin hizmet verdiği Belek’ten yola çıkarak gözlemlerimi aktarmaya başlayayım. Güney sahillerimizde doğal güzelliklerin içerisinde bulunan yüksek kapasiteli konaklama tesislerinde bir yandan bu sporu yaparken, diğer yandan da deniz ve doğayla iç içe bir tatil imkânından da yararlanmanız mümkün. Golfün sevilip, yaygın olarak oynanmasının temel nedeni ise çevreye en az zarar veren spor dalı olmasından kaynaklanıyor. Tabii bunda yaş sınırı tanımaksızın herkes tarafından oynanabilen bir açık hava sporu olmasının da katkısı var.
TOP PEŞİNDE KOŞARKEN LÜKS VE HİZMETTE SINIR YOK
Deniz ve ormanla bütünleşen muhteşem doğasını, golf sporunun dinginliğiyle buluşturan Belek’te tam tamına 11 adet kulüp var. Bu kulüplerin kiminde iki, hatta üç ayrı saha mevcut. Yılın 300 günü, güneşin sıcaklığının hissedildiği bölgede, kış ayları da dâhil 12 ay golf sporunu yapabilirsiniz. Hepsi beş yıldızlı olmak üzere 47 adet otelin bulunduğu Belek’te ister kulüplerin kendi otellerinde, isterseniz diğerlerinde kalın her türlü hizmetten faydalanabiliyorsunuz. Ancak, istediğiniz saat aralığında golf oynamak için kulüplerin kendi otelinde ya da anlaşmalı otellerinde konaklamanız size ayrı bir avantaj sağlıyor. Bu avantaj, bir şekilde ödeyeceğiniz ücrete de yansıyor. Hatta seçtiğiniz otelin imkânları doğrultusunda saha dışındaki zamanınızı keyif şölenine dönüştürebiliyorsunuz.
Klasik turizm destinasyonu deniz, kum ve güneş bir kenara Spa&Wellness gibi ünitelerde enerjinize enerji katabiliyorsunuz. Bagi denen golf arabalarıyla doğa içinde gezinti, özel uşağı olan VIP oda ve villalarda sınırsız hizmet, helikopter, uçak gibi araçlarla transfer ve gezinti ise saha dışı olanaklardan sadece bir kaçı...
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2010
Ankara’nın, şehir içi ulaşımda yaşadığı ‘taşıma ücretleri’ rezaletini birazdan bahsedeceğim bakış açısıyla inceleyen birileri çıksın diye bekledim. Gördüm ki, günlerce boşuna beklemişim. Ne dillendirip söyleyen oldu, ne de zahmet edip yazısında değinen... Malumunuz, Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı EGO ve Halk Otobüsleri ile minibüslerin taşıma ücretleri, mahkeme kararıyla altı yıl öncesinin rakamlarına düştü, bir hafta sonra da karardan önceki rakamlarına çıktı. Yani bir hafta arayla bir lira 85 kuruşluk bilet, önce 90 kuruşa indi, daha sonra da tekrar bir lira 85 kuruşa çıktı.
Belediyenin son müdahalesinin akabinde bir baktık ki, otobüs ve minibüsçüler sevinç yumağı oluşturup, zafer nidaları atıyor... Bir hafta öncesinin fiyatlarına dönülmesi bile onların sevinçten havalara uçmasını sağlayınca, parmağımı şakağıma dayayıp düşünmeye başladım. Sonuçta da bu zafer şenliklerinin nedenini buldum. Üstelik bu buluşum beni önemli sonuçlara da götürdü. İşte bu haftaki yazımda ulaştığım sonuçları sizinle paylaşıp, konuya farklı bir perspektiften yaklaşacağım.
EGO otobüsleri hariç şu an Ankara’da 200 civarında Özel Halk Otobüsü ve bin 975 adet dolmuş olarak çalışan minibüs var. Sincan’da faaliyet gösterenleri de hesaba kattığınız zaman minibüs sayısı iki bin 321 rakamını buluyor. Üstelik “Süper lüks araç satın aldım, taşımacılık yapmak istiyorum “ diyerek yetkili kurumlara müracaat edenler ise avuçlarını yalayıp, çalışma iznine sahip olamıyor. İnatla bu sektöre girmek isteyenler ise mevcuttaki halk otobüsü ya da minibüs sahibinin ruhsatlı plakasını satın almak zorunda kalıyor. İşte kafamın karıştığı konu da bu aşamada başlıyor.
OTOBÜS VE MİNÜBÜS TAŞIMACILIĞININ YOLU MİLYONERLİKTEN GEÇİYOR
Halk otobüsleri ile minibüslerin çalışacağı hat belli ve güzergâh değiştirmesi yasak. Hal böyle olunca da satın alma işini çalışacağınız güzergâha göre yapmanız gerekiyor. O zamanda plaka ruhsatını satın almak için bir önceki sahibine ödeyeceğiniz para iniyor ya da yükseliyor. Halk otobüsleri için bu plakanın bedeli bir ile bir buçuk milyon lira, minibüsler için ise 600 bin ile bir buçuk milyon lira arasında değişiyor. Yani taşımacılık işine girmeniz için milyoner olmanız şart. Yolcu kapasitesi yüksek hatlarda ruhsat ve plaka devri için ödeyeceğiniz para 1,5 milyon lirayı (Eski parayla 1,5 trilyon TL) buluyor. Örneğin Kızılay, Ayrancı, Dikmen, Seyranbağları hattında minibüs işletmek istiyorsanız bir buçuk milyon liraya plakayı devralmanız gerekiyor. Mamak, Demetevler, Sincan hattında çalışmak istiyorsanız da 750 bin lirayı gözden çıkarmanız...
YATIRIM ARAÇLARI DA NEYMİŞ DÖRT TEKERİN OLSUN YETER
Sözün özü, öyle otobüs, minibüs almakla iş bitmiyor, mutlaka plaka için hava parası vermeniz gerekiyor. İşte bu aşamada da benim aklıma bu paraları veren kişilerin mali durumu takılıyor. Bir buçuk milyon lirası olan ve bu parayı plakaya bağlayan bir kişi benim gözümde milyonerler saffına giriyor. Yatırımın sahibi bu miktarla halk otobüsü ya da minibüs almayıp, faiz, hazine bonosu, altın gibi finans araçlarına yönelse yılda yüzde 10 ile 20 arasında gelir elde eder. En düşük seçenek olan banka faizi yılda 150 bin lira getirir ki, bu miktarda parası olanların neredeyse tümü değişik yatırım seçenekleri arasında gezinerek kazancını 300 bin liraya kadar çıkarabilir. Kısacası, halk otobüsü ve minibüs sahipliği çok daha karlı bir yatırım ki, kişiler bu kadar parayı plakanın hava parası için yatırabiliyor.
Biraz sordum, soruşturdum; şoförlerin çoğu günlük yevmiyeli ya da maaşlı çalışıyor ve aracın sahibi değil. Hatta bazı otobüs ve minibüs sahiplerinin geniş bir araç filosuna sahip olması olağan bir durum... Yani, adamın iyi işleyen güzergâhta 10 adet otobüs ya da minibüsü olduğunu düşünün, serveti 15 milyon lirayı (15 Trilyon TL’yi) buluyor. Kimse kusura bakmasın, böylesine rantın oluştuğu bir sektörde, maaşlı personel hariç, kimseye dar gelirli kişidir diye bakamıyorum.
AYLIK KAZANÇLARI CUMHURBAŞKANI MAAŞINDAN FAZLA
Gelelim esas konumuza... Halk otobüsü ve minibüs sahiplerinin aylık kazancı Cumhurbaşkanının maaşından bile fazla. Şimdi elmayla armudu birbirine karıştırdın dediğinizi duyar gibiyim. ‘Hayır’ bilerek yazdım. Madem adı Halk otobüsü, o zaman işletenler bireylerin değil, halkın çıkarlarına göre hareket etmeli. Zaten dünyanın hiçbir çağdaş ülkesinde dolmuş, halk otobüsü gibi bir kavram yok. Çağdaş kentlerde bu işleri belediyeler ile ilgili kamu kuruluşları üstlenirler ve vatandaşların çıkarlarını ön planda tutar. Yani ulaşım konusuna rant gözüyle değil, halka hizmet felsefesiyle bakarlar.
Zaten bizler emlak vergisi, çöp vergisi, yol katılım bedeli gibi paraları niye öderiz? Elbette ki yol, su, elektrik, ulaşım gibi hizmetlerde belediyeler yasada belirtilen temel işlevlerini yerine getirsin diye... Yine kanunlarda yazıldığı gibi ulaşım hizmetleri belediyelerin esas görevleri arasındadır.
EGO’YU ZARAR ETTİREN BAŞKANA BECERİKSİZ DEMEK LAZIM
O halde, Ankara Büyükşehir Belediyesi EGO’ya ait binlerce otobüsü işletirken, 200 tane Özel Halk Otobüsü’nün çalışmasına neden izin verir. Tasarruf için desen, özel sektör aptal mı ki zarar edeceği bir işe girsin ve senin tasarruf etmene yardımcı olsun. Besbelli çok para kazanıyor ki, ulaşım pastasından pay kapma yarışına girmiş. Hâlbuki şehir içi ulaşımının o bölümünü de Ankara Büyükşehir Belediyesi olarak sen yaparsan, hem para kazanırsın, hem de bilet fiyatlarını kontrol edersin. Şehrin girişleriyle ilçeleri arasını da özel sektöre bırakırsın.
OTOBÜS VE MİNİBÜS SAHİPLERİ GÖKÇEK’E PLAKET SUNMALI
Buradan şu sonucu çıkarıyorum; Melih Gökçek beceriksiz bir belediye yönetimi gösteriyor ki, milyonlarca lira hava parası ödemeyi göze alan otobüs ve minibüsçülerin büyük karlarla işlettiği taşımacılık işinde EGO’yu zarar ettiriyor. Onun için “25 milyon lira zarar ediyoruz” diye veryansın etmesi abesle iştigalden başka bir anlam ifade etmiyor. Bilet fiyatı yüksek, yolcu kapasitesi fazla ve işletime soktuğun otobüslerin hava parası diye bir sorunu yok, ama sen yine zarar ediyorsun! Bravo, bunu nasıl becerebiliyorsun Sayın Gökçek? Minibüs ve Özel Halk Otobüsü sahipleri sana şükran plaketi sunmalı...
Geçenlerde tesadüfen izledim; Melih Gökçek, canlı telefon bağlantısıyla Sky Türk ekranında konuya ilişkin atıp tutuyordu. Aslında bilet fiyatları pahalı değilmiş, sadece tek kullanımlık biletlerin fiyatı biraz yüksekmiş... O da aynı bileti tekrar tekrar kullanan bedavacılar yüzünden pahalıymış. Çoklu bilette bu sorun yokmuş ama tekli bileti kaldırmak istediklerinde karşılarına yargı kararı çıkıyormuş... Bu yüzden de kaçağı engelleyemiyorlarmış... Baktım ekran başındakileri cahil yerine koyarak türlü türlü bahaneler uyduruyor, başka kanala geçiverdim.
BAŞKA BAHANESİ KALMAMIŞ OLACAK Kİ YOLCULARI KAÇAK YAPTI
Kardeşim, vatandaş seni o makama bahaneler uydurman için değil, sorunları çözmen için seçti. Ayrıca vatandaşı kaçak yolcu ilan edip, suçlaman hiç de hoş değil. Böyle yapan varsa emniyet güçlerine ve adli makamlara müracaat edip yasal başvuruda bulunursun, yakalatırsın. Senin işin, tüm dünyada nasıl bir sistem uygulanıyorsa onu Ankara’ya getirmek, kontrolünü yapmak, varsa da kaçağı engellemek. Yoksa milleti töhmet altında bırakıp, bahaneler uydurmak değil. Ve en önemlisi, Ankara’daki vatandaşlar da Türkiye’nin en pahalı taşımacılığını gerçekleştiren ve üstüne üstlük 15 yıllık başkanlığı sürecince çeşitli bahaneler uydurarak şehri kurtaracak olan metroya bir metrelik ray ilave etmemiş bir başkan olarak sizi hafızalarına kazımalı.
BU GİDİŞTE DAHA ÇOK BİLET KAZIĞI YERİZ
Herkes biliyor ki büyük kentlerde ulaşımın ana çözümü toplu taşım araçlarında... Yani hafif raylı sistemlerde, metrolarda ve düzenli işleyen otobüslerde. Gel gör ki, toplu taşım araçları yönünden Başkent çok gerilerde. Daha doğrusu Melih Gökçek’in yanlış uygulamaları yüzünden ihmale uğramış durumda. Aslında Ankara, Türkiye’nin gelişmiş ilk metrosuna ve raylı sistemine sahip, ama ilk olma dışında başka bir özelliği yok. Bir çok ana arterinde metro çalışması var ama, çukurlar, tüneller kazıldığıyla kalmış. Yıllardır ne bir ray döşeniyor, ne de vagon siparişi veriliyor. Üstelik metroyu bitiremeyeceğini açık açık söyleyen Gökçek, topu Ulaştırma Bakanlığı’na atarken masallarına devam ediyor. Sonuçta Ankara’nın ulaşımını ranta, sıkışan trafiğini Allah’a, metrosu da Ulaştırma Bakanlığı’na havale etmiş, bir de üstüne Melih Gökçek halen o koltukta rahat rahat oturmaya devam ediyor. Bu gidişle, sizler daha çok bilet kazığı yersiniz.
ÖNCE TC SONRA FB DEDİLER SONRA GS AÇILIMI YAPTILAR
Medyadan takip etmişsinizdir, Ankara Fenerbahçeliler Derneği Lokali görkemli bir törenle açıldı. Geceye Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticileri Nihat Özdemir, Mithat Yenigün ve Dernek Başkanı Erol Özel ev sahipliği yaparken, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek başta olmak üzere çok sayıda davetli topluluğu katıldı.
Katılanlardan biri de bendim. “Bizim için iki Cumhuriyet var... Önce TC sonra FB” diyen tüm davetlilerin aksine, “Önce TC, sonra GS” diyen biri olarak dostlarımı kıramamıştım. Yeri gelmişken açılımını da yapayım, TC’nin Türk Cumhuriyeti’ni, FB’de Fenerbahçe Cumhuriyeti’ni simgeliyor. GS mi? O gecenin hatırına ‘Gönül Sarayı’nı temsil ettiğini söyleyeyim de, herkes rahat bir nefes alsın. Ne o yoksa sizin aklınıza hemen Galatasaray mı geldi? Canım, benim hasta bir Galatasaraylı olmamdan dolayı böyle bir sonuca vardıysanız üzülürüm.
Şaka bir yana, salonun yarıdan fazlası gönül sarayımda bulunmalarından büyük keyif aldığım dostlarımdan oluşuyordu. Geceye katılış amacım ise dostlarımın nazik davetini kırmamak ve görkemli dernek lokalini yakından görmekti.
BİR GALATASARAYLI OLARAK FENER PASTASINI NEDEN KESTİM
İşte o gece ilginç bir sürprizle karşılaştım. Tüm dostlarım, gecenin sonuna doğru çıkarılan Fenerbahçe pastasını benim kesmemi istiyordu. Bir Galatasaray taraftarı olarak önce şaşırmış, sonra da tepkileri ölçmek için salonda bulunanların suratına bakar olmuştum. En ufak bir terslik görmeyince de soluğu sahnede, dernek başkanı Erol Özer ile Hürriyet Gazetesi’nin koyu Fenerbahçeli yazarı Şükrü Kızılot’un yanında almıştım. Bir elime bıçağı diğer elime mikrofonu tutuşturduklarında ise Fenerbahçeli dostlarımdan oluşmuş insan çemberinin içinde kalmıştım. Tabii ardından da espriler, temenniler, alkışlar birbirini kovalamakta gecikmemişti.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2010
İkİ hafta üst üste TÜRK Hava Yolları’nı ve alt marka olarak yarattığı Anadolu Jet’in Ankaralılara reva gördüğü muameleyi yazmıştım. Özellikle de Avrupa ödüllü bir havalimanımız olmasına rağmen birkaç tarifeli sefer dışında Ankara’dan yabancı ülkelere neden direkt uçuş olmadığını sormuştum. Daha sonraki günler, benim bu haykırışıma birçok toplum örgütü de katılmıştı. Başta Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Canip Karakuş ve Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir olmak üzere birçok meslek odası THY yönetimini eleştirmişti.
Geçenlerde yol kenarlarındaki birçok dev reklam panosunda asılı duran Anadolu Jet afişleri dikkatimi çekti. Anlaşılan o ki, yazılarım ve beni bu konuda destekleyen örgütlerin başkanlarının eleştirileri etkili olmuş. Afişlerde Anadolu Jet, yurtdışına direkt uçuşların başlayacağı müjdesini veriyordu. Londra, Paris gibi dokuz önemli Avrupa şehrinin yanı sıra Tahran’a yakın bir zamanda direkt uçuşların başlayacağı duyurusunu yapıyordu. Gerçi bu seferlerin ne zaman başlayacağına yönelik bir tarih yoktu ama belli ki Anadolu Jet yönetimi alelacele duyuru yapma ihtiyacı hissetmişti. Alelacele diyorum, zira daha önce yeni uçuş güzergâhlarını tarih vererek günler öncesinden açıklayan yetkililer, ilk kez tarih belirtmeden direkt uçuşların yapılacağı şehirleri listeliyordu.
AVM’LERE DÜNYA MARKALARI GELİYOR GELMESİNE DE...
Gelelim esas konumuza... İngiltere’de doğup, ardından tüm dünyaya yayılan Burberry markası ülkemizdeki beşinci mağazasını Ankara’da açıyor. Sadece o mu? Ralph Laureen, Louis Vuitton, Harvey Nichols gibi dünya markaları da kısa bir süre sonra Başkentte boy gösteremeye başlayacak. İşte bu aşamada benim aklıma birkaç soru takıldı. Cevabını aradığım sorulardan ilki; ekonomik krizin etkilerinin halen atlatılamamış olmasına rağmen nasıl oluyor da lüks tüketime yönelik ciddi yatırımlar yapılabiliyor. Daha da açmam gerekirse, memur kenti olarak bilinen Ankara’da bu markaları satın alacak finansal yönden güçlü kitle var mı?
İkinci sorum ise daha farklı bir içerikte... Bu markaların hepsi neden cadde ve bulvarlar üzerindeki bağımsız yapılara değil de, alışveriş merkezlerinin içine açılıyor? Zira tüm dünyada üst sınıfa yönelen markalar o şehrin hareketli caddeleri üzerinde kendine ait bina ya da mağazada hizmet verirler. Buna karşın Ankara’daysa, her biri alışveriş merkezinin içinde yer alıyor. İsterseniz önümüzdeki dönem Ankara’ya yapılacak yatırımların neler olacağına da göz gezdirerek bu soruların yanıtını bulmaya çalışalım.
YAŞANAN REKABET MARKALAR SAVAŞINA DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA
Bu markaların alışveriş merkezleri bünyesinde yer almasının başlıca sebebini şöyle açıklayabiliriz; Ankara’daki alışveriş merkezi rekabeti tam bir markalar savaşına dönüşmüş durumda. Mümkünse dünyaca ünlü bir marka, yoksa İstanbul da nam salmış bir işletme, AVM’lerin en büyük silahı olarak savaştaki yerini alıyor. Bunun için de AVM yönetimleri üst sınıf yatırımcılarla bir hayli avantajlı sözleşmeler imzalıyorlar. Örneğin Burberry, Ralph Laureen ve Louis Vuitton markalarını getiren Panora Alışveriş Merkezi, icraatını kira indirimiyle sınırlamayıp, bünyesinde özel düzenlemelere de gidiyor. Ana giriş kapılarının yanı sıra sadece bu mağazalara direkt olarak girilebilecek özel kapılar açıyor, VIP hizmet sunan valeleri devreye sokuyor. Tıpkı Harvey Nichols’u getiren Kent Park Alışveriş merkezi’nin uygulaması gibi.
İSLAMİ BURJUVAZİNİN OLMAZSA OLMAZI HALİNE GELDİ
Gelelim satın alan kitleye. Elbetteki sanayi, inşaat, tarım sektörleri derken gelir düzeyi yüksek bir kesim var ama hızla çıkış yapan başka bir kitlede lüks tüketime yöneliyor. Son yıllarda, klasikleşen kareli çizgileriyle vitrine çıkan Burberry’in en büyük alıcı kitlesinin İslami burjuvazi olduğu bilinen bir gerçek. Giyim, ayakkabı, çanta, eşarp, aksesuar başta olmak üzere, Burberry’nin birçok ürünü, tesettürlü yaşamı benimsemiş hanımlar tarafından kapış kapış satın alınıyor. O kadar ki, ürünün orijinali kadar taklitleri de piyasada leblebi gibi satılıyor.
Markanın yöneticileri de Müslüman ülkelerdeki bu trendin farkına varmış olacak ki, İngiltere’deki sezon açılışı defilelerinde mankenlerin başını süsleyen eşarplara sıkça yer veriyor. Hatta bu yılın modası boyunları saran snoodlar mağazalarının en görünür raflarında yerini alıyor. Hal böyle olunca, siyaset ve bürokrasinin AKP iktidarıyla bütünleştiği bir dönemde Ankara’nın Burberry için iyi bir pazar konumuna geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten işin erbapları da Ankara sosyal yaşamına damgasını vuran tesettürlü hanımların en önemli alıcı kitlesini oluşturacağına kesin gözüyle bakıyor. Keza, Louis Vuitton gibi diğer markalarda da...
BU GİDİŞTE YÖNLENDİRME TABELALARI BİLE İNGİLİZCE OLACAK
Benim dikkatimi çeken bir diğer konu ise AVM’ler içindeki yerli markalara ait mağazaların gitgide yokolması. Gezdiğiniz koridorlarda mağaza isimlerine şöyle bir bakın, Türkçe isim taşıyanlar parmakla sayılabilecek kadar azaldı. Bunların bir kısmının özentiden ya da pazarlama stratejisinden dolayı yabancı isimler koyduğunu kabul etsek de, inanın çoğu yabancı menşeyli ürünleri satan mağazalardan oluşuyor. Özellikle çok iddialı olduğumuz tekstilde yerli üretimin ve markaların can çekişmesi, yerine yabancı markaların boy göstermesi ekonomimiz adına çok üzüntü verici bir durum.
Dahası, AVM sahipleri de yangına körükle gidercesine, yabancı markalara özel avantajlar sağlamayı marifet sayıyor. Bakıyorsunuz, yabancı markaları bulunduran işletmeler, kiradan reklamasyona kadar her konuda yerli markalarımızdan daha avantajlı imkanlara ulaşıyor. Bu gidişle de yakın bir süreçte alışveriş merkezlerinde Türkçe isme rastlamanız imkansız hale gelecek. Sinemanın ‘Cinema”, kulübün ‘Club” olarak yazıldığı bir bina da yönlendirme tabelaları bile İngilizce olursa şaşırmayın.
Gelelim işlek cadde ve sokaklara egemen olan savaşa... İster giyim, isterse yeme içme üzerine olsun kıyasıya bir rekabet almış başını gidiyor. Rekabet ise komşu dükkanlarla değil, AVM’lerle yaşanıyor. Bu sebepten dolayı birçok esnaf mağazasına kilit vurma aşamasına gelmiş durumda.
CAN ÇEKİŞEN HAREKETLİ CADDELERE DESTEK GELİYOR
Örneğin, Kızılay’ın Atatürk Bulvarı, Kavaklıdere’nin Tunalı Hilmi Caddesi, Bahçelievler’in yedinci caddesi ve bünyesinde barındırdığı mağazaları eski şaşalı günlerini özlemle anıp, ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ancak bir gerçek de var ki, markasına yatırım yapan ve yeniliklere açık firmalarımız ise hareketli caddelerde daha avantajlı konuma geçiyor. Buna en güzel örnek de Beymen ve Vakko gibi yerli markalarımız.
Armada Alışveriş Merkezi’ndeki yerini francaise yöntemiyle bayisine terk eden Beymen, Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki müstakil binasına geçince hem cirosunu, hem de müşteri sayısını arttırdı. Yine Armada da konuşlanan Vakko, işlek bir yolda bağımsız bina avantajının farkına varıp, Arjantin Caddesi’nin hemen girişinde yeni mağazasını açmak için kolları sıvadı. AVM içindeki yerini de muhafaza edecek olan Vakko’nun rekabet piyasasındaki mevzi sayısını artırıp, güçlendireceği yadsınamaz bir gerçek.
Yeme içme mekânlarında yaşanan rekabet ise biraz farklı seyrediyor. İstanbullular başta olmak üzere ülkemizin isim yapmış markaları ile uluslararası zincirin şubeleri Başkentte boy gösterdikçe Ankara doğumlu işletmeler vizyonunu geliştiriyor. Aslında bu rekabette müşteri olarak daha kaliteli hizmet almamızı ve mönü zenginliği yaşamamızı sağlıyor. Bunun yanı sıra Ankara’nın bağrından çıkıp, markasını oturtan işletmelerden bazıları da rekabeti başta İstanbul olmak üzere ülkemizin birçok şehrine yayıyor.
Medyadan takip ediyorsunuzdur; bu günlerde Gamze Cizreli’nin yarattığı Big Chefs ve Boğaç Üner’in kurduğu Quick China gibi markalarımız İstanbul’da fırtına gibi esiyor. Çok yakın bir zamanda onlara Bebek de açılacak Eat’n Joy kafe ile ünü tüm Türkiye’ye yayılan Mahmure- Süreyya Üzmez çiftinin hayat verdiği Trilye Balık restoranı da katılacak. Üstelik Ankara’dan doğan ve tüm Türkiye’ye yayılan yeme içme mekânlarımız bu kadarla da sınırlı değil.
BAŞKENT’TE DOĞDULAR İSTANBUL’DA BİLE ZİNCİR KURDULAR
Ünlü kukla ve gölge oyunu sanatçısı Hadi Poyraz’ın 1958’de açtığı Kukla Kebap, Adana, Mersin, Eskişehir, Konya derken tüm ülkeye yayılıyor. 1984 yılında küçük bir restoranda başlayan Tadım Pizza’nın ise İstanbul’da üç; Bursa, Adana, Antalya, Bolu ve Mersin’de birer restoranları bulunuyor. Karadeniz mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden olan pideyi, 1989 yılında Başkentliler ile buluşturan Sampi, bu lezzeti sadece Türkiye’ye değil, yurtdışına da ulaştırıyor. Sampi zincirinin şimdilerde 20 tanesi İstanbul’da olmak üzere 34 halkası bulunuyor.
TED Koleji’nden arkadaş Mehmet Ali Ertuğrul, Semih Apa ve Melih Özbayram’ın 2003 yılında kurdukları Kaptan Gıda, Türkiye’de bir ilke imza atarak, deniz ürünlerini Myfish ismiyle fastfood zincirine taşıdı.Bildiğim kadarıyla da Myfish’in bu günlerde Ankara ve İstanbul’da 4’er, Kayseri ve Eskişehir’de birer limanları bulunuyor.
Kuruluşu 1919 yılına dayanan Kocatepe Kurukahvecisi, 1996 yılında itibaren birbiri ardına açtığı kahve evleri ile dikkat çekiyor Yabancı kahve zincirlerine alternatif olarak açılan Kahve Evi Kocatepe, franchise sistemi ile büyüdükçe büyüyor. Ankara, İstanbul, Denizli, Antalya, Kocaeli derken zincir mağaza sayısı 20 rakamına ulaşmış durumda.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2010
Son zamanlarda bakıyorum, kesesini, ya da makam koltuğunu doldurmuş birçok kişi aile soyağacında asalet peşinde. Kimi önemli görevlerde bulunmuş bürokrat veya politikacı aile bireyleriyle övünüyor, kimi şeyh ya da şıh sıfatını yakıştırdığı atalarıyla... Ya saraydan geldiğini söyleyecek kadar asalet peşinde koşanlara ne demeli? Tabii espri dolu cevaplar hemen hazır. ‘Aksaray’dan mı, yoksa Yerebatan Sarayı’ndan mı geliyorsunuz?’
Adamın yedi ceddini sorup, soruşturuyorsun; bırakın Dolmabahçe Sarayını, İstanbul’un yakınından bile geçmemiş. O zaman ‘Sizin saray, hangi kervansaray?’ diye müstehzi müstehzi gülmeye başlıyorsun. Belli ki ailesi ve kendisinin son görüldüğü saray, ‘Simit Sarayı!’.
Bir başka sonradan görme takımı ise ailesinin göç ettikleri şehirde bulunan malı ve mülkünden bahsediyor. Babasının (ki aralarında dedem diyen de çıkabiliyor), arazilerinin bir kısmını satıp, Ankara’ya geliş öyküsünü anlatıyor.
Bir ebeveynlerinin geldiği dönemdeki yerleştikleri semte bakıyorsun, bir de mesleğine; ‘Sizin memlekette o sıralar arsa fiyatları pek ucuzmuş!’ diye içinden geçiriyorsun. Her halde babası, ya da dedesi inşaat işçiliğini hobi olsun diye yapıyordu! Bulundukları semtteki gecekondu da her halde kır evleriydi! Belli ki ataları inşaat işçiliği, taşeronluk, yapsatçılık derken, çalışıp didinmiş ve bugünkü konuma gelmiş.
BU KADAR SENARYOYA NE GEREK VAR
O halde bu kadar yalan niye? Cevabı gayet basit; Para ile şöhreti kısa zamanda bulan ve alt yapısını oluşturmamış hazımsız tüm insanlarda olduğu gibi sahte dünyalar yaratmaya bayılıyorlar. İnanın, bu kadar yalan, o para ile gücü sağlayan baba ve dedelerinde hiç yok. Adam kendinden sonra gelen kuşağa güzel bir ortam hazırlamış ama geçmişini hiç inkar etmiyor. Zaten inkar edecek bir şeyi de yok ya! Alın terini dökmüş, aklını çalıştırmış, risk alıp bu günlere gelmiş. Aslında eli öpülecek bir insan ama çocuk ve torunları bunun farkında bile değil. Varsa yoksa bir asalet arayışı.
‘Peki, kurulan bu düzende sen ne yaptın?’ diye soracak olsan, inanın yüzde 95’inin verecek cevabı bile yok. Üstelik işleri daha da ileriye götürmek gibi bir dertleri de yok.
O EMNİYET VE ADLİYE SARAYINA DEĞIL GÖNÜL SARAYINA LAYIK
İşte bu tür insanlar için marka giysiler, arabalar, lüks evler ve etrafa saçılan paralar kadar geçmişe yönelik uydurulanlar da çok önemli. Peki, bunları niye mi yazdım? Her geçen gün biraz daha sosyal, kültürel ve sanatsal yaşamdan kopan Ankara’nın sosyal hayatı için. Sonradan görmeler yüzünden Başkent her gün biraz daha kan kaybederken, beyin ve sermaye göçüne de boyun eğiyor. Malumunuz her dönemin kendine has bürokratları, politikacıları ve zenginleri var. Son yıllarda bu göçün hızlandığını ve kalanların bir çoğunda da asalet konusunda yalanların havada uçuştuğunu görüyorum. Halbuki abartıdan uzak gerçekler sizi daha değerli kılacaktır.
Ayrıca birçoğunun bilmesini isterim ki ‘Gönül Sarayı’na girenler gerekli sevgi ve saygıyı kendiliğinden hak ediyorlar. Tıpkı birkaç gün önce kaybettiğimiz Profesör İhsan Doğramacı gibi. O Irak’ta gerçek bir sarayda doğup, Bilkent’te saray gibi bir evde yaşamını sürdürmüş bir kişi. Ancak, bunlarla hiç övünmeyip, çok çalışmış ve Hacettepe, Bilkent, Tepe Grubu gibi dev eserler bırakmış bir şahsiyet. Tıpkı Başkent Üniversitesi’ni yaratan Profesör Mehmet Haberal gibi... Ancak ona emniyet ve adliye saraylarını reva görenler maalesef gönül saraylarımızı taciz etmeye devam ediyorlar.
HEM AİLE BÜTÇENİZ HEM DE FAKİR FUKARA KAZANSIN
Gönül sarayımıza girmeye başlayanlardan biri de Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar. Bu göreve geldiğinden beri onun icraatlarını dikkatle takip ediyorum. Zira belediyecilik adına çok güzel işler yapıyor ve başka belediyelere örnek olabilecek projeleri hayata geçiriyor. Bunlardan biri de Yenimahalle İlçesi’ndeki hemşerilik bilincini canlandırmak ve sadaka kültürüne son vermek amacıyla başlattığı ‘Yenikart’ projesi.
Yenimahalleliler, Garanti Bankası ile ortaklaşa yürütülen bu uygulama sayesinde gıdadan giyime, belediye hizmetlerinden sağlık hizmetlerine kadar birçok gereksinimi ucuza karşılarken, yoksullara yardım şansını da yakalıyor. Başka bir deyişle, bir yandan indirimli alışveriş yaparken, diğer yandan da kendi il sınırları içindeki ticari yaşamın canlanmasına katkı sağlıyorlar. Daha da önemlisi kart sahipleri, anlaşmalı işyerlerinde indirimli alışveriş yaparken puan kazanıyor ve kazandıkları bu puanlarla muhtaçlara yardım etme olanağı buluyor.
İNSANLIK ONURUNA YAKIŞAN YARDIMIN MİKTARI HİÇ DE AZ DEĞİL
Yardım dediysem de öyle eften püften miktarlarda değil. Kart sahipleri, aybaşlarında fakir her ailenin eline 200 lira gibi bir rakamın geçmesini sağlıyorlar. İsterseniz konuyu biraz daha açayım ve sistemin nasıl yürüdüğünü anlatayım. Anlatayım ki, diğer belediye başkanlarını da örnek olsun.
Yenimahalle Belediyesi, sınırları içindeki birçok işletmeyle indirim sözleşmesi imzalıyor. Fırıncılardan marketlere, giyim mağazalarından lokantalara kadar birçok işletme, Yenikart sahiplerine daha ucuz mal satarken, banka da belediyenin oluşturduğu fona puan yüklemesi yapıyor. Fonda biriken bu puanlarda belediyenin yoksul ailelere dağıttığı kartların hesap numarasına yükleniyor. Ailenin kadınları adına çıkan bu kartla da yoksullar anlaşmalı bütün işletmelerden 200 liralık puana denk gelecek her çeşit ürünü ücretsiz alıyor. Yani isterse marketten gıda malzemesi, isterse de mağazadan kıyafet alabiliyor.
BU PROJE OY İÇİN SİYASİ ŞOVA ‘DUR’ DİYEBİLİR
Bu projenin en güzel tarafı ise yoksulların siyasi şova kurban gitmemesi ve kimliklerinin belediye kayıtları dışında deşifre olmaması. Kısacası parasıyla bir ürünü indirimli alanlar, bankanın vereceği puanlarla yoksula katkı sağlamanın gururunu yaşıyor. Tabii belediye de bu projenin şeffaf olması için sıkı bir denetim mekanizması kurarken, esas işi olan belediyecilik hizmetlerini sekteye uğratmadan yerine getiriyor.
Açıkçası, benim gibi birçok kişi belediyelerin bedava kömür, gıda maddesi, kılık kıyafet dağıtmasına çok kızıyor. Zira belediyeye ödenen vergilerin hizmet olarak geri dönmesi beklenirken, oy avcılığı için bedava kömür ve erzaka harcanmasını içine sindiremiyor. Ayrıca paketler dağılırken yaratılan izdihamı, yoksul vatandaşlarımızın medyaya yansıyan görüntülerini insanlık onuruyla bağdaştıramıyor. Devlet, elbette ki yoksul insanların yardımına koşmalı, ama yol, su, ulaşım, elektrik gibi işlevleri yerine getirmesi gereken belediyeler kanalıyla değil. Devlete ait sosyal kurumlar bunu pek ala yapabilir ki, bu tip kurumlarımız da mevcut.
İnşallah Fethi Bey’in bu projesi dört dörtlük işler de diğer belediyelere örnek olur. Kendisini kutluyor ve başta Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek olmak üzere AKP’li yetkililerin işleyişe çomak sokmamasını diliyorum. Zira bırakın da muhtaç insanlar ihtiyaçlarını deşifre olmadan giderebilsin. Yapmanız gereken sadece biraz oy kaybına tahammül etmeniz.
KUR’AN-I KERİM PARAYLA SATILMAMALI
Hazır söz fakir fukaradan açılmışken önemli bir soruna daha değinmek istiyorum. Uzun zamandan beri buzdolabından kanepeye, ders kitabından kalem kâğıda kadar her şeyi ihtiyaç sahibi vatandaşa bedava dağıtanlar, nedense kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in para ile satılmasına göz yumuyorlar. Hâlbuki yüce kitabımızda bu konuda ayetler var. Allah, Kur’an da, “Benim ayetlerimi basit bir ücret karşılığında satmayın” diyor. Ama sözde din âlimleri Kur’an’ı para ile satmaktan geri kalmıyorlar.
Hal böyle olunca da ekmek alırken bile zorlanan halk, kutsal kitabına bir türlü ulaşamıyor. Buna karşılık tarikatlar kendi işine gelen yorumları halka ücretsiz olarak dağıtarak inanç sistemine inanılmaz zararlar veriyor. Bugün zaten irticanın yayıldığı bölgelere bir bakın, bilgiye ulaşmakta zorluk çeken yoksul kesimler. Gerçek Kur’an’ı okuyamadıkları için bu insanlar Arapça cümleleri peş peşe sıralayan değişik tarikatların kucağına düşüyorlar. Kısacası bu işi Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenip, 6 ile 15 lira bedelle satacağına milletimizin gerçek İslam’ı öğrenmesine katkı sağlayabilir. Haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2010
Kısa bir süre önce yazdığım THY ve bir alt markası Anadolujet’te Başkentlilere reva görülen muamele konusunda birçok telefon ve mail aldım. Herkes benimle aynı fikre sahipti ve kurumun hatalı uygulamalarına son vermesi için kampanya açılmasını istiyordu. Hatta bazı sivil toplum örgütleri de bu tepkinin ilk sinyallerini veriyordu. Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Canip Karakuş, basın toplantısı düzenleyerek, “Esenboğa havalimanı Kars’a gitmek için mi genişletildi” diye soruyor ve Ankara’nın yurtdışı direkt uçuşlarından yoksun bırakılmasını eleştiriyordu.
Bilindiği üzere, Ankara’ya havayoluyla ulaşmak her geçen gün kolaylaşıyor. Bunun da iki nedeni var. Avrupa ödüllü TAV Esenboğa gibi dev bir havalimanına sahip olması ve THY’nin bir alt markası olarak yaratılan Anadolujet’in her geçen gün sefer sayısını arttırması. Ancak, Anadolujet ile birçok noktaya direkt uçuş imkânına kavuşan Başkentlilerin önemli kayıpları da var. Daha önceleri THY ile uçan yolcular, İstanbul hattı hariç, ikram ve son model uçaklarla uçma imkânından yoksun. Zira yaşı bir hayli ilerlemiş uçaklara binenler, özel mönülerle ağırlanma yerine kuru bir sandviç ile plastik bardaktaki çaya mahkûm. Üstelik fiyat farkını ödeyip, business sınıfta uçmaları ise hayalden öteye geçmiyor.
Havaalanlarındaki CIP salonları ise ekstra para ödemek istemeyen Anadolujet yolcularının kullanımına kapalı. Belki de en önemli şikâyet ise rötarlı uçuşlar ile bir elin parmağını geçmeyen sayıdaki yurtdışına Ankara çıkışlı direkt seferler üzerine.
YOLUMUZ TAHRAN’A DÜŞERSE THY’YE TEŞEKKÜRÜ BORÇ BİLİRİZ
Bunları iki hafta önce yazınca anladım ki, çok önemli bir yaraya parmak basmışım. Veryansın eden edeneydi. En önemli şikâyet konusu da, Esenboğa Havalimanı’nın uluslararası direkt uçuşlardan yoksun bırakılması ve aktarmalı uçuşların yolcuyu canından bezdirmesiydi. THY’nin Ankara çıkışlı, Tahran dahil 5 ülke başkentine düzenlenen seferler hariç hiçbir direkt uçuşu yok. Yani aktarma yapmak kaçınılmaz. İstanbul Atatürk Havalimanı üzerinden aktarmalı yolculuk yaparsak sorun yok, ama İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı da dâhil Antalya, İzmir gibi illerden aktarma yapmak zorunda kalırsak Anadolujet’e mahkûmuz.
Sık seyahat edenler iyi bilir; Çağdaş birçok ülkenin başkenti direkt uçuşlarla öbür ülke başkentlerine bağlanır... Paris, Londra, Berlin, Tokyo, say sayabildiğin kadarını, uçuşlar için ana merkezdir. İster büyük, ister küçük olsun, başkentler özellikle kendi milli havayollarınca kollanır ve korunur, ülkedeki başka şehirlerin üzerinden ulaşılacak bir yer olarak görünmez.
BAŞKENT ANKARA’YI İSTANBUL’UN UYDUSU YAPTILAR
Ancak gel gör ki, THY’nin son uygulamalarıyla Ankara, İstanbul’un uydusu gibi görünüp, direkt uçuşlardan bir türlü nasibini alamıyor. Gelen ya da giden yolcu mutlaka İstanbul üzerinden transfer ediliyor ve Ankara TAV Esenboğa Havalimanı yurtiçi uçuşlarla yetinirken, yurtdışı uçuşlara kapalı tutuluyor. Üstelik de yurtiçi uçuşlarda da THY’nin bir alt markası olarak yaratılan Anadolujet’in kalitesiz hizmetine mahkûm ediliyor. THY madem milli havayolumuzdur, o halde Ankara’yla başka ülke şehirleri arasında neden direkt uçuş konmaz?
Sanıyorum THY yetkilileri bu sorularıma yanıt olarak şunu söyleyecektir: “Yeterli yolcu potansiyeline sahip olmayan Ankara Esenboğa bizi zarara uğratıyor.” İzahatları buysa cevap dünden hazır. Siz ülkedeki tüm kentleri Anadolujet ile Ankara’ya bağlarken, kar zarar hesabına bakıyor musunuz? Diyelim baktınız, O zaman başka şehirlerden yurtdışına sevk edeceğiniz yolcuları neden önce Ankara’ya, oradan da İstanbul’a taşıyorsunuz. Örneğin, Erzurum, Denizli gibi illerden yurtdışına gidecek yolcular önce Anadolujet ile Ankara’ya, ardından da İstanbul’a götürülüp, yurtdışına öyle taşınıyor. Hâlbuki yurtdışına direkt Ankara’dan yapılacak tarifeli seferlerle, aktarma sayısı ikiye düşerken, taşıma maliyetleri de o oranda azalacak. Dahası, bugün tıkanma noktasına gelmiş İstanbul hava sahası da rahatlamış olacak. Kısacası Ankara’nın potansiyeli Anadolu’nun diğer şehirlerinden gelen yolcularla takviye edilirse yurtdışı uçuşları pek ala yeterli ciroya ulaşacaktır.
AKTARMALAR YÜZÜNDEN ANKARA EKONOMİSİ OLUMSUZ ETKİLENİYOR
Direkt uçuşlardan yoksun bırakılan Ankara’nın kayıpları ise çok büyük. Başkent, yurtdışı bağlantılardan mahrum bırakıldığı için özellikle turizm ve sanayide İstanbul’dan arta kalanla yetinmek zorunda kalıyor. İhracatçı, bu aktarmalar yüzünden müşterisini Ankara’ya getirmekte zorlanırken, kongre ve sağlık turizmine yönelen turizmciler, ulaşım dezavantajı yüzünden yeterli atılımı yapamıyor. Keza aynı sorun Anadolu’nun diğer kentleri için de geçerli. Aktarmalar yüzünden o uçaktan bu uçağa binerek en az üç kez aynı işlemi yapan ne iş adamı, ne de turist Ankara’ya gelmiyor. Bunun yerine tek seferle ulaştığı İstanbul, ya da Antalya gibi turizm kentlerinde işini görüp, dönüyor.
ANKARALI BU EKONOMİK BOYUTUYLA BUSINESS’İ ÇOKTAN HAK ETTİ
Bu arada hatırlatmalıyım ki, THY için Ankara’nın sosyo-ekonomik yapısı küçümsenecek ölçekte değil. Ankara, Ülke Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 9’una sahip. Türkiye’nin toplam vergi gelirlerinin yüzde 12’si ve toplam bütçe gelirlerinin yüzde 12,3’ü Başkent’ten toplanıyor. Ankara’dan yapılan ihracat 3,5 milyar dolara, ithalatı ise 14,2 milyar dolara ulaşırken, Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 4,2’si ile toplam ithalatının yüzde 10,3’ünü elinde tutuyor.
Daha öncede belirtmiştim, bir Ankaralı olarak, parasını ödesek de İstanbul Atatürk Havalimanı hariç hiçbir noktaya business uçuş imkânımız da yok. Zira zorunlu olarak kullandığımız Anadolujet’te business diye bir sınıf uygulaması yok. Parası olsun olmasın herkes ekonomi sınıfında uçmak zorunda. Dahası CIP uygulamasından, THY yolcularıyla bilete aynı parayı ödememize rağmen uçuş mili kazanma fırsatından da yararlanamıyoruz.
TÜRKİYE’DEKİ TOPLAM MEVDUATIN YÜZDE 18’İ ANKARA’DA
Business deyip duruyorum ya! Başkentin zenginlik ölçüsünü ise vereceğim şu rakamla anlamak mümkün. Türkiye’deki toplam mevduatın yüzde 18,1’i Ankara’da yaşayanlara ait. Ankara’da kişi başına 9 bin 584 YTL mevduat ve 5 bin YTL banka kredisi düşüyor.
Sözün özü, THY’nin Ankara’ya karşı takındığı bu olumsuz tavrı eleştiriyor ve milli havayolu olması sebebiyle Başkentte karşı reva gördüğü uygulamaları kınıyorum. Ayrıca kurumun, imaj için harcadığı emek ve para kadar olmasa da, imkânlarının bir kısmını sunduğu hizmetleri düzeltmek için kullanmasını öneriyorum. Bu kadar rötar, kalitesiz hizmet, cilalı taş devrinin sonu olabilir. Sonra bedava gezilere götürüp, kuş sütüyle beslediğiniz bazı medya mensuplarının süslü püslü eserleri de sizi kurtaramayabilir!
200 YILLIK TARİHİ OLAN HAMBURGERCİ KOVBOYLAR DEĞİLİZ!
Şu sıralar, gazeteci arkadaşım Serhat Hürkan’ın “Altıokun Şark Ucu” isimli kitabını okuyorum. Başta siyasi liderler olmak üzere herkesin okumasını da tavsiye ediyorum. Meslek yaşamına 1976 yılında başlayan Serhat, uzun yıllar muhabir olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ni izlemiş bir gazeteci. Ayrıca CHP Müzesi’nin düzenlenerek, 9 Eylül 2009’da ziyarete açılmasında görev alan ekipten biri. İki yılda tamamladığı bu çalışmayla, CHP’nin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kuruluşundan günümüze kadar geçirdiği aşamaları, örgütleri, adayları, seçimlerde alınan sonuçları, izlenen politikaları somut bir biçimde aktarmış. .
Çalışmanın özüne ışık tutan ana fikir hakkında kitapta şu ifadeler yer alıyor: “Vatandaşlık hakları temelinde üniter Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamayı herkes benimsemeli. Kürtlerin devleti Türkiye Cumhuriyetidir. Seçimler gelir geçer, olaylar gelir geçer. Bugün buralarda olan emperyalist Haçlılar er geç giderler. Türk, Kürt, Arap, İranlı? biz binlerce yıldır buradayız. Kışkırtıcıların oyuncağı olmadan refah ve barış içinde yaşamayı bilmeliyiz. Eski ve köklü bir uygarlığın çocuklarıyız. 200 yıllık tarihi olan hamburgerci kovboylar değiliz.”
BU KONULAR GÜNÜMÜZ SORULARINA IŞIK TUTUYOR
Altıokun Şark Ucu’nda değinilen bazı konular ise şöyle: Erzurum Kongresi ve Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti, ilk Meclis’te bölgenin temsilcileri, isyanlar, Urfa ve Antep direnişleri, İstiklal Mahkemeleri, Lozan, Cumhuriyet’in ilk döneminin ayaklanmaları, Halk Fırkası’nın kuruluşu ve tek parti dönemi, ayaklanmalar ve sonrasında bölgede CHP örgütlenmeleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilk kadın milletvekilleri, umumi müfettişlikler, Atatürk’ün gezileri, İnönü’nün devrinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da CHP, DP’nin kuruluşu esnasında İnönü-Bayar görüşmesi, çok partili dönemin ilk seçiminde bölgede partilerin durumu, Demokrat Parti iktidarı dönemi, Mustafa Muğlalı olayı, DP devrinde tutuklanan ayrılıkçı Kürt unsurlar, 27 Mayıs sonrası ağaların zorunlu iskânı, 1961 seçiminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da CHP ile YTP çekişmesi ve 12 Mart öncesi bölgede Kürt örgütlenmeleri ile CHP’nin tutumu...
Oldukça ilginç bir içeriğe sahip bu eser, günümüz politikalarına da ışık tutar nitelikte.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2010
Son günlerde eşlerin de isminin geçtiği polemikler siyasetin ana gündem maddesini oluşturdu. Hanımlar üzerinden yürütülen tartışmalarda eski defterler raflardan bir bir indirilip, sorgulamalar yapılıyor. Türbanlı eş GATA’ya alındı mı alınmadı mı, Fransa daveti eşli mi yoksa eşsiz mi yaptı derken de mevki makam sahibi koca koca adamlar ağız dalaşına giriyor. Hatta kavgalar sözde kalmayıp, yumruklaşmaya varacak kadar çirkinleşiyor. Malumunuz bugün ‘Sevgililer günü’ ve ben de eş tartışmasına başka bir açıdan bakarak girmek istiyorum.
Daha önce de yazmıştım; Ünlü düşünür Sokrates’in evlilik üzerine çok güzel bir sözü vardır. “Kesinlikle evlen! Karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun.” İşte bu sözden yola çıkarak, tartışmalara farklı bir boyut kazandırmak istedim.
LİDERLERİN EVLİLİK ÖYKÜSÜ SİYASİ YAŞAMLARINA AYNA TUTUYOR
Türkiye Cumhuriyeti’nde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamında oturmuş liderlerin evlilik öykülerine göz attım. Zira hepsinin evlilik öyküleri, sosyal ve siyasi yaşamlarının birer aynası gibiydi. Aralarında görücü usulü tanışanı da vardı, flört edeni de. Son tartışmaların odak noktası türbanı hayatının erkeğini bulduktan sonra takanı da vardı, çıkaranı da. Sözü fazla uzatmadan liderlerin eşleriyle tanışma öyküsüne gireyim ve bugünlere ışık tutacak yaşam kesitlerini aktarayım. İnanın onların bu öyküleri tartışma ortamı içindeki herkesi farklı duygulara ve söylemlere yöneltecektir.
15’İNDE ELİNE KARNE YERİNE NİKÂH CÜZDANI ALDI
Bildiğiniz üzere, Hayrunnisa Gül, 42 yaşında en genç Cumhurbaşkanı eşi olarak Köşk’e çıktı. Aslen Kayserili olan Hayrunnisa Hanım’ın, 1965 yılında İstanbul’da doğduğunu belirterek öyküsünü anlatmaya başlayayım. Liseye hazırlanırken, yaz tatilinde teyze oğlunun düğünü için Kayseri’nin yolunu tutar. Kuzeni, Abdullah Gül’ün halakızıyla evleniyordur. Bu sırada Sakarya Üniversitesi’nde asistanlık yapan Abdullah Gül’ün ailesi, Hayrunisa Hanım’ı oğullarına istemeye karar verir. Ve aradan çok geçmeden 30 yaşına giren Abdullah Gül, Hayrunisa Hanım’ı istetir.
İki aile de anlaşınca hemen nişan yapılır. Bu mutlu olay derslerinde oldukça başarılı olan Hayrunnisa Hanım’ın eğitimle ilgili planlarını suya düşürür. Zira 1979 yılının eylül ayında, yani daha 14 yaşındayken Çemberlitaş Kız Lisesi yerine nişan töreninin yapıldığı salona gider. 1 yıllık nişanlılıktan sonra Gül çifti 21 Ağustos 1980’de Kayseri’de yapılan dualı bir düğünle evlenir.
Evliliklerinin 22’nci gününde 12 Eylül darbesi olur. Darbe sabahı Gül çiftinin Erenköy’deki evi askerler tarafından basılır. Abdullah Gül, çiçeği burnunda gelini evde bırakıp cezaevinin yolunu tutar. Metris Cezaevi’ne konulan Gül, kısa bir süre sonra “Yanlışlık oldu” denilerek serbest bırakılır. 15 yaşında evinde tek başına kalan Hayrunnisa Gül, 16 yaşına bastığında ise bu sefer eşini askere gönderecektir. Sonrası ise malum.
RÜYASINDA GÖRDÜĞÜ ERKEK BİR GÜN SONRA KARŞISINDAYDI
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi ve 4 çocuğunun annesi Emine Hanım ile tanışma hikâyeleri oldukça ilginç. Emine Hanım, rüyasında hiç tanımadığı bir erkeği görür. Ertesi gün İslamcı kadın Yazar Şule Yüksel Şenler ile İstanbul Tepebaşı’ndaki MSP’nin toplantısına gider. Emine Hanım bir süre sonra rüyasında gördüğü kişinin, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın kürsüde konuşma yaptığını fark eder. Ve ilk görüşte başlayan aşk evlilikle taçlanır.
Tabii bu evliliğe girmeden önce Recep Tayyip Erdoğan’ın annesi Tenzile Hanım’ın ciddi engellemesine de bakmak lazım. Tenzile Hanım, o sıralar oğluna Karadenizli ve çarşaflı bir eş bulmuştur. Devreye giren Şule Yüksel Şenler, genç Tayyip’i karşısına alıp şunları söyler: “Bak Tayyip, çok faal bir insansın, istikbalin parlak görünüyor. Yarın başlardan biri olacaksın. Senin yanında çarşaflı bir hanım olmaz...”
Genç Tayyip, Şenler’i dinler ve sonunda annesini ikna edip, Emine Hanım ile 1978 yılında vuslata erer. Nişan, Emirgan yolu üzerindeki Oba Gazinosu’nda, düğün ise Fatih Akdeniz caddesi üzerinde pastaneden bozma bir düğün salonunda yapılır.
YUMRUĞU YİYİNCE SOLUĞU AKÇAKOCA’DA ALDI
Antalya Lisesi’nde birlikte okuyan Deniz Baykal ile Olcay Hanım arasında aşk filizleri yine bu dönemde yeşerir. Bir coğrafya öğretmeninin kızı olan Olcay Hanım, liseden mezun olduğunda İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazanır. Ancak, Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanan Deniz Bey’le birlikte olmak için büyük bir özveride bulunup Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni, yani Ankara’yı tercih eder. Kısacası iki sevgili Antalya’dan sonra Ankara’da da birlikte olmayı sürdürür. Bu arada Olcay Hanım’ın sportmen ağabeyinin bu ilişkinin bitmesi için Deniz Bey’e attığı okkalı yumruk ise şimdi tebessümle anlatılan bir anı.
İlk ve tek göz ağrısı Olcay Hanım nedeniyle günlerini SBF koridorlarında geçirmeye başlayan Deniz Baykal, 1961 yılının Eylül ayında amacına ulaşır. Gizlice kaçtıkları Akçakoca yolunda evlilik teklifi yapan Deniz Bey’in nikâhı da, bu şirin Karadeniz kasabasında gerçekleşir. Genç çiftin nikâh tanıklıklarını, o sırada iş takibi için tesadüfen belediye binasında bulunan iki vatandaş yapar. Tabii, bu ani karar verilen nikâhtan sonra balayı da Akçakoca’da gerçekleşir.
TEMELLERİ YASSIADA’DA ATILAN BİRLİKTELİK
Demokrat Parti’nin lideri Hüsamettin Cindoruk ile eşi Dilek Hanım, Yassıada Duruşmaları sırasında tanışırlar. Dilek Hanım’ın eniştesi ise Menderes döneminin ünlü politikacısı Hasan Polatkan’dır. Hüsamettin Bey, duruşmalar sırasında Hasan Polatkan’ın avukatıdır. Tarihler 1962 yılını gösterdiğinde Hüsamettin Bey, Polatkan’ın eşine bilgi vermek için sık sık Dilek Hanım’ın evine gider. Bu şekilde başlayan dostluk, kader birliği yapan ikili arasında 6 ay kadar sürecek flörtün başlangıcı olur. 25 Mayıs 1963 yılında da evlenirler. Birçok Türk ailesinde olduğu gibi ilk evlenme teklifi damat adayından, yani Hüsamettin Bey’den gelir.
DAMAT KENDİ DÜĞÜNÜNE İKİ GÜN SONRA KATILDI
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eşi Nazmiye Demirel, 12 Aralık 1948 yılında gerçekleşen düğünle vuslata ermişti. İslamköy’deki evlerinin kapı komşusu ve kuzeni 14 yaşındaki Nazmiye Şener ile nişanlandığında 17 yaşındadır. Lise bittiği zaman gerçekleşen nişandan sonra Süleyman Bey İstanbul’a, İTÜ Makine Mühendisliği bölümüne üniversite eğitimi için gider. Giderken de, İstanbullu bir kıza gönlünü kaptırmasın diye nişan yüzükleri takılır. Düğün ise tam 8 yıl sonra gerçekleşir. Düğün başladığında Demirel, Burdur Hükümet Konağı inşaatının başındadır ve çalışıyordur. Bakın, Demirel, o günü şöyle anlatıyor:
“Bizim köy düğünleri üç gün sürer. Düğün perşembe günü başlar, pazar günü gelin çıkar. Ben cumartesi günü köye geldim... Perşembe ve Cuma günü yapılan düğünde yoktum.”
Yakın çevresi, görücü usulüyle gerçekleşmesine karşın bu evliliği bir ‘Gönül izdivacı’ olarak niteliyor. Çünkü iki gencin, İslamköy günlerinde birbirlerine sevdalı olduklarını belirten bu kaynaklar, olayı, ‘Aslında platonik bir aşkın vuslata eriş müjdesi’ olarak niteliyor.
TRAMVAY ÂŞIKLARI VE GELİN ADAYLARINA BİR METRE YASAĞI
Rahmetli Bülent Ecevit, Rahşan Hanım ile İstanbul, Robert Kolej’de okurken tanışır. Okulda, bir tiyatro eseri sahneye konurken, dekorlarını Rahşan Ecevit yapıyordur... Bülent Bey ise şiir kısımlarını okumak için bu gösteride yer alıyordur. Kısacası bir tiyatro çalışması tanışmalarına ve ölüm ayırana kadar süren birlikteliklerine neden olur. Bu arada okul arkadaşlığı aşka dönüşürken, Bülent Bey evlilik teklifini tramvayda yapar. l946 yılında da evlenirler.
Geriye bir tek MHP lideri Devlet Bahçeli kaldı ki, yaşamı boyunca evlilikten uzak durduğu için maalesef bir öyküsü yok. Anlaşılan o ki, AKP’liler için uygulamaya soktuğu bir metre yasağını yıllar önce gelin adaylarına ve nikâh memurlarına koymuş.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2010
29 Ocak Cuma günü, Ertuğrul Özkök’ün köşesini ve Türk Hava Yolları için yazdıklarını okuyunca içimdekileri dökmeye karar verdim. Özkök’ün, THY’nin Barcelona ve Manchester United takımlarına sponsor olması ve adını tüm dünyaya duyurması konusunda yazdıklarına satırı satırına katılıyorum. Doğruya doğru; THY’nin marka değerini yükseltmek için attığı bu adımlar ve uçak filosunu modernize ederek büyütmesi alkışlanacak bir girişim. Ancak Ertuğrul Bey’in yolcu olarak aktardığı fahri gözlemcilik notları, hele hele business sınıf üzerine yazdıkları biraz eksik. Birçok İstanbullu gibi kendisi de az sonra aktaracaklarımın farkında mı, bilemiyorum, ama ilk etapta şu kısa notu aktarmak istiyorum; Ertuğrul Bey kadar olmasa da yurt içi ve dışına THY ile business sınıfında seyahat etmişliğim var. Tabi ki diğer havayolları şirketleriyle de...
Şimdi bilmesini isterim ki, bir Ankaralı olarak, parasını ödeyip, çok istesek de İstanbul Atatürk Havalimanı hariç hiçbir noktaya business sınıfında uçuş imkânımız yok. Zira tüm Başkent çıkışlı uçuşları THY’nin bir alt markası olarak yaratılan Anadolujet ile yapmak zorundayız. THY’ye ise az önce belirttiğim gibi bir tek İstanbul uçuşlarında binebiliyoruz.
THY SİYAH HAVYAR VERİNCE ANADOLUJET ZEYTİN EZMESİ İKRAM EDER Mİ?
Zorunlu olarak kullandığımız Anadolujet’de ise ‘business’ diye bir sınıf yok. Parası olsun, olmasın herkes ekonomi sınıfında seyahat etmek zorunda. O yüzden de Ertuğrul Bey’in aktardığı ikramlardan, rahat koltuklardan mahrum kalıyoruz. Dahası CIP uygulamasından, bilete aynı parayı ödememize rağmen uçuş mili kazanma fırsatından da yararlanamıyoruz. Uçaktaki ikram ise kuru bir kek, ya da sandviç ile plastik bardaktaki çaydan öteye geçmiyor. Üstelik kısa bir süre öncesine kadar sadece bir bardak su ve birkaç parça krakerle yetiniyorduk. Yani şirketin ikramlarında bir kademe üste geçtik. Sanıyorum THY uçuşlarında siyah havyara geçildiği zaman Anadolujet’te de üzerine zeytin ezmesi sürülmüş ekmeğe ancak kavuşacağız. Kısacası Ertuğrul Bey’i uyarmak isterim ki, İstanbul hariç Ankara çıkışlı bir uçuş gerçekleştirse business imkânından mahrum kalacak.
BİLET PARASI, UÇAK VE ŞİRKET AYNI AMA!
Bu arada uçuş mili kazanma olanağının elimizden alınması ise küçümsenecek bir durum değil. Benim gibi sık seyahat edenler, kartında biriken millerle ekonomi sınıfındaki uçuşları parasal fark ödemeden bir üst kademeye geçirebiliyor veya bedava bilet hakkı kazanıyordu. Hatta yeterli puana ulaşınca CIP salonlarında ağırlanarak seyahat edebiliyordu. Anadolujet’de mil uygulaması olmadığı için THY ile uçan İstanbulluların aksine bu haklarımızdan da mahrum kaldık. Bilet parası aynı, şirket aynı, uçaklar aynı, ama saydığım haklar farklı. Yani Başkentlilerin aleyhine ortada büyük bir adaletsizlik söz konusu...
BUSINESS ANCAK AKTARMADAN SONRA İŞE YARIYOR
Aranızda, Ertuğrul Bey’in yurtdışı uçuşları için business uygulamasını yazdığını düşünenler olabilir. O konuda da bir cevabım var. Birincisi, Avrupa’da yılın havalimanı seçilmiş TAV Esenboğa tüm cazibesine karşın yarım kapasite çalışırken, THY’nin Ankara çıkışlı hiçbir direkt uçuşu yok. Pardon, aralarında Tahran’ın da olduğu 5 ülke kentine kırkyılda bir gerçekleşen uçuşlar hariç... Yani aktarma yapmak zorundayız ki, örneğin Erzurum’dan gelen bir yolcunun aktarma sayısı Ankara, İstanbul derken üçü buluyor. İstanbul Atatürk Havalimanı üzerinden aktarmalı yolculuk yaparsak sorun yok, ama İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı da dahil Antalya, İzmir gibi illerden aktarma yapmak zorunda kalırsak Anadolujet’e mahkumuz. Yani business biletimiz ancak aktarma yapacağınız havalimanından sonra işe yarıyor. Belki de bu yüzden Ankaralı birçok iş adamı kendisine havayolu şirketi kurdu. Satın aldığı küçük jet uçaklarıyla hem kendisi seyahat ediyor, hem de kiraya verip para kazanıyor. VIP kapısından girip çıktığı ve uçağında istediği yiyecek, içeceği bulundurduğu için de business trendinin doruklarına ulaşıyor.
BİNİŞ KARTINI KABUS DOLU GEÇEN 2 SAATTE ALDIK
Business uçuşları bir kenara bırakırsak, Anadolujet’in sağladığı seyahat olanakları konusunda da birkaç sözüm var. Son haftalarda hiçbir uçuşumuz vaktinde gerçekleşmiyor. Bu yüzden de birkaç saatlik gecikmeleri olağan karşılıyoruz. Bu rötarlarda da tek suç kötü hava şartlarının değil. Örneğin 23 Ocak günü Antalya’dan Ankara’ya dönüşümüzde yaşadığımız gecikme trajikomik sayılabilecek bir sebebe dayanıyor.
Teknolojik açılımları ve sponsorluk girişimleriyle övünen THY’nin bilgisayar sistemi çöktüğü için saatlerce, kuyrukta ve yolcu salonunda beklemek zorunda kaldık. İnanın, 17,05 tarifeli uçağına biniş kartı almak için bankonun önünde sıraya girerken, kuyruktan çıkışımız 2 saati buldu. Meğer bilgisayar çöktüğü için işlemler elle yapılıyormuş. Memurun bir elinde telefon, diğer elinde kalem biniş kartını doldurmasını bekledik. Beceriksizlik hat safhada olduğu için de birazdan anlatacağım uygulamalar tanık olduk.
BANKOLAR ÖNÜNDE KARGAŞA VE HAK KAVGASI
On adet bankonun üçü Ankara yolcuları için tahsis edilmiş ve her birinin önünde uzun kuyruklar oluşmuştu. Bölümün üç tanesi THY’nin İstanbul yolcuları için ayrılırken de geri kalan 4 banko işleme kapatılmıştı. Madem sabahtan beri bilgisayar sistemin bozuk, önlem alıp oralardan da hizmet versene! Neyse, üç bankodan birinde kuyruğa girip valizi vermek ve biniş kartı almak için beklemeye başladık. Kendim için söyleyeyim, binişten elli dakika önce gelmeme ve uçağın kalkış saati geçmesine rağmen önümde halen oniki kişi vardı. Birazdan deskin üzerine çıkan bir yetkilinin sesiyle irkildik. Emir kipindeki söylemiyle, yan bankonun kapandığını, önünde bekleyenlerin bizim sıraya geçmelerini söyledi.
O anda da kısa süreli bir karmaşa yaşadık. Bizim kuyruktan bazıları, mülteci konumuna sokulan yan bankodaki yolcuların araya kaynamasına itiraz etmeye başlamıştı. Ardından da o ana kadar bizimle aynı süratte ilerleyen yan sırayla aklıselim yolcular sayesinde ‘İşlemler bir sizden, bir bizden yapılsın’ diyerek uzlaşma sağlanmıştı. Aradan 25 dakika geçmişti ki, yine aynı görevlinin gür sesini duyduk. Önünde istiflendiğimiz bankonun da işleme kapandığını, bizim ve bizimle bütünleşmiş yan komşularımızın sağlam kalan üçüncü bankodan kuyruğa girmesini istiyordu. Üç mağdur kuyruk ve sağlam kalan tek bir banko... Doğal olarak kargaşa ortamı ve hak kavgasına giren yolcular sahnenin tek hakimi oldu.
MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ PERİŞANLIK
Sonuçta, ortalama 2 saatlik bekleyiş ve itiş kakıçtan sonra yolcu salonuna geçmeyi becerdik. Bu arada uçak, bu işlem karmaşasından dolayı rötar yapmış ve yolcu alımı için beklemişti. Durun daha bitmedi. Bu kez salonda kalkış anını bekleyen yolcular için THY yetkilileri son darbeyi vurmak istemiş olacak ki, anons sisteminden duyurusunu yapıverdi. Hoparlördeki ses, bizimle aynı kaderi paylaşan THY İstanbul yolcularından özür dileyip, kurumun kendilerine beklerken yiyecek ve içecek ikramında bulunacağını söyleyiverdi. Anadolujet ile Ankara’ya uçacak bizler mi? Sadece THY İstanbul yolcularının beslenmesine hasetle ve gıptayla bakakaldık.
Ertuğrul Bey’e ve THY’ye deki gelişimi kaleme alan meslektaşlarıma madalyonun öbür yüzünü de göstererek Ankaralıların hissiyatını aktarmak istedim. Böylesine haksız bir uygulamadan Ankara turizminin ve iş yaşamının ne kadar etkilendiğini de siz hesaplayın.
BUSINESS İÇİN GOLF OYNAYAN DİPLOMATLAR BİLE YETERLİ
Başkentte başka ülkelerin büyükelçilik mensupları da dahil 10 binin üzerinde yabancı uyruklu yaşıyor. Bunlar tatil için Ege ve Akdeniz kıyılarımızdaki yerleşimleri kullanıyor. Örneğin golf tutkusu için her hafta Antalya’ya giden diplomatların haddi hesabı yok. İş için Ankara’ya gelen, ya da yurt dışına giden iş adamlarını da düşünecek olursanız, business potansiyel hiç de küçümsenmeyecek rakamlara ulaşıyor. Kongre turizmi için büyük yatırımlar yapan Ankara’nın THY’nin uygulamaları sayesinde neler kaçırdığını ise telaffuz bile etmek istemiyorum. AB yolunda ilerleyen Türkiye, Avrupa’daki diğer başkentlere ve milli havayollarına bakarak THY’nin durumunu bir daha gözden geçirmeli. İnanın hiç bir AB başkentinde direkt uçuş gibi Ankara’ya reva görülen davranış yanlışlığı yok.
Bu arada o akşam televizyondan naklen yayınlanan Barcelona maçını rötar yüzünden kaçırdığımı da ilave edeyim.
BONCUKLA BEZENEN UÇAKLARI ALLAH NAZARDAN KORUR MU?
Yeri gelmişken bir başka konuya daha değineyim. THY ile her uçak seyahatimde, pilot kabininin hemen yanındaki bölmede asılı duran nazar boncuğu dikkatimi çeker. İlk sıradaki koltukların hemen önündeki panele sabitlenmiş boncuk, tabir-i caizse at nalı büyüklüğündedir. Belli ki, THY yönetimi uçaklarını kem gözlerden korumak için oraya astırmış. Bu nazar boncuğunu her görüşümde aklıma Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm il müftülüklerine yolladığı genelge gelir. Bu genelgede ne yazıldığına gelince...
“İnsanları hayrete hatta dehşete düşürecek tarzda bid’at ve hurafelerin taraftar bulmasını, özellikle türbe ziyaretlerinden şifa istenmesini, dilekte bulunulup ağaçlara bez ve çaput bağlanılmasını, nazar boncuğu vb. şeylerden medet dilenilmesini, akılla, mantıkla ve dinimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir.”
Aslında, Diyanet, halk arasında elden ele dolaşan, pazarlarda satılan bu mavi camın hiçbir değeri olmadığını vurguluyor. İlaveten de nazarlıklarda koruyucu bir kuvvet aramanın cehalet, akılsızlık, en tehlikelisi de şirk, yani Allah’a ortak koşmak olduğunu belirtiyor.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2010
Eminim ki, yazılı ve görsel medyadaki darbe haberlerinden hepinizin içi sıkıldı. Ayışığı, Kafes, Balyoz, Sarıkız, Ergenekon, EMASYA, Poyrazköy İddianamesi derken ne kozmik odalar, ne de elle çizilmiş krokiler ilginizi çekiyor. Elbette ki ülkenin geleceği hakkında hepinizin kaygısı var, ama temcit pilavı içeriği aynı, sadece ismi değişik komplo teorilerinden bunalmış durumdasınız. Ben de aynı duygular içerisindeyim, ancak mesleki açıdan en ince ayrıntısına kadar takip etmek zorundayım. İçine girdikçe de inanın sadece haksız yere gözaltına alınan, tutuklanan insanlara üzülüyorum, hepsi o kadar. İşte bu aşamada da mesleğimin geleceği açısından kaygıya kapılıyorum. Kusura bakmasın ama birçok meslektaşım gözüme gazeteci değil de, senarist gibi görünüyor. Üstelik de kötü bir filmin senaristi gibi.
Şimdi darbe planlarına ve üzerine yazılan senaryolara gireceğimi filan zannetmeyin. Bambaşka bir konuda, medyada yazılan ve söylenenlerin işi hangi boyutlara getirebileceğini örnekleriyle aktaracağım. Aktarayım ki, bizim meslek ne hale gelmiş siz de görün.
BURAM BURAM ASPARAGAS KOKAN MAGAZİN YAZISI
Efendim, iki farklı gazetede çalışan iki köşe yazarı hanım var ki, çoğu zaman yazılarını beğeniyle okurum. Bu hanımlardan biri bizim gruba mensup Referans Gazetesi’nde, diğeri ise Sabah Gazetesi’nde yazıyor. Moğolistan ile ilgili bir yazı kaleme almışlar. Ekonomik veriler, siyasi ilişkiler derken de buram buram asparagas kokan bir magazine yer vermişler. Özetlemek gerekirse de, Moğolistan’ın giderek azalan nüfusuna çare arandığını ve Türkiye’den 20 bin erkeğin beklendiğini dile getirmişler.
Tezlerine göre, Rusya’nın egemenliğinde geçen yıllar boyunca işi, gücü olmayan Müslüman Moğol erkeklerinin büyük bölümünün alkolün pençesine düştüğünü, bu ülkede erkek nüfusunun azaldığını, hatta 6 kadına bir erkek düştüğünü yazmışlar. Erkek sayısının bu kadar az olması nedeniyle de ‘Başlık parası kadınlar için değil erkekler için isteniyor’ diyerek de espri yapmışlar. Moğol hükümeti giderek artan bu endişelerini gidermek için şimdi Türkiye’den farklı bir talepte bulunuyor gibisinden de garip bir sonuca varmışlar.
SÖZÜM ONA TÜRK ERKEĞİ GELECEK DERTLER BİTECEK
Kısacası çalışkan Türk erkeklerinin gelmesiyle Moğol erkeklerinin de silkinip kendine gelebileceğini, bu şekilde de Moğolistan’ın nüfusuna katkı sağlayabileceğini aktarmışlar. Köşe yazarı hanımlardan biri yazdıklarına kaynak olarak kimliğini telaffuz etmediği Moğol yetkilileri gösterirken, diğeri de adı sanı belli olmayan bir iş adamının söylemlerini göstermiş.
Ve geliyoruz yazıları çıktıktan sonra ele aldıkları konunun bu ülkede yarattığı depreme. Gerek Moğolistan vatandaşları, gerekse Türkiye’de okuyan Moğol uyruklu öğrenciler yazılanların büyük bir yalan olduğunu belirtip, Türkiye’nin özür dilemesi gerektiğini söylediler. Bununla da yetinmeyip, Büyükelçimizi dışişleri bakanlıklarına çağırıp veryansın ettiler. Dahası Türkiye’ye olan sempatilerinin antipatiye dönüştüğünü vurguladılar.
DAMIZLIK DAMGASI YİYEN TÜRK ERKEĞİ İŞ BULABİLİR Mİ?
Doğrusu bu tepkilerinde de çok haklıydılar. Zira bir ülke insanının onuruyla oynamak ne kadar doğru? Dahası, ülkemizde okuyan Moğol genç kızlara bizim erkeklerin bakışı ve eylemleri hiçte hoş olmayan bir hüviyete bürünmez mi? Ekmek parası derdindeki Türk işçileri damızlık damgası yerse bu ülkeye iş için rahatça gidebilir mi?
Eminim, hanım yazarlarımız Moğolistan hakkında biraz araştırma yapsaydı, duyumlarının ne kadar uçuk kaçık olduğunu anlarlardı. Yanılgılarının ilki ve en önemlisi 3 milyon nüfuslu Moğolistan’ın demografik yapısı üzerineydi. Bu ülkede her 100 kadına 99,4 oranında erkek düşüyor ki, bir bakıma kadın erkek oranı eşit. Yani hanım yazarların yazdığı gibi 6 kadına bir erkek düşmüyor. İkincisi nüfusunun yüzde 50’si Budist, yüzde 40’ı Ateist, yüzde 6’sı Şaman ve ancak yüzde 4’ü Müslüman Kazak olan Moğolistan’da öyle ciddi bir Müslüman kitle olmadığı gibi, başlık parası diye bir gelenek de yok. Üçüncüsü ise Moğolistan hiçbir şekilde Rus egemenliğine girmemiş bağımsız bir ülke.
Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün, ama sizler işin doğrusunu anlamışsınızdır. Onun için meslektaşlarıma diyorum ki, yazarken aktardıklarınızın ve kulaktan dolma bilgilerinizin nereye varacağını iyi hesaplayın. Bireylerin, hele hele halkların onuru her şeyin önünde gelir.
GÖKÇEK’İN SON İCRAATI İŞİNİZE ÇOK YARAYABİLİR
Uzun bir süreden beri Ankara’da yaşanan gerçekleri dile getirip, eleştirilerde bulunuyorum. Doğal olarak da bu eleştirilerden nasibini en çok Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek alıyor. Geçenlerde kalabalık bir grup içinde bu konu açıldı ve arkadaşlardan biri, “Melih Bey’in bütün icraatları mı kötü? Bu adamın iyi hiçbir uygulaması yok mu da eleştirip duruyorsun?” deyiverdi.
Tabii ki cevabım dünden hazırdı. “Yazdıklarıma bir göz gezdirin, hangisinde yanlış bir eleştiri getirmişim. Kaldı ki, medyanın büyük bölümü Ankara’nın hayrına olan icraatlarını yazıyor, ancak yapılanları gözünüzün önünden bir film şeridi gibi geçirin. Son yıllarda vatandaşın yararına yürüttüğü bir proje var mı?”
Bu sözler ağzımdan döküldükten ve kısa bir süre düşündükten sonra dediklerimden utanıp, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeye karar verdim. Evet, Melih Bey’in iyi bir yönünü daha yazmalıydım ki, öyle de yaptım.
Çok güzel dans ediyor. Strasbourg’da ‘Avrupa Ödülü’nü alırken ne güzel de döktürdü. Ondan bir iki figür kapmamız günlük hayatımızda çok işimize yarayabilir. Delik deşik ve kara, buza teslim olmuş yollarda bu kıvrak hareketler pekala bizi kazadan beladan koruyabilir.
JAM SESSION KONSER DERKEN CAZ’A DOYACAĞIZ
Aslında ne kadar da heveslenmiştim dünyaca ünlü caz piyanisti Jacky Terrasson’un konserini izlemeyi. ‘13. Ankara Uluslar arası Caz Festivali’ kapsamında Ankara’ya gelmiş ve Bilkent Konser Salonu’nda harika bir konser vermişti. Doğaçlama yeteneğini bir kez daha göstermiş, tabir-i caizse davetlilerin tadını damağında bırakmıştı.
Ama olsun yıldız yağmurunun ufak bir kısmını kaçırmıştım. 20 Şubat’a kadar sürecek caz maratonunda izleme olanağı bulacağım daha çok isim var. 4 Şubat tarihinde H.K.K Cazın Kartalları Orkestrası’nın vereceği konserle caz günlerine dahil olabilirim. Tabii daha sonra birçok sanatçı ve grupla oluşacak konserler zincirinin birkaç halkasına daha tutunabilirim. Belli mi olur, festival kapsamındaki söyleşi ve jam Session’lardan bir kısmına da katılabilirim.
CAZ’IN SIRA GECELERİNİ RUHUMUZU OKŞAYACAK
Şimdi bazılarınızın bu ‘Jam Session’ da neyin nesidir dediğini duyar gibiyim. Kısaca açıklamam gerekirse, bir caz terimi. Türkçeye tam olarak çevirmek pek mümkün değil, ama karşılığı “Enstrümanını kap da gel, sen de çal” diyerek açıklanabilecek bir etkinlik. Bir nevi Urfa’nın sıra geceleri gibi bir müzik olayı... Bu gecelerde, hem usta, hem de amatör cazcılar hünerlerini sergiliyorlar. Benim gibi müzikle ilgisi dinleyicilikten öteye geçmeyen insanlar da keyifli dakikalar geçiriyor.
Bu festivale hangi ünlü isimlerin katılacağını medyadan takip etmişsinizdir. O yüzden tek tek isim ve konser günlerini listelemeyeceğim. Yerine her geçen gün kültür erozyonuna uğrayan Başkentte kötü gidişe dur demek için canla başla çalışan kişi ve kuruluştan bahsedeceğim. Son 4 yıldır ana sponsor olmadan kendi yağıyla kavrulan Ankara Caz Derneği çok büyük işler başarıyor. Başkente yakışır böylesine güzel bir organizasyonu düzenlemeleri bile takdir için tek başına yeter. Müziğe gönül vermiş gençlere burs imkanı, çiçeği burnunda cazcılara destek, öğrencilere el verdiğince ücretsiz konser izlettirme aktiviteleri arasında. Konserlerle amaçladıkları ise kaliteli yapımları düşük maliyetlerle izlettirmek ve toplumsal kültüre katkı sağlamak... Benimse amacım, ister geleneksel, isterse çağdaş olsun Başkentteki her türlü kültür ve sanat etkinliğini desteklemek. Zira bizi yumruk yemiş boksöre dönüştüren garip gündemden ve sanata sırt çeviren zihniyetten sıyrılmak için en güzel yöntemi sunuyor. Dahası rahat bir soluk almamızı sağlıyor. Bu arada konser duyurularını kaçıranlar için bir internet adresi de vereyim ki, neler gerçekleşeceğini öğrenebilsin. ‘www.ankaracazfestivali.org’
Yazının Devamını Oku