1 Ağustos 2010
Ankara’nın çiçeği burnunda valisi Alaaddin Yüksel’i yakından tanırım. Antalya’ya, daha doğrusu Türk turizmine çok önemli hizmetleri geçmiş bir devlet adımıdır. Vizyonu geniş, çağdaş düşünce yapısına sahip dürüst bir insandır. Dergilerin ve gazeteniz Hürriyet’in Antalya ilgili birçok projesine imza atarken Alaaddin Bey’in bilgi ve görsel arşiv açısından değerli katkılarını çok gördüm. Bunu yaparken de gazetenin değil, bölge turizminin gücüne güç katmak için kolları sıvadığına da adım gibi eminim.
Vali Bey’in ağzından 2020 EXPO Fuarı’na Türkiye’nin, daha doğrusu Ankara’nın talip olması açılımını duyunca hiç şaşırmadım. Zira bu talebini önce Antalya için kamuoyuna duyurmuş ama fiziki yetersizlikten sesini tüm ülkeye duyuramamıştı. Ankara ise bu emeli için biçilmiş kaftan bir kentti ki o da bu bilinçle projesini kamuoyuyla paylaştı. Gerçi ülke insanımız 2015 İzmir için çok ter dökmüş, devletin birçok kademesini harekete geçirmişti ama beklenen sonuç alınamamıştı.
Vali, TOBB başkanı, sivil toplum kuruluşları derken, ağız birliği etmişçesine seslendirdikleri bu EXPO Fuarı’nın ne olduğunu tam anlamıyla biliyor musunuz? Sizi fazla yormadan anlatayım. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başta olmak üzere devletin üst düzeyini bile harekete geçiren EXPO Fuarı, merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Sergiler Bürosu (BIE) tarafından düzenleniyor. BIE, 101 ülkenin üye olduğu bir kuruluş ve Türkiye üye ülke olarak 1867 yılından bu yana EXPO fuarlarına katılıyor.
ULUSLARARASI FUTBOL ŞAMPİYONASI KADAR ÖNEMLİ
Biliyorsunuz, 2015 yılında gerçekleşecek EXPO Fuarı için resmi aday ülkeden bir tanesi İtalya diğeri ise Türkiye idi. İtalya “Gezegenimizde beslenme, yaşam için enerji” temasıyla; Türkiye’nin “Daha sağlıklı bir dünya için yeni yollar ve herkes için sağlık” temasını son anda geçti ve EXPO’nun İzmir yerine Milano’da yapılmasını sağladı.
Kimse farkında değil ama EXPO organizasyonu, olimpiyat veya uluslararası futbol ile basketbol şampiyonaları düzenlemek kadar önemli. Zira ülkemize katacağı değerler inanılmaz ölçekte büyük. Nasıl mı? Japonya’da gerçekleşen EXPO 2005 Aichi Fuarı’nda yaşananları aktararak bu sorunun yanıtlarını vereyim.
ROBOT TEKNOLOJİSİNDE GELİNEN NOKTA ŞAŞIRTMIŞTI
Tokyo ve Osaka’dan sonra Japonya’nın üçüncü büyük metropolü ve sanayi kenti Nagoya’da açılan EXPO 2005 Aichi fuarı; 173 hektara yayılan bir alanda gerçekleşmişti. Açık kaldığı altı ayda yaklaşık 20 milyon ziyaretçiye ev sahipliği yapmıştı. “Doğanın Bilgeliği” temasının işlendiği EXPO 2005’e, 120 ülke ile çok sayıda Japon firması katılmıştı. Ülke ve firma pavyonlarında çevre ve bileşim alanında, birçoğu deneme aşamasındaki teknolojiler sergilenmişti.
Şimdilerde günlük yaşamın içine giren pek çok ürünün ilk tanıtımı bu fuarda yapılmıştı. Özellikle otomotiv sektöründe geleceğin araçları ziyaretçileri şaşkınlık içinde bırakmıştı. Robot teknolojisinde gelinen nokta ise şaşkınlığı bir kez daha arttırmış ki şimdilerde hayrete düşüren birçok icadın ilk prototiplerini orada görmüştük. Yani dans eden, futbol oynayan, müzik aleti çalan robotların ilk örneklerini... Belki de içlerinde en ilginci, elektromıknatıslarla raylar üzerinde hareket eden “Limino” isimli trendi. Yedi kilometrelik hat boyunca zeminden altı milimetre yukarıda hareket eden trene binmek, paten sahasında kaymak gibi bir duygu yaratmıştı.
SÜRÜCÜSÜZ OTOBÜSLERLE AICHİ’DE TANIŞMIŞTIK
Bir başka ulaşım aracı da sürücüsüz otobüslerdi. Otomatik Konvoy Sistemi(IMTS) adı verilen bu araçlar, birbirinden 20 metre aralıklarla, raylar üzerine döşenmiş mıknatıslar aracılığıyla otomatik olarak hareket ediyorlardı. 1,6 kilometrelik yolda hareket eden sürücüsüz bu özel otobüslerin en önemli özelliği ise belirlenen hattan çıkıp, normal karayolunda da seyahat edebilmesiydi.
EXPO 2005 Fuarı’nda yayalar için de geleceğin teknolojisi düşünülmüştü. Japonlar, oldukça engebeli olan fuar alanında tepeleri kazıp vadileri doldurmak yerine hiç yokuşu olmayan, ortalama 7,5 metre yükseklikte, 21 metre genişlikte bir yol inşa etmişlerdi. Küresel çember yol, 2,6 km boyunca tüm fuar alanını çevreliyor ve 200 metre mesafede bir ara yol sayesinde istediğiniz pavyona rahatça ulaşmanızı sağlıyordu. Ayrıca yolun orta bölümünde 6 metre genişliğinde elektrikle çalışan araçlar için bir bölüm bırakılmıştı.
EXPO’YA YATIRDIĞI PARAYI ÇIKARDI KAT VE KAT KAR’A GEÇTİ
Özetle, yaklaşık sekiz bin insanın görev aldığı fuarda, son teknolojiler görücüye çıkmıştı. Ve bugün bahsettiğim teknolojiler toplumsal yaşamın bir parçası olarak işlevsel hale getirildi. Japonya hem teknolojik atılımını sergiledi, hem de yeni pazarlara el attı. EXPO için yaptığı masrafı çıkardığı gibi, büyük karlara ulaştı. Üstelik halen para kazanmaya devam ediyor.
Ve gelelim EXPO 2005 fuarının en önemli püf noktasına. Milyarlarca dolar para harcanarak inşa edilen bu fuar alanı işlevini tamamladıktan sonra tümüyle yıkıldı. Yani, yollar, raylar, pavyonlar hepsi yerinden sökülüp satıldı. Yerine de, tekrar doğanın birer üyesi ağaçlar, çiçekler dikildi. Kısacası, doğal parka dönüştü. Kazanansa hem doğa, hem de Japon sanayi oldu. Japonya turizmi ve üretim devleri inanılmaz rakamdaki cirolara ulaştı ki halen de EXPO’nun kaymağını yemeye devam ediyorlar.
HEM HIZLARI HEM SENKRONİZASYONLARI HAYRAN BIRAKIYOR
Söz trenlerden açılmışken Ak Parti iktidarının pek övündüğü hızlı tren olayının Japonya’dan görünen şekliyle değineyim. Bilindiği üzere Japonya’da kara, hava ve deniz taşımacılığı çok ileri düzeyde. Tabii, dünyaca bilinen “Shinkansen” adı verilen, Türkçesi “Mermi Tren” olan hızlı trenleri ön palana çıkıyor. 1964 yılında Tokyo Olimpiyat Oyunları ile hizmete sokulan Shinkansen hızlı trenleri halen dünyanın en hızlı ve güvenilir ulaşım aracı. Japonya’da günde 559 adet sefer yapan bu trenlerin teknolojisini de her geçen gün gelişiyor. Öyle ki, hız limitleri aşılmaya, raylar yerine mıknatıslar sayesinde yerden birkaç milimetre havada yol alarak sürat rekorları kırmaya aday olan trenler hizmete sokulmaya çalışılıyor. Sanıyorum bir yıl sonra bu trenler sayesinde 600 kilometrelik yol 2,5 saatte geçilecek.
SON NESİL NAZOMİLER MERMİ GİBİ GİDİYOR
Şu anda raylar üzerinde hareket eden üç tip hızlı tren var. İlki, Kodama(Yankı) adını verdikleri, her istasyonda duran katar. İkincisi ise sadece şehir ve büyük kasabalarda duran Hikari (Işık) ismini verdikleri bir sonraki nesil tren. Nazomi(Umut) adını verdikleri son nesil tren ise sadece şehir istasyonlarında duruyor. Gidiş gelişli aynı hat üzerinde dakika farkıyla hareket eden bu trenler büyük bir senkronizasyon içinde.
Ulaşım hizmetlerinde bir dünya devi olan Japonya’da hızlı trenler dışında 16 bin kilometresi elektrikli olmak üzere yaklaşık 24 bin kilometre demiryolu ağı var. Buna yaklaşık 4 bin kilometrelik hızlı tren yol ağı dahil değil. Yüzölçümü Japonya’nın iki misli olan ülkemizde ise 8.600 kilometre. Bunlara bir de 10 büyük şehrini ağ gibi ören 36 ayrı metro şirketinin sahip olduğu hat uzunlukları eklenince tüm taşımacılık sorunlarını halletmiş görünüyorlar. Örneğin sadece Tokyo’da bir günde yaklaşık 9,5 milyon insan metroyla seyahat ediyor.
ONLAR 578 KM’Yİ ZORLUYOR BİZ 250 KM İLE ÖVÜNÜYORUZ
Ancak benim bahsedeceğim konu başka. Japonlar hızlı tren teknolojisinde 300 kilometre hıza 1964 yılında ulaştılar. Bizimki ise yeni yapılmasına rağmen saatte anca 250 km hız yapabiliyor! Fransız demiryollarının treninin adı TGV, yani “Yüksek Hızlı Tren”dir. Fransa 1967 yılında 267 km hıza ulaştı ve 1972 yılında 318 km’yi rahatça geçti. Ve geliyoruz bu günlere Fransa ve Japonya şimdilerde saatte 578 km hız ve üstünü deniyor. Bizse en fazla 250 kilometre hıza ulaşabilecek hızlı trenimizle övünüyoruz. Sizcede bu işte bir gariplik yok mu?
Atatürk Cumhuriyeti’nin en büyük özlemiydi, tüm yurdu demir ağlarla örmek. Ama olmadı. Atatürk’ün başlattığı hamle bir türlü tamamlanamadı. Cumhuriyetin bütün hükümetleri, demiryollarına değil de karayoluna daha çok önem verdi. Yurdun dört bir yanı, asfalt kaplandı. Oysa çağdaş ülkelere bakıldığında, kara taşımacılığının büyük bir yüzdesini demiryolları üstlenir. Demiryolları, hem güvenli hem de ucuz ulaşımın en önemli yoludur. Biz bunu başaramadık.
JAPON VE FRANSIZLAR 1970’LERDE TERK ETTİ BİZ YENİ KAVUŞTUK
Son 27 yıldır ise bir “Hızlı tren”dir tutturduk gitti. Amaç; İstanbul ve Ankara gibi iki büyük şehri, demiryoluyla birbirine, en hızlı şekilde bağlamak... Son 25 yıldır iktidara gelen her hükümet bunu başarmak için uğraştı durdu. Ama yine gereken hamleler bir türlü atılamadı.
AKP hükümeti ise yaşadığı korkunç tren kazası sonucu, sanki bu hamleyi mecburen yapmak zorunda kaldı. 2004 yılında Pamukova’da gerçekleşen ve 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan “Hızlandırılmış tren” kazasından sonra, hızlı tren çalışmalarına önem verildi. Böylelikle, Haziran 2003’de temeli atılan Ankara-Eskişehir-İstanbul güzergâhında yolcu ve yük taşıyacak olan hızlı tren projesinin ilk etabı olan 236 kilometrelik Esenkent-İnönü Yüksek Hızlı Tren Hattı’nın inşasına başlandı. Ve geçen yıl devreye sokuldu.
Türkiye, Hızlı Tren’de kullanılan trenleri İspanya’dan alıyor. CAF firması tarafından imal edilen hızlı tren setleri, saatte 250 kilometre hıza sahip. Bir set, 419 yolcu kapasiteli ve 6 vagondan oluşuyor. Ve işin can alıcı noktası biz Japon ve Fransızların 1970’lerde terk ettiği teknolojiyi yeni yeni devreye sokuyoruz. Üstelik yenisiyle aynı, hatta daha pahalı maliyetlerle. Sözün özü, madem sıfırdan başladık, hemen hemen aynı maliyete sahip ileri teknolojiyi niye tercih etmedik?
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
Bu ay piyasada olan Atlas Dergisi’nde yayınlanan “Yoga Özel Dosyası” bir hayli ilgi çekmiş olacak ki Doğan Burda Dergi Grubu Ankara Bölge Temsilcisi olarak elektronik posta bombardımanına tutuldum. Sırf ben mi? Derginin Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek başta olmak üzere tüm Atlas ekibi de bu elektronik postalardan nasibini aldı... Konu ise şuydu: Yoga röportajının yapıldığı kişiler Hinduizm, Budizm gibi dinlerin reklamını yaparcasına görüş ve görüntüler mi veriyordu? Gerçi Atlas’ın bu çalışma için böyle bir niyeti yoktu ve konuyu enine boyuna inceleyip okuyucusuna iletmişti ama bazı yanlış algılamalar olduğu da yadsınamaz bir gerçekti. Tepkiyi koyanların başında da Yoga Akademi’nin Ankara sorumlusu Özlem Karaöz geliyordu ve özetle şunları yazıyordu:
“Atlas dergisinin bu ay ki sayısını aldım ve üzüntü duydum. Yoga felsefesi ile ilgili temel hatalar var. En temel konu olan Ahamkara, yani benlik örtüsü kavramı bile tamamen yanlış anlatılmış. Bu teknik ve içerik hatalarının çok ötesinde beni asıl rahatsız eden bir fotoğrafta insanlar gurularına ve tanrılarına tapınma töreni yapıyor olmaları. Bu resimdeki kişilere yoga öğrencisi denilmiş. Orası bir Hindu ibadethanesi ve orada yapılan şey ise tapınma ritüelidir. Biz Yoga Akademi olarak yıllardır yoga bir din değil, bir bilimdir savını toplumun beynine kazımaya çalışırken bunu görünce çok üzüldük.”
KARŞISINDAKİNİ ETKİLEMESİNİ BİLEN HOŞ BİR KADIN
Diğer okuyucu elektronik postaları da benzeri içerik taşıyordu. Yoga Akademi’nin Ankara sorumlusu Özlem Karaöz’ü yakından tanıdığım için önce telefona, sonra da randevu defterime sarıldım. Sonuçta da ahize ucunda başlayan sohbetimizi, yüz yüze konuşarak sürdürdük. Öncelikle, sizlere, Özlem’i anlatmalıyım. Sarışın, oldukça düzgün bir fiziğe sahip, konuşması ve beyniyle karşısındakini etkilemesini bilen hoş bir kadın. Dahası mühendis ve bilgisayar sektöründe firması olmasına karşın tüm enerjisini yoga’ya veren bir yogi... Bu güzel kadın uzun zamandan beri yoga’nın sağlıklı yaşam açısından bana iyi geleceğini söylüyor, ofisime kitaplar yolluyor, elektronik posta bombardımanına tutup, katılımcı olmamı istiyor. Bense et, balık gibi besinlerden uzak duran bir felsefenin ruh sağlığımı bozmasından endişe edip, bin bir bahaneler üreterek nazikçe reddediyorum.
ERKEKLER DİKKAT NEFESİNİZ KESİLEBİLİR
Bu arada hemen belirteyim, Akif Manaf’ın Yoga’da nefes ve enerji kontrolü tekniklerini içeren kitabını da zaman zaman inceleyip, okumaya çalışıyorum. Doğrusu 700 küsur sayfalık kitabın daha başlarında donmuş kalmış durumdayım ki iş yoğunluğundan yarısına bile geleceğimden emin değilim. Okuduğum kadarıyla söyleyeyim, nefes alıp verme teknikleri yabana atılır öneriler içermiyor. Sağlıklı yaşam açısından uyulması gereken kurallar var ki birkaçını denedim ve olumlu sonuçlar aldım. Ancak şunu da vurgulamam lazım ki nefesini düzene sokan erkeklerin hocası Özlem ise güzelliği karşısında nefesi kesilebilir. Şaka bir yana, tıp biliminin de önerdiği içeriklerle dolu bu kitap işinize çok yarayabilir.
Gelelim esas konumuza... “Nefes alıp veren herkesin sağlıklı bir yaşam sürmek için yogaya ihtiyacı vardır” diyen Özlem, şikayet dolu konuşmasını sürdürüyor:
“Yoga’yı şehir yaşamında normal yaşam süren insanların duş almak gibi günlük aktivitesi yapmaya çalışıyoruz. Müslüman bir ülkede her yerde yoga Hinduların namazıdır gibi cahil ifadelerle karşılaşıyoruz ve bu cehalet ile savaşıyoruz. Batıdaki insanlara yoga adını yem gibi kullanıp beyin yıkayan tarikat merkezleri var. Atlas Dergisi de bilmeden ya da yahlışlıkla onları desteklemiş oldu. Yine bazı sayfadaki resimlerde yoga yapan insanları toplumun dışında uçuk kişiler olarak gösteriyor. Zaten yoga ile ilgisi olmayan insanların çoğu yoga yapanların kafayı yemiş, toplum dışı insanlar olduğu kanısında. Bu resimler ne yazık ki bu kanıyı güçlendiren nitelikte. Kısacası bir yoga eğitmeni olarak çok üzüldüm. Sayenizde yoga’nın din değil bir bilim olduğunu anlatmak için çok daha fazla çalışmamız gerekecek.”
DİYANET İŞLERİ BAŞKANI YENİ DİNİ HAREKETLER OLARAK GÖRÜYOR
Bu sohbetten sonra uzun bir araştırmaya girdim. Önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine girip, konu hakkındaki görüşlerine göz attım. İlk etapta başkan Ali Bardakoğlu’nun bir çalışması gözüme çarptı. Türkiye’de hızla yayılan Hint ve Uzakdoğu kökenli reiki, transandantal meditasyon, ananda marga ve feng sui gibi akımları, “yeni dini hareketler” olarak tanımlıyordu. Bardakoğlu, Diyanet Dergisi’nde kaleme aldığı yazıda, reiki, yoga gibi akımların, Hint ağırlıklı Uzak Doğu felsefesinden ve dinsel öğretiden beslendiğinin altını çiziyor ve bu yöntemlerin modern insanın yalnızlığıyla ilişkilendirilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu. Ancak başka makaleler de yoga bu kavramların dışında tutulup, sadece Hinduizm ve Budizm’den beslenen akımlara veryansın ediliyordu.
Doğru ya benim araştırmam gereken esas konu da ortaya çıkmıştı... Yoga sağlıklı yaşamak için bir öğreti mi, yoksa Hinduizm ve Budizm’den beslenen bir ibadet biçimi mi? Din alimlerinin bazılarına göre yoga, İslam’a aykırı görünüyor ama yoga yapan ve Müslüman olduğunu söyleyen büyük bir kesim de ortada bir ibadet ve din olayının olmadığını belirtiyordu.
İNSANLARIN BEYNİNİ YIKAYIP HİNDU VEYA BUDİST YAPIYORLAR
Bu bilgileri hafızama kazıyarak ilk etapta Yoga Akademi’nin kurucusu Akif Manaf’ın konu hakkındaki görüşlerine göz gezdirdim. Öncelikle orijinal Yoga Sistemi’nin, yani gerçek yoga’nın din olmaması konusundaki Diyanet’in görüşüne katılıyordu. Manaf’a göre Diyanet’in haklı olduğu çok önemli bir konu daha vardır ki kendisi de aynı görüşleri taşıdığını söylüyordu.
Günümüzde birçok Hinduizm ve Budizm tarikatları batıya gelip, yoga adı altında misyonerlik faaliyetinde bulunuyorlardı. Asıl amaçları dini inançlarını yaymak olan bu tarikatlar yoga adı altında hareket ediyorlardı. İnsanları yoga yapmaya davet edip beyinlerini yıkayarak Hindu veya Budist yapmaya çalışıyorlardı. Hatta Türklere Hindu isimleri veriyorlar ve Müslümanları Hindu yaptık diye reklam yapıyorlardı. Sonra bu reklamı kullanarak zengin Hindulardan bağış toplayıp bu parayla Türkiye’de sözde yoga dernekleri açıyorlardı. İşin özeti gerçek yogacılar bile Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu gibi bu tarikatlardan şikayetçiydi.
İNSAN UZUN SÜRE YEMEDEN İÇMEDEN YAŞAYABİLİR Mİ?
Siz siz olun birazdan aktaracaklarıma iyi göz atın... Günümüzde birçok Hindu ve Budist tarikat kendini “yoga merkezi” olarak tanıtıyor. Bu tarikatlar yoga kelimesini bir yem gibi kullanarak masum insanları dogmatik bir tapınma sistemine sürüklüyor. Tarikatların gerçek faaliyeti ve amaçları ise “Yoga” adı altında saklanarak batıya doğru yayılmak. Bu nedenle de yemeden içmeden yaşayan insan figürlerini işleyen haberlere rastlayabiliyorsunuz. Örnek mi?
Geçen gün neredeyse tüm medyada yer alan bir haberde olduğu gibi. Sözüm ona 83 yaşındaki bir Hintli, 70 yıldır yiyip içmeden yaşadığını iddia etmiş ve onun bu durumunu incelemeye alan doktorlar hastanede test çalışmasına başlamış.
Sonraki günler bu laboratuar çalışmasının sonuçlarının ne olduğunu araştırmak için medyayı ve tüm internet dünyasını taradım, tek bir haber yok. Zaten olmasını da beklemiyordum. Sonucun ne çıkacağını sanıyordunuz ki! Adama 10 gün su ve yiyecek verme hastaneden cesedi çıkar. Belli ki bir tarikatın ilgi çekme manevrası. Tabii bu şarlatanlara geçit veren medya da suçlu ya, neyse...
İNSANLAR HİNDİSTAN’DAKİ TARİKAT AŞRAMLARINA GÖTÜRÜLÜYOR
Sonuç olarak, yoga yapıyoruz sanan masum kişiler, daha üst enerjilere uyumlanacakları söylenerek, Hindistan’daki tarikat aşramlarına götürülüyorlar. Bu aşramlarda Hinduizm’e geçiş törenleri düzenleniyor. İnanın bu kurbanlar din değiştirdiklerinin farkında bile değiller. Özetle, orijinal yoga sistemi sadece teorik bir bilim değil, aynı zamanda pratik yani uygulamalı bir bilim. Yoga Sistemi’nde herhangi bir lider ya da Tanrıya tapınma yok. Yoga ilmini öğrenen birey bütün dinlerin özünü kavrıyor. Yoga, hiçbir sınıf, inanç, renk, ırk, cinsiyet ve yaş ayrımı olmayan, tüm insanlığa açık olan kültürel ve spritüel bir bilgi dalı.
O gün konuşmamda Özlem’e ısrarla vurguladığım şuydu: Yoga konusunda insanları bilgilendirildikçe, bu tip tarikatlar “Yoga“ adını kendi amaçları için araç olarak kullanamayacaklar. Sizin yapmanız gereken ise sesinizi daha iyi duyurmak. Bunun yanı sıra çok iddialı bazı söylemlerden de kaçının. Örneğin, insanlara et, tavuk, balık gibi canlıları yemeyin derken, bunun sebebini doğru açıklayın. Bu açıklamada da “O hayvanların da ruhu var, o yüzden yememek lazım” gibisinden öğretilere girerseniz, benim gibi birçok insan size şüpheyle bakar. Bunun yerine kolesterol, tansiyon, kilo gibi tıbbi açıklamalar getirirseniz, yani olayı ruhani boyuttan çıkarırsanız Hinduizm ve Budizm ile birlikte anılmaktan kurtulursunuz. Ayrıca yoga hareketlerinin insanın sağlıklı ve kaliteli yaşaması için çok önemli egzersizler bütünü olduğunu, modern insanın bu öğretiyi portföyüne aldığını iyi vurgulamanız lazım.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2010
Sİzleri zaman zaman kavurucu sıcakların egemen olduğu yaz ayları boyunca Başkentin dışına çıkarıp, rahat ulaşabileceğiniz tatil beldelerine götürmek istiyorum. Bu nedenle de gezip gördüğüm yerleri ilginç yönleriyle aktarmaya çalışacağım. Tempo Travel, Atlas, Hello gibi dergilere özel çalışmalar yaptığım ve gittiğim yerleri her yönüyle incelediğim için de sanıyorum ki sizlere güzel bir rehberlik hizmeti verebileceğim.
İlk durağım için, iyi ki birkaç günlüğüne de olsa, Ankara’nın politik derinliklerinden Antalya denizinin serinliklerine doğru yol almışım. Serde gazetecilik var ya, tatil hak getire... Sahillerde, koylarda, otelde, diskolarda gözde müşteri yerine, gözlemci olup çıktım. Sözü daha da uzatmadan, ilk etapta yeşil bitki örtüsüyle bezenmiş dağlarla, masmavi sulara uzanmış kumsalların birleştiği harika bir noktaya doğru yolculuğa çıkarmak istiyorum. İlk hedefimiz muhteşem plajları, görkemli limanı, sorunsuz altyapısı, palmiye ağaçlarıyla süslü yolları ve 100 bin yatak kapasitesini geçmiş modern konaklama tesisleriyle Kemer...
YEMYEŞİL ORMAN İLE MASMAVİ DENİZİN GÖRSEL RESİTALİ
1980’li yıllara kadar saklı kalmış bir cennet bahçesi olan Kemer, Türkiye’nin en genç turizm destinasyonlarından biri olduğu gibi Türkiye’nin ilk planlı turizm kentleri arasında yer alıyor. Binlerce yıllık yerleşim alanlarının bulunduğu Kemer, gökyüzüne uzanan sık ağaçlar ve karşısında bulunan masmavi denizle, adeta yaşamın en anlamlı resitalini sunuyor. Ormanın büyüleyici ferah kokusu, dalgaların sesiyle bütünleştiğinde bitmesini hiç istemeyeceğiniz tatilin başladığını fark ediyorsunuz. Akdeniz’in başka hiçbir noktasında dağlar ve deniz, bu bölgede olduğu kadar iç içe bulunmuyor. Göz alıcı kumsalları ile deniz turizminin en önemli noktalarından biri olan Kemer, tarihi ve kültürel değerleri, coğrafik yapısı ve hiç bitmeyen enerjisiyle sizi baş başka bir dünyaya götürüyor.
BÜYÜK İSKENDER’İN GİZLİ CENNETİ OLARAK DİLDEN DİLE DOLAŞTI
Likya kenti olarak tarihteki yolculuğuna başlayan Kemer, daha sonra da birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış ve bugünlere kadar antik değerlerini taşımayı başarmış bir ilçemiz. Büyük İskender’in gizli cenneti olarak yüzlerce yıl, ününün dilden dile dolaşması ise bunun en güzel ispatı. Göynük, Çamyuva, Beldibi (Şimdi Antalya Büyükşehir Belediyesi sınırları içine sokuldu) ve Tekirova gibi önemli tatil beldelerinin bağlı olduğu kentin, özellikle Toros Dağları’nın eteklerinde yer alan etkileyici köyleri, Yörük kültürünü yaşayan ve yaşatan insanlarıyla farklılıklar yaratıyor. Çok sayıda antik kentin yer aldığı ilçede, tatilin tadını çıkarabileceğiniz sayısız turistik tesis bulunuyor.
MAVİ VE YEŞİLİN TONLARINDA KAYBOLABİLİRSİNİZ
Birbirinden güzel sahilleri, zengin tabiat varlıkları, binlerce yılın izlerini taşıyan tarihi zenginlikleri ve her zevke hitap eden konaklama tesisleriyle Türkiye’nin en popüler tatil bölgelerinden olan Kemer’de, hayatınız boyunca unutamayacağınız anlar yaşayabilirsiniz. Ayrıca Antalya’nın en yüksek noktası Tahtalı Dağı’nda kayak yapabilir, Akdeniz’in masmavi sularına dalarak sualtı dünyasını keşfedebilir, yamaç paraşütüyle mavi ve yeşilin tonlarında kaybolabilirsiniz.
Bölgenin girintili çıkıntılı kıyılarında birçok koy ve doğal limanlar bulunuyor. Her yaz sayısız etkinliğin gerçekleştirildiği Kemer, ulusal ve uluslararası spor müsabakalarına da ev sahipliği yapıyor. Son yıllarda özellikle renkli gece kulüpleriyle ön plana çıkan ilçe merkezinde, dünyaca ünlü şarkıcı ve DJ’ler eşliğinde eğlenceler sabahın ilk ışıklarına kadar devam ediyor.
Söğüt Cuması, Altınyaka Dere Köyü gibi yüksek yerlere düzenlenen jeep safari turları, Beldibi Mağarası gibi doğal yerlerde sağlanan trekking ve mağaracılık imkanı, Kemer’e gelenlere bol alternatifli turizm olanağı sunuyor.
HER ZEVKE VE KESEYE GÖRE KONAKLAMA İMKANI
Gelelim Kemer’deki konaklama imkânlarına. Beş yıldızlı otellerin yoğunlukta olduğu Kemer merkez, Beldibi, Tekirova, Göynük, Çamyuva gibi yerler tam bir otel cenneti. Hemen hemen tamamına yakın kısmında her şey dahil sistemi uygulanıyor ve ultra lüks oteller ile şehir otelleri hariç fiyatları sezonuna göre günlük 50 ile 150 Euro arasında değişiyor.
Pansiyon, üç ve dört yıldızlı tesisler ise daha ucuz tatil imkanı sunuyor. Ancak bölgedeki turizm anlayışının gelişmişliği burada da kendini gösteriyor ve kaliteli hizmeti ayağınıza getiriyor. Günlüğü 25 ile 150 lira arasında değişen bu destinasyonda da her şey dahil sistemi sıklıkla uygulanıyor.
Bu arada sizlere bir başka tavsiyem de olacak. Butik temalı ya da otantik imkanlı konaklama tesislerinden birini de aklınızda bulundurun. Bu iş için de en ideal mevki Olympos.
BU CAMİ BİR ZAMANLAR RUM KİLİSESİYDİ
Küçük bir balıkçı kasabası görünümündeki Kalkan ile 20 kilometre uzağındaki Kaş ise Kemer’in ilerisinde görülmeye değer yerlerin başında geliyor. Eski adı Kalamaki olan Kalkan’ın kısa bir süre öncesine kadar nüfus ağırlığını Rumlar oluşturuyordu. Hatta kent merkezindeki Kocakaya Camisi de eski bir Rum kilisesiydi. Ancak, değişimlerin yaşandığı günümüz şartlarında Rumlar azalsa da, onların ve daha önceki uygarlıkların kültürel kalıntıları fazla bir erozyona uğramadan bugün de sürüyor. Bu arada Kumluca’nın turfanda sebzelerini yemenizi, Demre’nin Noel Baba kilisesi ile Kekova’nın Batık Şehri’ni gezmenizi tavsiye ederim..
EĞLENCENİN LOKOMATİFİ GO GO KIZLARI
Öncelikle şunu belirteyim; İnanın hem sayı hem de güzellik olarak Kemer meydanında gördüğüm Rus kızları Moskova’daki Kızıl Meydan’da görmedim. Gece eğlencesi, Kemer’in adeta simgelerinden biri... Turizm sezonunda açık olan diskolar, haftanın her günü eğlenmek isteyen yerli ve yabancı turistlerle dolup taşıyor. Eğlence o kadar renkli ki, ünü Kemer’le sınırlı değil. Antalya’dan hatta çevre şehirlerden de pek çok kişi, eğlenmek için buradaki mekanları tercih ediyor.
Her biri binlerce kişi kapasiteli Aura, Inferno ve Redroom eğlence hayatına yön veren diskolar. Hafta sonları, bu üç mekandan birine girebilirseniz oldukça şanslı sayılırsınız. Çünkü içerdeki kalabalık kadar bir o kadar da dışarıda içeri girebilmek için sıra bekleyen insan var. Bu üç mekanın ortak bir özelliği de, birbirinden güzel ve seksi “Go go kızlar”. Birçoğu Rusya ve eski doğu bloğu ülkelerinden gelen dansçı kızlar, güzellikleri ve sergiledikleri figürlerle, kendilerini izleyen erkekleri sanal bir cennet boyutuna geçiriyorlar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde profesyonel dansçı kızlarla boy ölçüşmeye kalkan turistler de yok değil. “Bir de beni görün” dercesine barın üzerine çıkan turist kızlar, halka açık bir “Dans star” müsabakasındaymışçasına, Go Go kızları’yla rekabete giriyorlar.
BİKİNİ FREE PARTİSİYLE ÖZEL GECELER TAVAN YAPIYOR
Disko ve barlardaki şovlar yalnızca kalça çevirip, bel kıvırmaktan ibaret değil. Her gece farklı bir tema işleniyor. Köpük partisi, Hip Hop gecesi, playboy gecesi, vodka gecesi, maskeli gece, duş partisi, beach party, Hawaii gecesi, kokteyl gecesi, lady’s night gibi isimlerle adlandırılan partiler gerçekleşiyor. Hele bir de “Bikini free” gecesi var ki, aralarında en çok ilgiyi çeken etkinlik. Adından da anlaşılacağı üzere, o gece dansçı kızların üzerlerindeki bikiniler fora oluyor. İlçe merkezinde, deniz kenarında bulunan kulüpler için turistik tesislerin hemen hepsinden servis kalkıyor.
Kemer’de Türk müziği dinleyip, canlı müzik eşliğinde eğleneceğiniz mekanlar da bulunuyor. Kemer ilçe merkezindeki barlar sokağında, yerel sanatçıların canlı müziği eşliğinde sabah saatlerine kadar eğlenebilir, her telden müzik yapan barlarda eğlencenin tadını çıkarabilirsiniz. Hacmi küçük ama eğlencesi büyük olan bu mekanlarda, Türkü barda o gece edindiğiniz yeni arkadaşlarınızla halay çekip felekten bir gece geçirebilirsiniz ya da rock müzik çalan barlarda içkinizi yudumlayabilirsiniz.
ALTERNATİF TURİZM OLANAKLARI
Rafting için tur ayarlayanlar acenteler ile görüşüp özel araçlar ile aktiviteye katılabilir. 2010 yaz sezonunda ücret kişi başı 20- 25 TL arası değişiyor.. Ücrete dahil hizmetler: Rehberlik, tüm rafting araç gereçleri ve öğle yemeği... İçilen içkiler ekstra... Raftingçilerin yanlarına mayo, ıslanabilir ayakkabı, şort, güneş kremi, kuru elbise, havlu ve dilerlerse çekilen fotoğraflarını veya videolarını alabilmeleri için bir miktar para almaları lazım..
Bir başka alternatifiniz ise Tahtalı da teleferik turu yapmak. Tahtalı Teleferiği, 2365 metre yüksekliğindeki Tahtalı Dağı’nın zirvesi ile Akdeniz’i birleştiriyor... Teleferik aynı zamanda kategorisinde Avrupa’nın en uzunu olma unvanını da elinde bulunduruyor. Kar ise Tahtalı zirvesinde Nisan ayına kadar bir şapka gibi durarak muhteşem bir görüntü yaratıyor. Kemer’in merkezinde bulunan Ayışığı Parkı’nı ise gidilecek yerler listenize ekleyin. Parkın içindeki 800 kişilik özel gösteri havuzunda, yunuslar ve denizaslanları, gösteri yapıyorlar. Bu sevimli hayvanlarla yüzme imkanı da tanınırken, özellikle özürlü çocuklar için, yunuslar ile terapi programları çok büyük ilgi görüyor. Beyaz taşlarla bezeli plajlarıyla Kemer’e 35 kilometre mesafedeki Çıralı’nın keyfi, Demre’nin Noel Baba kilisesi, Kekova’nın Batık Şehri derken, yerleşim birimleri arasında gezinmeye doyamayacaksınız.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2010
Bozkırın bağrından kopan Başkentli yatırımcılar Türk turizmine her geçen gün yeni bir başarı damgası vuruyor. Öyle ki, Ege, Marmara, Karadeniz ve Akdeniz derken sahillerimizdeki dev yatırımların ardında hep onlar var. Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman ustamız kusura bakmasın ama açıkçası ben onlara “Çılgın Ankaralı Turizmciler” diyorum. Kaptanlık sertifikasının en fazla verildiği şehir Ankara ve ülkemizdeki birinci sınıf turizm tesislerinin yüzde 65’inin sahibi Başkentliler bilinen bir gerçek ancak farklılık yaratan projelerin de mimarı yine bozkırdan gelen bu yatırımcılar... Örnek mi? Bozkır girişimcileri şimdilerde marinacılık işinde de liderliğe koşuyorlar.
Belki biliyorsunuzdur; Garanti Bankası’nın da sahibi olan Doğuş Grubu, yani Şahenk Ailesi Ankara’dan çıkma. Örneğin şu anki patronu Ferit Şahenk, Bahçelievler semtinde doğup, büyümüş Başkent çıkışlı bir iş adamı. Babası Ayhan Şahenk’ten bayrağı devraldıktan sonra daha da büyüten başarılı bir girişimci. Faaliyet gösterdiği alanlar arasında marinacılık da var ki, Bodrum’daki D-Marin Turgutreis, Didim’deki D-Marin Didim gibi dev işletmelerin kurucu sahibi. Dalaman D-Marin ile Hırvatistan’daki yatçılık yatırımları ise önümüzdeki günlerde gücüne güç katacak girişimleri.
ÇEŞME KALESİNİN ÖNÜNE ZAFER BAYRAĞINI DİKTİLER
Elbette ki marinacılık işine el atan Ankaralı yatırımcı sayısı Şahenk Ailesi’yle sınırlı değil. Bu günlerde açılışı yapılacak olan Çeşme Marina’nın da sahibi Başkentin bağrından çıkmış Ankaralı bir aile... Antalya Havalimanı, IC oteller derken Türk turizmine çoktan damgasını vurmuş Çeçen Ailesi şimdi de marinacılık sektörüne el atmış durumda. Ege’nin en güzel ve kendine özgü beldelerinden Çeşme’nin merkezindeki tarihi Çeşme Kalesi’nin önünde yer alan marinayla bölgeye yeni bir soluk getirmek için kolları sıvamış durumdalar.
HER TARAFI ANIT ZEYTİN AĞAÇLARIYLA DONATTILAR
Konu hakkında bilgisine başvurduğum Salih Çeçen, babası İbrahim Çeçen’in yolunda yürüyen, hatta tabir-i caizse yaratıcılığı ve çalışkanlığıyla babasının bir adım önüne geçen genç bir iş adamı... Tüm heyecanıyla yeni yatırımları konusunda beni bilgilendirirken projenin büyüklüğünden çok sanatsal eser olmasıyla övünüyor. Hakikaten de taş, ahşap işçiliği ve ince işler derken klasik Ege ve Çeşme mimarisine titizlikle sadık kalarak muazzam bir eser yaratmışlar. Üstelik aynı titizliği peyzaj düzenlemesinde de gösterip, Ege niteliği taşıyan cinste ve yaşta ender bir tür olan anıt zeytin ağaçlarını bile Çeşme’ye getirmişler.
Broşürlerden incelediğim kadarıyla yeşilin her tonuyla bezenmiş bu marinada Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen markaları yer alıyor. Denizde 400, karada ise 100 tekne kapasitesi ile altı metreden 60 metre uzunluğa kadar olan teknelere hizmet verebilecek Çeşme Marina, tüm bu nitelikleriyle Doğu Akdeniz’in en önemli yat limanlarından biri olmaya aday.
HEM GÖZE HEM DE MİDEYE HİTAP EDEN MEKANLAR
Bir diğer Başkentli yatırımcı ise Koloğlu Ailesi’ne ait Kolin Grubu ki, inşaattan turizme sekiz farklı alanda çok başarılı işler yapıyorlar. Çanakkale’deki Kolin Otel ve Kongre Merkezi ise onların ilk turizm yatırımları... Bu işletme İstanbul-İzmir kıyı şeridinin tek 5 yıldızlı oteli ve en büyük kongre merkezi olma özelliğini taşıyor. İstanbul Tuzla’da 5 yıldızlı bir otelin yapımı hızla sürüyor ki, bu yılsonu hizmete girecekmiş. Ankara’nın önemli lezzet duraklarından olan Köşebaşı, Parkfora ve Washington restoranlar ise keyif aldıkları yatırımları arasında.
Koloğlu Ailesi’nin son ve en büyük turizm yatırımı ise marinacılık üzerine oldu. Doğası, tarihi, kültürü, sıcakkanlı insanları ile Aralık 2009’da “Türkiye’nin İlk Yavaş Şehri” unvanını kazanan Seferihisar, onların yatırımıyla üç bin yılı aşkın tarihinde yepyeni bir güzelliğe ve yaşam biçimine daha ev sahipliği yapmaya başladı. Bölgenin tarihi ve doğal yapısı korunarak Türk turizminin ve deniz insanlarının hizmetine sunulan Teos Marina bir “huzur limanı” olarak hizmete girdi. Eminim bu marinayla beraber Seferihisar’a bağlı Sığacık Köyü turizmde isminden çok söz ettirecek. Bu arada hemen ilave edeyim, Teos Marina denizde 440, karada 80 yatı aynı anda barındırıyor ki, alışveriş ve eğlence alanlarıyla cazibe merkezi konumunda.
HAYALLERİ GERÇEK OLDU ALAÇATI VENEDİK’E DÖNÜŞTÜ
“Aykut Mutlu kimdir?” diye sorsam eminim ki birçok kişi bu ismi tanımaz. Sizi daha fazla yormadan ve sözü fazla uzatmadan kim olduğunu aktarayım... Aykut Bey, Ankara’da Avrupai tarzda ilk “Uydu Kent”i yaratan başarılı bir proje adamı. MESA Şirketler Topluluğu’nun kurucusu Aykut Bey, Mesa Koru Projesi’ni hayata geçirirken, Eskişehir Yolunu da bambaşka bir kimliğe büründürmüştü. Batıkent, Dikmen Vadisi projeleri derken de hem kendi adını, hem de MESA’nın adını marka haline getirmişti.
Sonra bir baktık Mesa’yı ve Ankara’yı terk edip, İstanbul’a yerleşmiş. Onu tekrar karşımızda bulduğumuz zaman ise Çeşme, Alaçatı’da da bir dünya projesi yükselmeye başlamıştı. Aykut Bey’in bu yeni projesini anlatmadan önce 1990’lı yılların başına gitmek istiyorum.
ÜNLÜ MİMAR SPOERRY’İN UGRAŞISI BOŞA ÇIKMADI
Avrupa, ABD ve Orta Amerika’da en başarılı liman yerleşmelerini planlayıp gerçekleştirmiş olan mimar François Spoerry, benzer bir proje uygulamak amacıyla Türkiye’nin Ege kıyılarını geziyor. Amaca en uygun bölgelerden biri olarak da Alaçatı beldesini seçiyor. Fransız yatırımcılar proje ile iki yıl uğraştıktan sonra, Türkiye’deki ekonomik istikrarının bozulması, bürokrasinin çok ağır işlemesi gibi nedenlerle yatırımdan vazgeçip ülkemizi terk ediyor. Sonuçta, bu mimar 1994 yılında Ankara’daki Mesa Şirketler Topluluğu’nun kurucusu, ODTÜ Şehircilik Bölümü eski öğretim görevlisi Aykut Mutlu ile temasa geçiyor.
O sıralar Aykut Mutlu, 1989 yılında kurmuş olduğu Mesa Şirketler Grubu ile ilişkisini kesmiş, Türkiye’de ilk defa, kamu-özel teşebbüs işbirliğini gerçekleştirerek Ankara Büyükşehir Belediyesi ile “Portakal Çiçeği Vadisi” kentsel yenileme projesine başlamıştır.
YATLA BİR TEK EVİN İÇİNE GİRMEDİKLERİ KALDI
Konuyu dağıtmadan anlatmayı sürdüreyim, Aykut Bey, Alaçatı projesini beğeniyor ve ardından 1995 yılı yazında aralarında Tepe Grubu, Alaçatı Belediyesi ve İzmirli genç işadamlarının da bulunduğu konsorsiyumla “Alaçatı Turizm Yatırım ve İşletme A.Ş.” yi kuruyor. Amacı ise Alaçatı’yı İtalya’nın Venedik, Fransa’nın Port Grimaud stili iki bin 500 evle donatmak ve denizden karaya doğru açılacak kanallarla küçük bir Venedik yaratmak. Dahası, konut sahiplerinin yatlarını kapılarının önüne demirleyebilecekleri bir mekan inşa etmek.
2004 yılı sonbaharında projenin ilk bölümünü oluşturan 25 konut ve 18 odalı Butik Otel inşaatı başlıyor. Alaçatı yerli halkı kendi tabiri ile projeyi “Venedik Projesi” diye adlandırmaya başlıyor. İşte şimdilerde bu proje göz kamaştıracak bir aşamaya geldi ve limanıyla, konutlarıyla, çarşı merkeziyle yabancı turizmcilerin bile iştahını kabartır büyüklüğe ulaştı.
İşte size Başkentli girişimcilerin İzmir bölgesindeki yatırımlardan kısa kısa bilgiler sundum. Ankara’nın bağrından kopup başarıdan başarıya koşan bu insanları tanımanızı istedim. Bir de su yüzünden başımıza bin bir çorap ören bir kişiden söz etmek için giriş konusu yaptım.
YILLARCA HEM HUYUNDAN HEM DE SUYUNDAN ÇEKTİK
“Kafayı taktı diyecekler” diye yazmayayım, görmezden geleyim diyorum ama olmuyor. Adam göz göre göre yanlışlar yapıyor, üstüne üstlük de eleştirileri çarpıtarak yanıtlıyor. Kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır. Elbette ki 1994’den beri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak koltuğa yapışan Melih Gökçek’ten? Başkanlık koltuğuna ilk oturduğu günden itibaren, gerek icraatları, gerekse söyledikleriyle hep gündemde olduğu yadsınamaz bir gerçek. Basın tarafından sık sık kaleme alınırken, tüm eleştirilere rağmen, koltuğundan bir türlü devrilmediği de... Gerçi son yıllarda karizmayı fena çizdirip, bırakın önümüzdeki yerel seçimleri kazanmayı, partisinden aday gösterilmesini bile zora soktu ya, neyse...
Şimdi metro ya da amblem konusuna girecek değilim. Oradaki beceriksizliği zaten ortada... Benim esas bahsetmek istediğim konu Gökçek’in huyu değil, Ankaralıları perişan eden suyu. İyi hatırlayın 2007 yılı yazı, Ankara’nın tarihine “Susuz yaz” olarak kazınmıştı. Su konusunda, o tarihe kadar gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bırakmıştı. Ankara aylar boyunca, bir tek damla suya hasret kalmış ve Gökçek’in gereksiz yere suyu kesmesi ile Kerbela susuzluğunu yaşamıştı.
ÖNCE YAĞMUR DUASINA ÇIKTI SONRA DA VANAYI KAPADI
Su konusunda Allah’a sığması ve yağmur duasına çıkılmasını önermesi ise dün gibi aklımda... “Cenab-ı rabbim yağmur yağdırırsa, susuzluğa çare buluruz” diyerek, tarihi açıklamalarından birini yapmıştı. Ankara’nın su sorununa çözüm olarak ürettiği Kızılırmak suyu projesi ise milyonlarca dolarlık maliyetiyle bu dönemde hayata geçirilmişti. Yağmurlar mevcut barajları doldurunca ve Kızılırmak suyunun insan sağlığı üzerine etkileri konusunda tartışmalar yaşanınca da boru hattının vanasını kapatmıştı. Diğer bir deyişle atıl durmaya mahkum bir yatırıma daha imzasını basmıştı.
O dönemi iyi hatırlayın, herkesin musluklarından kıpkırmızı renkte su akmış ve belediye yetkilileri bunun Kızılırmak suyundan değil, paslı borulardan dolayı olduğunu söylemişti. Aradan üç yıl geçti ve halen hiçbir musluktan kıpkırmızı su akmıyor. Bu da şunu gösteriyor ki, kırmızı suyun sebebi pas değil, Kızılırmak suyuymuş.
ONUN SAYESİNDE BİR TEK GONDOLA BİNMEDİĞİMİZ KALDI
Susuzluktan kavrulan o günün Ankara’sından bu günlere geliyor. Aradan üç yıl geçmişken şimdilerde Başkenti sel suları basıyor. Medyadan takip etmişsinizdir; protokol yolu da dahil Başkentin birçok yeri yağmur suları altında kaldı. Peki Melih Bey çıkıp ne dedi? Uzun yıllar Ankara’nın böylesine yoğun bir yağış görmediğini filan söyleyip, çaresizliğini beyan etti. Aslında ben, Zihni Sinir projelerinden birini örnek vererek açıklama yapmasını bekliyordum. Ne bileyim “Ankara’nın göbeğinde Venedik keyfi yaşatacağız” deyip, gondollardan filan bahsedebilirdi.
Yine 2007 yazındaki bazı fikir ve sözleri aklıma geldi. Suyun kullanımıyla ilgili tasarruf tedbirleri yine tam onun kafa yapısına uygundu. “Ailenizi alın memleketinize, annenizi babanızı görmeye gidin” diyerek, suyla ilgili en büyük tasarruf tedbirini açıklamıştı. Hatta belediye işçilerine iki ay izin vereceğini söylemişti. Bana en komik gelen fikri ise banyo yaparken ayakların kovaya sokulmasıydı. Televizyonlarda, canlı yayınlarda “Banyo yapmayın, sadece başınızı yıkayın” demiş ve ardından eklemişti: “Yıkanırken ayaklarınızı kovaya sokun, biriken suyu da başka yerlerde kullanın”.
Tabii bu fikirlerin hiç biri yerine getirilmedi. Bugün ise sel basan Ankara’da bambaşka fikirler yürütülüyor. Gökçek’in savına göre artık insanlar doğduğu yörelere giderek değil, memleketteki aileleri Ankara’ya gelerek, tatilini yapabilir. Nasılsa su istemedikleri kadar çok... Doğal olarak da kovanın içine su doldurmak yerine, suyun içinde kovaların yüzmesi yeni trendimiz olabilir. Melih Gökçek’le ilgili daha yazılacak çok şey var ama Pazar keyfinizi daha fazla kaçırmayayım.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2010
ALIŞVERİŞ merkezlerine pek gitmem ama geçenlerde yolum ikinci kez Kentpark AVM’ye düştü. Yeni Kara Mürsel’in hemen giriş bölümündeki yeni mağazasının tanıtımı için verilen davette hazır bulunurken de alıcı gözle etrafı inceledim. İki kata ve oldukça geniş bir alana yayılan mağaza gerçekten güzel dizayn edilmiş ve en az yabancı markalar kadar yerli markaların da görsel şölenine katkı sağlamıştı. Reyonları hızlıca gezip, mağaza müdürünün anlattıklarını can kulağıyla dinlerken markanın atılımları hakkında bilgi sahibi oldum. Ancak esas ilgimi çeken YKM’nin Kentpark AVM girişine hakim kafe restoranı oldu. Lezzetli mönüsü kadar konumu da çok hoştu ve oturduğum yerde önümden akıp giden kalabalığı izleme imkanım vardı ki ben de öyle yapıp, piyasanın nabzını ölçmeye başladım. Özellikle de kafenin tam karşısındaki Harvey Nichols’a girip çıkanları göz hapsine aldım.
Lüks arabalardan inip, mağazaya giriş yapan kadınların podyum üzerinde yürüyen mankenlerden farkı yoktu. Tabii aralarına tesettür modasının temsilcileri de karışmıştı. O an İstanbul basınının moda ve dedikodu yazarlığıyla meşhur hanımlarının satırlara döktüğü görüşler aklıma geldi. Bir uçak dolusu İstanbullu sosyetik hanımın da katıldığı Harvey Nichols’un açılışında özetle ne yazmışlardı: “Açılış çok kalabalıktı ama davetlilerden hangisinin Ankaralı, hangisinin İstanbullu olduğu hemen belli oluyordu...” Yani giyimiyle davranışıyla İstanbullu sosyetikleri övüp, Ankaralı hanımları kategorize ediyorlardı. Sanıyorum bu yargıya da siyasi ve bürokratik erkanın eşlerine bakarak varmışlardı.
HANIM YAZARLARA İNAT ŞIKLIK YARIŞI VARDI
Ama gazeteci hanımların atladığı önemli bir unsur vardı. Açılışta İstanbullu zannettikleri hanımlardan birçoğu Ankaralıydı. Tamam Harvey Nicols’un açılışında İstanbullu sosyetiklerden, siyasetçi ve bürokrat eşlerinden dolayı geri planda kalmışlardı ama bu silikliklerinden değil, mütavaziliklerindendi.
Bu açılıştan birkaç gün sonra Beymen’in terasında bulunan Papermoon’da gerçekleşen organizasyona özellikle gittim. Daveti eski bakanlardan Nejat Arseven’in eşi Düriye Hanım vermiş ve İstanbullu dedikodu yazarlarına inat, bütün Başkentli şık hanımları çağırmıştı. İnanın o gün, Ankaralı hanımlar bırakın İstanbul’u bir kenara, dünya Jet setinin bir üyesi kadar şık ve zariftiler. Şimdi size davetin detaylarını filan aktarmayacağım. Belirtmek istediğim konu ise şu:
ANKARA’YI NEDEN KÜÇÜMSEDİKLERİNİ BİR TÜRLÜ ANLAMAM
İstanbul’dan gelenlerin Ankara’yı küçümseme huylarını bir türlü anlamam.
Tamam, İstanbul doğal güzellikleri ve kültürel birikimiyle bir dünya şehridir, Türkiye’nin panoramasını yansıtır, uç noktalarda yaşar, Kısacası sayamayacağımız kadar özelliği vardır ama Ankara’nın sosyal ve kültürel birikimini hiç bir zaman gölgede bırakacak ağırlıkta değildir.
Bazıları iyi bilmelidir ki, Ankara, başkent olmasından dolayı dünyayla entegredir ve kültürel birikimi parmak ısırtacak ölçüde büyüktür. Üstelik Ankaralı hanımlar vücuduyla beraber beyniyle de karşısındakini etkilemeyi iyi bilir. Bu yüzdende bu şık giyimli hanımlarla uzun uzadıya sohbet edebilir, ülke ve dünya gündemini yorumlayabilirsiniz. Laf giyimden açılmışken de küçük bir hatırlatma yapayım; İyi bir ürünü şehrinde açılan bir mağazadan almakla yetinmez, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, merkezine gidip alırlar. Bu yüzden de bazı giysileri daha Türkiye’de moda olmadan onların üzerinde görürsünüz. Tek kaygıları vardır, radikal olmadan yakışanı giymek.
ANKARALILAR İSTANBUL’DA NEDEN BAŞARILI OLUYORLAR?
Aslında hangi iş dalında olursa olsun Ankaralıların İstanbul’a taşındıkları zaman neden çok başarılı olduklarını hiç düşündünüz mü? Sebebi gayet basit, ülke içi ve dışındaki tüm akımları doğru sentez edip, enternasyonal birikimlerini çoğalttıkları ve girişimcilik konusunda cesaretli adımlar attıkları için. Örnek mi? Şöyle bir düşünün uçağa binip Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya derken havalimanlarından birini tercih edip, yurt dışına gideceksiniz... Peki, bu limanların sahibi kim? Tabi ki Ankaralı yatırımcılar. TAV Holding’in işlettiği İstanbul Atatürk, İzmir Adnan Menderes, Ankara Esenboğa havalimanlarının sahibi Ankaralı yatırımcılar, Hamdi Akın ile Doğramacı ailesi. İstanbul Sabiha Gökçek Havalimanı’nın sahibi ise Limak İnşaat’ın patronları Nihat Özdemir ile Sezai Bacaksız. Madem Antalya’yı da örnekler arasına soktum, onu da söyleyeyim. IC Holding’in sahibi Ankaralı İbrahim Çeçen.
BAŞKENTLİLER LÜKS YAŞAMDA DA BİR ADIM ÖNDE
Yeme içme ve eğlence mekanlarında da Ankaralıların ismini saymakla bitmez. Emre Ergani, Ali Sayar, Kaya Demirer, Gamze Cizreli bugün İstanbul, Bodrum derken tüm Türkiye’ye keyif veren mekanlar yaratıyorlar. İnşaat ve lüks konutlardan bahsetsek, Türkiye’nin en büyük müteahhitleri Ankaralı. Müteahhitler Birliği’nin üye profiline bakın, İstanbulluların esamesinin okunmayacağı çoğunluktalar. Otel, turizm filan mı diyeceksiniz, Türkiye’nin 5 yıldızlı otellerinin yüzde 65’i Ankaralı. Üstelik en büyük ve görkemlilerini de ellerinde tutuyorlar. Mesela sosyetenin son gözde sporu Golf’un tesis sahiplerini bir araştırın. Onların da yüzde 70’i Ankaralı... Yat turizminde Türkiye’nin en çok kaptan ehliyetine sahip il yine Ankara. Yani yeme, içme, eğlence, giyim derken lüks yaşamın öncüleri hep Ankaralılar.
Son örneği de bizim meslekten vereyim. Yazılı ve görsel medyanın yönetim tabakasına bir göz gezdirin, çoğunun Ankara kökenli yöneticiler olduğunu görürsünüz.
TAMAM 90 YIL ÖNCE KÜÇÜK BİR KASABAYDI AMA..!
Bu kadar örneği niye mi verdim? Para ve sosyal yaşam üzerinde bu kadar gücü olan bir şehrin insanlarını küçümsemek bence yanlış bir düşüncenin ürünü... Ankaralı yemesini de, içmesini de, giyinmesini de, eğlenmesini de çok iyi bilir ama bunları yaparken yerine göre davranmayı hiç ihmal etmez. Ayrıca karşısındakini vücuduyla olduğu kadar beyniyle de etkilemenin en geçer yol olduğunu iyi bilir.
Evet, 1920’li yılların başında küçük bir Anadolu kasabası görünümündeki Ankara’da, bırakın sosyal yaşamı, doğru dürüst bir yapılaşma dahi yoktu. Ancak, başkent olmasıyla birlikte kaderi büyük bir hızla değişti. Siyasiler Ankara’nın geleceğini öylesine etkiledi ki, Cumhuriyet devrimleri Türkiye’de kendini ilk olarak Ankara’nın sosyal hayatında hissettirmeye başladı. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla tanışan Ankara, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekânlara sahip olmaya başladı. Tabii, büyükelçiliklerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması da bu gelişimi hızlandırdı. Bu süreçte Ankara ve Ankaralı girişimciler kendi ruhunu yarattı. Verilen yoğun eğitimin etkisiyle de moderniteye açık, dünyayla entegre olmuş bir kent doğdu. Türkiye’nin panoramasını en iyi koklayabileceğiniz şehir olan Ankara, bugünlerde yanlış anlaşılsa da sağlam temeller üzerinde varlığını sürdürmesini iyi biliyor. Haksız mıyım sevgili Ankaralılar?
HAZIRLAYIP DA NE YAZDIĞINI ANLAYAMADIĞIM TEK YAYIN
Doğan Burda Dergi Grubu olarak şu sıralar Antalya’nın Kemer bölgesinde Rusça tabloid boyda gazete çıkarmaya başladık. Haberinden fotoğrafına tüm hazırlığına katkı sağladığım ama basılınca hiç bir satırını anlamadığım tek yayın. Zira Kiril alfabesiyle hazırladığımız gazete Ruslara yönelik. Bizim Türkçe hazırlığımızı iki Rus editör kendi dillerine çeviriyorlar.
Bu fikir ise tatil yörelerine akın akın gelen Ruslara ülkemizi daha iyi tanıtma gayretimizden doğdu. Tabii bir de sırf Antalya’da 25 bin sayısını bulan Rus gelinlerimize ulaşabilme çabamızdan. Ancak deminde belirttim ya, dil büyük sorun. “Şurada hata yaptınız” diye eleştiride bulunanlara Rus editörler olmadan cevap bile veremiyoruz. Hatta Türkçe- Rusça bilen editörlerin bizim Türkçe olarak hazırladığımız haberlerde yer verdiğimiz birkaç normal kelimeye de “Rusçası Muzır” diyerek ambargo koymasına alıştık.
HUYUM KURUSUN TARKAN’IN DUDUSUNU GEÇ ÖĞRENDİM
İşte bu dil problemi bana bir süre önce yaşadığım komik olayları hatırlattı. Moldovalı Elana ile samimiyet kurmasaydık, bu kadar komik durumlara düşeceğimi ve birkaç kelimenin ülkeler arasında nasıl sorunlar yaratacağını öğrenemeyecektim. Moldova’da üniversite eğitimi gören, Türkiye’de ise çocuk bakıcılığından harçlığını çıkaran Elana, 21 yaşında oldukça güzel bir genç kızdı. Gagavuz Türkü olduğu için Türkçeyi rahat konuşuyor, sempatik tavırlarıyla da herkesle kolayca dost olabiliyordu.
Aralarında bulunduğum ailelerle de kaynaşmış, günlük sohbetlerimize katılır olmuştu. Ancak, bir arkadaşımın, beni anlatırken “Huyu çok güzeldir” demesiyle Elana’nın tavırları değişmişti. Bir iki gün, ne oldu bu kıza derken, Tarkan’ın “Dudu dudu dilleri” şarkısının çaldığı bir anda işin gerçeği ortaya çıkmıştı. Üstelik “Dudu”nun anlamı da...
Tarkan, şarkının nakarat kısımlarında “Dudu dudu dilleri, lıkır lıkır içmeli” dedikçe, Elana da, “Bu ne ayıp bir şarkı” diyordu. Meğer Gagavuz Türkçesinde “Dudu”, kadın cinsel organı anlamına geliyordu. Onların konuşma dilinde “Huy” kelimesi de erkek cinsel organı demekti. Arkadaşım, “Huyu çok güzeldir” dedi ya, aksiliği ondandı.
İşin aslı ortaya çıkınca Elana, tekrar sıcak diyaloglarına geri döndü ve bu sefer kullandığı kelimelerin sakat bir pozisyon yaratmaması için hep yüzüme baktı. Sonradan birkaç kelimenin daha sakıncalı durumlar doğurduğunu anladık.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2010
BİLDİĞİNİZ üzere büyükşehir belediyelerinin kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayacağı alanları genişleten kanun teklifi, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Kanuna göre, büyükşehir belediyeleri; konuttan sanayi alanlarına, teknoloji parklarından kamu hizmeti alanlarına kadar belediye sınırları içindeki her yerde rekreasyon ve sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak amacıyla, kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilecek. Biraz uzun ve sıkıcı cümle oldu değil mi? Hemen işin özünü aktarayım. Bu yasa değişikliğiyle beraber şehrin mimari anlamda hem kaderi, hem de çehresi değişecek. Hal böyle olunca da Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklifi’nin kabulüyle beraber ilk aklıma gelen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek oldu...
Doğal olarak da Ankara’daki metro çalışmalarında bir arpa boyu yol gidemeyen Gökçek’in seyir defteri gözümün önüne geldi. Şimdi “Metronun konuyla ne alakası var?” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette ki var. Esas yapması gereken işi yapmayan, yapılması sakıncalı işleri ise sorun yumağı şeklinde Başkentlilerin kucağına bırakan bir belediye başkanını anlatmak için metro konusu çok gerekli. Hatırlanacağı üzere Melih Bey, “Bizim belediyenin kendi imkânlarıyla bu metroyu yapma şansı yok” diyerek, işi inşallah maşallaha ve Ulaştırma Bakanlığı’na bırakmıştı. Gelelim yapmaması gerekirken, herkese inat yaptığı işlere.
KİMSEYE SORMADI ÜSTELİK HATADAN DÖNMEK İÇİN KAFA BİLE YORMADI
Söğütözü’nde, Armada Alışveriş Merkezi’nin hemen karşısındaki demir yığını aklıma ilk gelen icraatı. Aslında bu demir yığınından oluşan yapı Melih Gökçek’in yumuşak noktalarından biri... Sen, çuvalla para harcayıp, bölgenin kalbine zevksizlik örneği bir inşaat yap ve ‘Başım belaya girecek’ diye bitirmeye cesaret edemeyip, kaderine terk et. Zaten bitirecek para ve yasal zemin de yok ya! Beyefendinin bu hilkat garibesi binayı yıkacağına ne yapmak istediğine gelirsek... Sözüm ona alışveriş ve kongre merkezi olması için tasarlanan bu binayı 75 milyon dolar veren bir kişi, ya da kuruma satmak istiyormuş. Bu şekilde belediye kasasından harcadığı paraları yerine koymayı hedefliyormuş. Tabii o kadar parayı verecek bir enayi bulursa. Anlayacağınız yaparken değil, satarken aklı başına gelmiş.
BİZİM PARALAR ONUN HESAPSIZ KİTAPSIZ YATIRIMLARINA GİDİYOR
Ya Konya Yolu üzerinde yaptırdığı villalara ne demeli. Biliyorsunuz Ankara’nın Gölbaşı ile birleştiği yol üzerinde ne idüğü belirsiz 10 tane villa var. Kimse, etrafında herhangi bir yerleşim alanı olmayan ve sırtını ormanlık alana dayamış bu villaların ne işe yarayacağını bilmiyor. Bazıları, faaliyetteki hemşeri derneklerine verileceğini ve turistik eşya da satan restoranlar olacağını söylüyor, bazıları da belediyeye gelir getirecek sosyal tesis. Ama ortada ne müteahhidi var, ne de bilgi veren belediye yetkilisi... Anlayacağınız bizim paralar Gökçek’in hesapsız kitapsız yatırımlarından birine daha kurban gitmiş durumda. Tıpkı Bahçelievler’deki milyonlarca dolar’a mal edilip, kaderine terk edilen Gökkuşağı yatırımı gibi... Akay kavşağını, Kuğulu Park geçişini saymıyorum bile.
Bunlar bile yetkisi arttırılmış bir belediye başkanının şehre nasıl zarar verdiğini anlatmak için yeterli. Ve şimdi TBMM kalkıyor, Melih Gökçek’i kurtarma yasası olarak da bilinen ‘Kentsel Dönüşüm Alanlarını’ ilgilendiren maddeyi kabul ediyor. Yani kediye ciğeri teslim etmek için düğmeye basıyor. Bence bir kez daha düşünsünler. Ankaralıların paralarını, hayallerine ve geri dönüşü olmayan yatırımlara harcayan bir belediye başkanının bu kadar yetkiyle donatılması doğru mu?
İNŞALLAH ANKARA KEDİSİNİN GÖZLERİNE LENS TAKILMAMIŞTIR
Bu arada kedi dedim de aklıma geldi: Ankara’nın yeni amblemi de belli oldu. Bir gözü sarı, diğeri mavi Ankara kedisi, amblemin ana teması oldu. Belediye meclisinde Gökçek her zamanki şovlarından birini sergileyerek kafes içinde kediyi getirip, meclis üyelerine gösterdi. Benim ilgimi ise CHP’li bir üyenin konu hakkındaki sözleri ilgimi çekti. “Melih Bey bu hakikaten Ankara kedisi mi? Gözlerine lens filan takmadınız değil mi?”
Doğrusu CHP’li üye konuya çok nazik ve esprili yaklaşmış. Ben olsam, madem işin içinde Gökçek var, kafesteki hayvanın kedi olup olmadığını bile kontrol ederdim. Zira Melih Bey’in bu güne kadar bende bıraktığı izlenim hiç de hoş değil. Her söylediğini araştırmam gerektiğini çoktan öğrendim. Tam 16 yıldır metroyu bitiriyorum dedi, üçüncü dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız toplu taşım araçlarına bizleri mahkum etti. Kızılırmak suyu gelmezse Ankara susuzluktan kırılır dedi ve kilometrelerce boru döşedi, iki yıldır vanasını bile açmadı.
BU YASA GÖKÇEK SAYESİNDE GERİ DÖNÜLMEZ HATALARA YOL AÇABİLİR
Seçimler esnasında “Zihni Sinir” projelerini çağrıştıran uçuk kaçık projelerden bahsetti, yerine bambaşka şeyler yaptı. Hatırlayın, Ankara’nın sekiz ayrı girişine dev heykellerden restoranlar yapmak, safari alanları oluşturmak, maymunlar cenneti ve Disneyland yaratmak vaat ettiği projeler değil miydi? Peki, bu projelerden gerçekleşeni ya da başlananı var mı? Bırakın kazma kürek vurulmasını, bu gün hiç biri Sayın Gökçek tarafından telaffuz bile edilmiyor. Zira Gökçek’in vaatleri ile yaptıkları çok farklı.
Şimdi bazıları da diyor ki, Ankara’ya yaptıklarını niye görmezden geliyorsun? Uzun vadede yaptıklarının ne olduğuna bir göz gezdirelim. Yeni caddeler yaptı ya da var olanları genişletti, akışı sağlamak içinde alt üst geçitler kondurdu. İsterseniz bu konuya da biraz değinelim. Evet, otoban gibi yollar yapıp, alt üst geçitlerle takviye ederek trafiğin akışını sağladı. Ancak şöyle bir düşünün: Şehirde keyifle dolaşacağınız bir cadde kaldı mı? Kızılay, Eskişehir Yolu, Esenboğa Yolu, İstanbul Yolu... kısacası el attığı bütün cadde ve bulvarları gözünüzün önüne getirin ve düşünün: Kaldırımında zevk alarak yürüyebiliyor musunuz, ya da rahatça karşıdan karşıya geçebiliyor musunuz?
CAMİ ÇEVRE DÜZENİ ROMA KALINTILARINI TEHDİT EDİYOR
Son bir örnek daha vererek başka konuya geçmek istiyorum. Aslında aktaracağım bu konu herşeyi anlatır nitelikte. Biliyorsunuz Hacı Bayram Cami’nin çevresi ciddi ölçüde para ve emek sarf edilerek yeniden düzenleniyor. İşte bu dönüşüm çabalarına Kültür ve Turizm Bakanlığı “Dur” dedi ve çalışmaları durdurdu. Nedeni ise çok ilginçti. Caminin hemen bitişiğindeki Romalılardan kalma Augustus Tapınağı’nın kalıntılarına zarar verecek ölçüde girilmişti. Yani Ankara’daki bütün imar uygulamalarını denetlemesi gereken belediyenin bizzat kendisi imara aykırı davranış içine girmişti.
Şimdi elinizi şakağınıza koyun ve düşünün: Yeni çıkan yasayla beraber Gökçek, 213 hektarlık alana yayılan Ulus Tarihi Kent Merkezi’ne ve Ulus Meydanı’na girecek ve yapısını değiştirecek. Dahası Mamak Kentsel Dönüşüm Projesi, AOÇ reabilitasyonu, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin büyütülmesi gibi işlerin startını verecek. Kentsel dönüşüm alanlarını ilgilendiren yasanın Ankara’da nelere mal olacağını birkaç örnekle anlatmaya çalıştım. Karar Meclis’in... Halen kediye ciğeri emanet etmeyi düşünüyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2010
Öncelİkle, aktaracaklarımı daha iyi anlamanız için sizleri tarihi bir yolculuğa çıkartmalıyım. 1900’lü yılların başıdır... Geçen yüzyıla damgasını vuran en büyük toplumsal olaylardan biri olan Rusya’daki “Kızıl Devrim” henüz gerçekleşmiştir. Devrim, halkın büyük kısmının desteğini görmüştür, görmesine ancak herkes aynı duygular içinde değildir. Bazıları, Bolşeviklerin yaptıklarından hoşlanmamış, karşılaşacakları baskıdan kurtulmak için çareyi Rusya dışına kaçmakta bulmuştur. İyi bilinen bir gerçektir ki bu kaçanlardan bazıları rotayı İstanbul’a çevirmiştir. Tabii kaçanların büyük çoğunluğu Kızıl Ordu’ya karşı çıkan, Çar’ın Beyaz Ordusu’nda subay olarak yer alanlardır.
İşte o çalkantılı dönemde yolu İstanbul’a düşenlerden biri de Serj Homyakof’tur. Çar’ın ordusunda üsteğmen olarak görev yapan Homyakof, ilk iş olarak da, İstinye’deki gemilerde çımacı olarak çalışmaya başlar.
İSMİNİ ATATÜRK VERDİ
Ardından da kendisi gibi Rusya’dan kaçan bir başka Beyaz Rus’un, yani Bay Karpiç’in Ankara’daki “Karpiç” isimli meşhur lokantasında soluğu alır. Malumunuz Karpiç Restoran, o dönemde, Ankara’nın en popüler mekanlarından biriydi. En ünlü müdavimi ise hiç kuşkusuz Atatürk’tü. Neyse biz Homyakof’a dönelim, 1920 yılından itibaren, adı Karpiç olan bu lokantada işe garsonlukla başlayıp, şefliğe kadar yükselir.
Ulu önderin, bu genç Beyaz Rus’u fark etmesi ise fazla uzun sürmez. Bir gün, kendisine servis yapan bu çalışkan adama kim olduğunu sorar. Aldığı yanıtta Beyaz Rus kökenli Serj olduğunu öğrenince de gencin sözünü kesip, “Bundan sonra senin adın Süreyya olsun” der. Böylece Çar’ın ordusundaki üsteğmen Serj Homyakof, Süreyya Homyakof olarak hayatının geri kalan kısmını Türkiye’de geçirir.
ERKEĞE KRAVAT KADINA GECE ELBİSESİ ŞARTI
Süreyya Bey, Atatürk öldükten sonra da Karpiç’te çalışmaya devam eder. Ancak 1942 yılında, Başkentin ünlü kuyumcularından Zeynel Kent, aklını çeler ve Ankara’nın o dönem en lüks semtlerinden biri olan Kızılay’da, meşhur Soysal Han’ın alt katında “Süreyya Gazinosu”nu açar. O sıralar Süreyya Homyakof’la birlikte Karpiç Lokantası’nda çalışan iki de Türk garson vardır. Bunlar Bektaş ve Cevdet isminde Karadenizli iki kardeştir ki, Homyakof’la birlikte Süreyya Gazinosu’na transfer olurlar. Çok kısa bir sürede, Süreyya Ankara’daki üst düzey çevrelerin en gözde mekanı olur. Hatta devletin önemli yemekleri ve davetleri bile burada verilir. Öylesine nezih bir mekan haline dönüşür ki, erkekler koyu renk kıyafet ve kravatsız, hanımlar ise gece elbisesi olmadan işletmeden içeriye adım atamaz.
SOYSAL HAN YIKILDI TASI TARAĞI TOPLAYIP İSTANBUL’A GİTTİ
Tam 20 yıl boyunca işler mükemmel bir şekilde devam eder. Ama 1963 yılında Soysal Han yıkılıp, bugün halen faal olan Soysal Pasajı’nın inşaatı başlarken Süreyya Gazinosu’nun da sonu gelir. Zaten çok yaşlanmış ve üstüne üstlük bir de felç geçirmiş olan Süreyya Homyakof, Ankara’ya gelişinden tam 40 yıl sonra tası tarağı toplayıp İstanbul’a geri döner. Büyük bir tesadüf eseri, Tekfen Holding, Bebek’te bir bina satın alır ve bunun üst katını lokanta yapmak ister. Teklif hemen Süreyya Bey’e gider ve yaşlı adam bu teklifi geri çeviremez. Böylece Bebek Süreyya da artık İstanbul sosyetesine hizmet vermeye başlar.
O sıralar Ankara’da ise tam bir kaos yaşanmaktadır. Yıkılan Süreyya’nın emektar tüm çalışanları şaşkınlık içindedir. İşte o esnada Bektaş ve Cevdet kardeşler aynı isimle Akay Caddesi’nde Yeni Süreyya Gazinosu’nu açarlar. Zaten Ankara’yla bağlantısını koparmamış olan Süreyya Bey, “Bu gazinoya benim adımı vereceksin. Böylece Süreyya adı da yaşamış olacak” diyerek onları destekler.
SERS’İN MİRASI DAYISI DA ÖLÜNCE ONA KALDI
Yeni Süreyya Gazinosu, 1966 yılında hizmete açılır. Süreyya Homyakof da, Ankara’ya her gelişinde buraya uğrar ve hatta eski alışkanlıkla, adeta bir metr d’otel gibi çalışır. Üstelik bundan da büyük keyif aldığı her halinden bellidir. Süreyya’nın halen hayatta olan son patronu Ruhi Güzey ise 1949’da geldiği, Ankara’da ortaokulu bitirdikten sonra komi olarak Ankara Palas’ta çalışmaya başlar. 1956 yılında, otelcilik okulunu bitirir. Hatta Amerika’da burs kazanır ama ailesini geçindirmek zorunda olduğundan gidemez. Süreyya Gazinosu açıldıktan sonra, metr d’otel olarak dayısı Bektaş Bey’in yanında işe başlar. Ne yazık ki, Bektaş Bey çok genç bir yaşta vefat eder ve gazinoyu da, bu konuda en güvendiği kişi olan, yeğeni Ruhi Güzey’e bırakır. O da, aldığı bu mirası gözü gibi muhafaza edip, yıllarca Ankara’nın en beğenilen eğlence mekanı olarak sürdürür. Ta ki, dört yıl önce kapısına kilit vurana dek.
MÜŞTERİLERİ ARASINDA YUL BRYNNER BİLE VARDI
Genç nesil pek bilmez ama Süreyya Gazinosu Ankara’nın en keyifli işletmelerinden biriydi. Yemekleri, nezih ortamı, sahnesini dolduran sanatçılarıyla ailelerin tercih ettiği ender mekanlardandı. Hatta ünlü müşterilerinin listesi bir hayli kabarıktı. O dönemlerin en ünlü film oyuncusu Yul Brynner gelişi günlerce gazete manşetlerinden düşmemişti. Rahmetli İsmet Paşa ise eşi Mevhibe Hanım’la birlikte gelir, yemek yer programı izlerdi. Daha da ilerisi Köşk’te düzenlenen yemekleri Süreyya Gazinosu tertip ederdi. Kıbrıslı Rum lider Makarios’a bile verilen ziyafetin mönüsü ve hazırlığı Süreyya Gazinosu tarafından yapılmıştı. Sahnesinde yer alan sanatçılar ise o günlerin, hatta şimdilerin bile dev isimleriydi. Örnek olması açısından birkaç ismi peş peşe sıralayayım. Sezen Aksu, Nükhet Duru, Müzeyyen Senar, Ziya Taşkent, Taner Şener, Kutlu Payaslı, Muazzez Ersoy... Liste böyle uzayıp gidiyor.
BOZULMAYAN KARADENİZ ŞİVESİYLE KARŞIMDAYDI
Ekonomik sebepler, eğlence anlayışındaki değişimler derken Süreyya Gazinosu faaliyetine son vermiş ve müdavimlerini çok üzmüştü. Zira pastırmalı yumurta, biberli işkembe, Ankara köftesi, özel parfe derken klasikleşmiş mönüsünü artık unutmak zorundaydık. Dahası masamızda güven içinde oturup, ailecek huzurlu bir program izleyemeyecektik.
İşte bu duygular içinde dostlarım çok özel bir sürprize imza attılar. Evlilik yıldönümlerini kutlamak için Beysukent Semti’ndeki bir adrese davet ettiler.
12. Cadde No: 16 adresindeki bahçe içindeki bir villaya ulaştığım zaman ise gözlerime inanamadım. Kapısındaki tabelasında “Süreyya Restoran” yazıyor ve giriş kapısındaki görevlinin siması çok tanıdık geliyordu. Evet, hala bozulmamış o keskin Karadeniz şivesi, mavi gözleri ve elinden hiç düşmeyen kocaman purosuyla Ruhi Güzey karşımdaydı.
EKİP TARİHİN TOZLU SAYFALARINDAN FIRLAMIŞ GİBİ
Hatta vestiyer görevlisinden, salonda koşuşturan garsonlarına kadar, tüm personel de yıllara meydan okurcasına karşıma dikilip “Hoş geldiniz” diyordu. Üstelik kimini önce tanıyamamıştım. Doğrusu ak düşmüş saçlar ve yüzde oluşan derin kırışıklar tanımamı engellemişti. 30 yıl öncesi genç bir komi olarak tanıdıklarım şimdi yaşını başını almış garson olarak karşımda duruyordu. Değişmeyen tek şey vardı, o da işlerine duydukları saygı ve hatasız yürüttükleri servis anlayışı.
İlk söz olarak “O pastırmalı yumurta, biberli işkembe derken sunduğunuz mönünüzü çok özledim” deyiverdim.
Yeni mönüler, bu sevdiğim yemeklerin yerini aldı mı? korkusuyla masadaki yerimi alırken de nostalji dolu birkaç cümle kuruverdim. Zaman ilerledikçe baktım ki eskiye dair ne varsa hiç biri değişmemiş,.Doğal olarak dekor farklıydı ama yemekler, servis yapan elemanlar tarihi birer figür olarak benimle birlikteydi.
O gece bir hesap yaptım, neredeyse 90 yıl önce hazırlanan mönüye çatal bıçak sallıyordum. Üstelik Süreyya Gazinosu’nun yarım asırlık patronuyla kadeh tokuşturup, eski günleri yad edebiliyordum.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2010
Türkİye’nİn en çok satan kadın dergisi Elle’nin geleneksel Fun&Fashion Weekend (Eğlence&Moda Haftasonu) organizasyonu için mecburen iki günlüğüne Antalya’daki Hillside Su Otel’e gittim. Mecburen diyorum; zira Elle Dergisi de Ankara Bölge Temsilciliği görevini üstlendiğim 34 yayınlı Doğan Burda Dergi Grubu bünyesinde çıkıyor. Dahası, Antalya da görev kapsamıma girdiği için orada olmak zorundaydım.
Öncelikle Elle Dergisi’nin dünyada 21 milyon adet sattığını ve Türk versiyonunun tamamının bizim ekip tarafından hazırlandığını belirteyim. Tempo, Ekonomist ve Capital derken siyasi ve ekonomik içerikli dergilerin organizasyonlarına alışık olan benim gibi insanların magazinsel içerikli bu tip toplantılara ne kadar yabancı kalabileceğini Antalya’ya gidince anladım. Bir tarafta mankenler, sosyetik güzeller, ikoncanlar, diğer tarafta şaşkın bir ifadeyle etrafında olup biteni anlamaya çalışan bendeniz.
ZEVK VE EĞLENCEYİ BÖYLE ISKALADIM
Organizasyonun başladığı gün CHP de, yeni genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile parti yönetim kadrosunu seçiyordu. Bu yüzden zamanımın çoğunu ekran başında canlı yayınları izleyerek geçiriyor, havuz başındaki partiyle başlayan Elle organizasyonuna bir türlü adapte olamıyordum. Etkinliğe ara ara katıldığımda da telefonum ve üzerindeki internet bağlantısından gelişmeleri takip ediyordum. İşte o anlarda çevremdekiler gözüme takıldı. Gündemmiş, CHP’de seçimmiş hiçbirinin umurunda değildi. Konuşma konuları giyim, kuşam, müzik, ilişkiler gibi temalar üzerineydi. Bir an düşündüm; yoğun siyasi ve ekonomik gelişmelere boş verip acaba onlar gibi keyif ve eğlencenin peşinde mi koşsam, yoksa bunaltıcı da olsa gündemin peşinden sürüklenmeye devam mı etsem? Huylu huyundan vazgeçer mi, tabii ki ikinci şıkkı seçip, zevk ve eğlence dolu ortamı ıskalamaya başladım.
DÜŞÜP KARİZMAYI ÇİZEN İKONCAN KİM?
Aslına bakarsanız başka çarem de yoktu. Zira Hillside Su Otel’deki topluluğun hayat akışına oldukça yabancıydım. Örneğin “İkoncan”ların hiç birini tanımıyordum. Yamalı gibi duran çoraplarından tanımam gereken Deniz Berdan’ı, ya da üzerindeki garip kıyafetleriyle hoplayıp zıplayan Eda Taşpınar’ı fark edememiştim bile. Hatta Deniz Berdan’ın soyadını “Mardan” (Herhalde Antalya’da ki 7 yıldızlı Mardan Otel aklımda yer etmiş), Eda Taşpınar’ın ise “Taşkıran” diye telaffuz ettiğim için çevremdekilerin alaycı sözlerine maruz kalmıştım. Üstelik yürürken ayağı çıkıntıya takılıp düşen ve karizması çizildiği için gözlüklerinin ardına gizlenen İkoncan’ın kim olduğunu bilemediğimden dolayı “Bu Düşencan da kim?” dediğim için ayıplanmıştım. Sakın yanlış anlamayın, düşüşüne esprili bir dille değindiğim için değil, kimliğini çözemediğim için. İnanın ismini halen öğrenemedim ki size söyleyeyim.
SOSYETENİN OKUMA ALIŞKANLIĞI NASIL?
Kaldığım iki gün boyunca dikkatimi çeken bir konu da, bu gurubun okuma alışkanlıkları oldu. Bazılarının ellerinde kitap gördüm ama aksesuar olarak kullandıklarından olacak sayfalarını çevirenine pek rastlamadım. Bol fotoğraflı magazin dergilerini ise satırı satırına okuduklarına, pardon fotoğraflarına baktıklarına, üstüne üstlük görseller üzerine uzun uzadıya kritik yapmalarına tanık oldum. Sabahları, daha doğrusu öğlen saatlerine doğru gerçekleşen kahvaltıları ve sonrasında elinde gazete taşıyanların çok az olduğunu fark etmek için kör olmam gerektiğini düşündüm. Daha da ilginci havuz başında okuyup, hatim indirdiğim gazeteleri merak edip, emaneten isteyen de yoktu. Aralarından bir kaçı “Okuduysanız bakabilir miyim?” diye talepte bulundu, onlar da ana gazeteye hiç dokunmayıp, magazin eklerini aldı.
BATMADAN NASIL SU ÜSTÜNDE KALIYORLAR?
Şimdi benden defile ve partide neler olduğunu yazmamı bekleyenler olabilir. İnanın onları anlatacak birikime sahip değilim. Yamalı çoraplardan, mayo üzerine takılan aksesuardan haberi olmayan bir adam ne yazabilir ki! Ancak, halen bu kadar aksesuarla denize giren bir ikoncanın batmadan su üzerinde kalmasının sırrını öğrenmeye kafa patlatıyorum.
Gelelim sonuç bölümüne. Elle Dergisi hiçbir harcamadan kaçınmadan gerçekten güzel bir organizasyon düzenlemişti. Kendi konsepti gereği yapılacak ne varsa, en üst limitlerde yapmıştı. Otomotivden mobilya, giyimden kozmetiğe kadar ülkemizin ve dünyanın sayılı sektör temsilcilerini de bir araya getirmişti. Defile ve partilerle de dergi pazarında lider olmanın verdiği güçle konuklarına keyifli anlar yaşatmıştı. Davet ettiği İkoncanlarla da görsel şölenini tamamlamıştı.
ÜÇ AMBULANS DOLUSU YARALI ÇIKTI
Geçenlerde yaşanan bir olay Filistin Caddesi için tehlike sinyalleri veriyordu. Cadde oldukça popüler ve bünyesindeki kafe-restoranlar insan selini ağırlıyor ya, rant kavgasını da beraberinde getirmeye başladı. Kısa bir süre önce yaşanan büyük bir kavga da bu tespitime en güzel örnek. Şimdilerde polislerin cadde boyunca nöbet tuttuğu olaya gelecek olursak... Kavganın geçtiği kafenin adını vermeyeceğim, çünkü işletmenin yaşananlarda en ufak kabahati yok. Zira bu kavganın bir benzeri onda değil, yan komşularında da yaşanabilirdi.
Arjantin Caddesi ile Filistin Caddesi’nin kesiştiği meydanda faaliyet gösteren Petek Taksi’den ayrılan bir grup, Filistin Caddesi’nin ortalarında Arjantin Taksi diye yeni bir durak kurmuş. Ondan sonra da bu iki durak arasında sert tartışmalar başlamış. Petek taksiciler bölgenin kendine ait olduğunu söyleyip, diğerlerini engellemeye, Arjantin taksiciler ise Şoförler Cemiyeti’nden izin alarak faaliyete geçtiklerini söyleyip, hak arayışına girmeye başlamış. Sonuçta da ağız dalaşıyla başlayan kavgaları fiziki müdahaleye dönüşmüş ve ismini vermediğim kafenin içine kadar sirayet etmiş. Onların bu arbedesi sonucunda da üç ambulans dolusu yaralı hastaneye taşınmış.
TAKSİ TERÖRÜNÜN SON BULMASI İÇİN TEDBİR ŞART
Anladığım kadarıyla rant büyük olunca olaya mafya karışmış. Her iki durağın da arkasında bir ekibin olduğu apaçık ortada... Hele Şoförler Cemiyeti’nden geldiğini söyleyen 35 kişi gözüme pek de tekin görünmedi. Sonuçta kafeler caddesine dönüşen ve Ankara sosyal yaşamına büyük keyif getiren Filistin caddesi taksicilerin bu rant kavgası yüzünden savaş alanına dönmüş durumda. Bence Emniyet güçleri nöbet beklemenin dışında da bu taksi terörüne karşı sert tedbirler almalı. Üç beş kendini bilmezin yaptıkları da yanına kar kalmamalı.
İLKÖĞRETİM DİPLOMASINI TORPİLLE Mİ ALIYORLAR?
Eskiden taksi şoförü dendiği zaman arabadan iyi anlayan, efendi ve güvenilir esnaf akla gelirdi. Allah’tan onlar yine çoğunlukta, ancak son zamanlarda bakıyorum ilköğretim diplomasını bile torpille aldığı belli olan cahil adamlar bu sektörde boy gösteriyor.(Ehliyet için diploma şart olmasa onu da almayacaklar ya, neyse!) İnsanın hamurunda cehalet ve para hırsı olunca da istenmeyen durumlar ortaya çıkıyor. İnanın daha düne kadar saygı duyulan taksicilik mesleği, ehil olmayan bu eller sayesinde nefret edilecek bir konuma geldi. Yolcu bindirince uçarcasına gidenler mi ararsın, boşken bekleme ve yavaş seyirden trafiği aksatanları mı, kısacası her türlüsü var. Başta Şoförler Odası’na sesleniyorum, bu mesleği yapacakların eğitime tabi tutulmasının zamanı geldi de, geçiyor bile. Canımızı, malımızı emanet etmemiz gereken kişilerden yaka silkiyorsak bu işte bir gariplik var demektir.
Taksici esnafına sesleniyorum, acilen sektörünüze darbe vuran bu çürük elmaları aranızdan ayıklayın. Ayıklayın ki mesleğin itibarı zedelenmesin.
KIZIL MİLYARDER’İN EŞİNİN RENKLİ DÜNYASI
Ankara merkezli Pet Holding’in patronu Prof. Dr. Güntekin Köksal’ı hatırlayacaksınızdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a serzeniş ve uyarılarla dolu mektup yazmıştı. Ayrıca Kuzey Irak’ta petrol ararken ölümden dönen, bölgenin zor koşullarına rağmen yılmayıp amacına ulaşan 79 yaşındaki bu işadamına “Kızıl Milyarder” lakabı takılmıştı. Şimdi nereden çıktı bu lakap diyenler için küçük bir özgeçmiş hatırlatması yaparak esas konumuza gelelim. Viyana’da burslu olarak okuduktan sonra, Türkiye’de TPAO’da çalışmaya başlayan ve 1974’te bu kurumdan ayrılarak kendi işini kuran Köksal, ilk yatırımlarını SSCB’de yaptığı için ‘Kızıl Milyarder’ lakabıyla tanınıyor.
NAİF PATRONİÇE VAKIF İÇİN ÇABALIYOR
En az Gültekin Bey kadar tanınan eşi Pınar Köksal ise esas konu kahramanım. Türk Sanat Müziği’ne besteler kazandıran şair ruhlu Pınar Hanım, açtığı bir sergiyle on parmağında on marifet olduğunu ispatladı. Bir fotoğraf sanatçısı olarak yurt içi ve dışında çektiği fotoğrafları Pet Holding’in bünyesinde bulunan sanat galerisinde açtığı kişisel sergisinde sergiledi. Eserlerin satışından elde edilen geliri de onlarca çocuğun eğitimini üstlenen Köksal Eğitim Vakfı’na bağışladı.
Doğrusunu söylemek gerekirse Pınar Hanım’dan böylesine güzel ve derinliği olan bir çalışma beklemiyordum. Fotoğraf karelerine yansıyan gözlemleri benim misin diyen profesyonellere taş çıkaracak kadar başarılıydı. En önemlisi de o naif ve şair ruhu eserlerine yansımıştı. Fotoğraf sanatıyla ilgilenenler 11 Haziran akşamına kadar Filistin Caddesi’ndeki Pet Holding Sergi Salonu’nda Pınar Hanım’ın çalışmalarını görebilirler. Tıpkı galeriye akın akın gelen birçok siyasetçi, bürokrat ve iş adamı gibi.
Yazının Devamını Oku