Erdal İpekeşen

Gürcistan bir yana dünyada nam saldılar Ankara’nın gururu oldular

23 Mayıs 2010
ANKARALI zenginlerin iş alanlarına baktığınız zaman inşaat sektörünün başı çektiğini hemen fark edersiniz. Müteahhitlik hizmetleriyle ekonomik güce kavuşan bazı yatırımcılar zamanla başka sektörlere de cesaretli adımlar atmasını biliyorlar. Sonuçta da enerji, turizm, tekstil sektörleri derken bir yapbozun parçalarını birleştirerek dev holdinglere dönüşüyorlar. Üstelik aralarından bir çoğu halen yeni iş ve istihdam alanları yaratmak uğruna gençlik yıllarındaki gibi çabalayıp duruyorlar. Hiç kuşku yok ki bu girişimci ruha sahip kuruluşların başında da Nurol geliyor. /images/100/0x0/55eb5bd3f018fbb8f8bc084c

Geçenlerde kalabalık bir kafileye katılıp, Nurol Holding’in Gürcistan’da faaliyete geçirdiği Sheraton Batumi Otel’in açılışına gittim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere siyasiler, bürokratlar, iş adamları, gazeteciler yani birçok önemli kişi bu törenin davetli listesindeydi. Tüm kafile özel bir uçağa doluşup, Ankara’dan Batum’a giderken yoğun gündemden bir türlü sıyrılamamıştık. Bir yanda CHP’nin Kılıçdaroğlu kararı, diğer taraftan Fenerbahçe’yi hüzne boğan Bursaspor’un şampiyonluk sevinci, ister istemez sohbetlerimizin ana malzemesini oluşturmuştu. Batum’a ulaştığımız zaman ise meraklı gözlerle çevreyi süzerek gündem üzerine sohbetimize ara vermiştik.

BU HAVALİMANI BİZİM Mİ GÜRCÜLERİN Mİ BELLİ DEĞİL!

İlk şaşkınlığı da havalimanında yaşamıştık. TAV’ın inşasını tamamlayıp, işletmesini üstlendiği havalimanı İsviçre-Cenevre’den sonra dünyada ikinci olmanın farklılığını yaşıyordu. Uluslararası uçuşlara açık olan liman, bir taraftan Gürcistan’a, diğer taraftan da bizim iç hatlara hizmet veriyordu. Yani Artvin, Hopa derken doğu Karadeniz uçuşlarını gerçekleştiren THY uçakları, yolcuları pasaportsuz bir şekilde Gürcistan’a indiriyor, ardından da karayolundan 10 dakika mesafedeki Türkiye topraklarına transfer ediyordu. Bu yüzden de havalimanın iki çıkışı vardı. Biri doğu karedeniz bölgemize, diğeri de Gürcistan’a.

GÖRÜNTÜ 30 YIL ÖNCESİNE TAKILIP KALMIŞ GİBİ

Otobüslere doluşup, havalimanına altı dakika mesafedeki Batum’a giderken ilk izlenimlerimizi de notlarımız arasına almaya başlıyorduk. Buram buram tarih kokan şehir, bizleri 30 yıl öncesine götürerek Sovyetler Birliği döneminin alt yapısını muhafaza ediyordu. Kominizim döneminde inşa edilen bina ve yollar, en yenisi 100 yıl öncesine dayanan tarihi yapılarla iç içeliği yaşıyordu. Boyası ve sıvası dökülen binalar, daracık balkonları kaplayan ve kurumaya bırakılmış çamaşırlar, eski model tv antenleri derken 1870 ile 80’lerin Türkiye’si karşımıza çıkıyordu. Eski model otomobiller ise yeni model birkaç aracın yanında hurdalıktan çıkmışçasına cadde ve sokakları dolduruyordu... Sokaklarda gördüğümüz insanların giysileri, yaşam alışkanlıkları ise zamanın 30 yıl önce durduğunun en güzel kanıtıydı.

CAMİLER O KADAR KÜÇÜK Kİ SECDEYE YATANLARIN POPOSU DIŞARIDA KALIR

Sancak merkezi olarak üç asır Osmanlı’nın, bir asır da Rus İmparatorluğunun boyunduruğunda kalan Batum, enteresan bir şehir... Geniş bir düzlükte kurulu ve çevresi yemyeşil bitki örtüsüyle kaplı. Kilometrelerce uzunluktaki kumsal ise harika parkların hemen bitişiğinde ve yoldan biraz uzak. Yani Gürcüler bizim sahilleri katletmemizin tam tersi kıyılarına büyük değer veriyor. Şehir biraz önce de belirttiğim gibi eski ve yokluklar diyarı. Oturup, keyif yapacağınız kafeterya, pastane gibi işletmeleri barındırmayacak kadar sosyal yaşamdan kopuk. Restoran, bar ve gece kulübü var ama tıpkı cadde ve sokakları gibi erkeklerin istilası altında. Kadınlar ise ya iş yaşamının pençesinde, ya da kutu gibi evlerinin içinde. Din faktörü ise ilginç bir içeriğe sahip. Türkçe bilen yaşlı bir Gürcü’nün anlattığına göre: Büyük baba ve anneler Müslüman, Sovyetler Birliği dönemindeki evlatları Ateist, yeni nesil ise dinini yeni yeni öğrenen, ya Katolik Hiristiyan ya da Kur’an kurslarına aşina Müslüman. Zaten Ateist süreç kentteki az sayıdaki kilise ve camilere de yansımış. Hepsi ufak. Üstelik öyle ufak ki secdeye varan üçüncü sıradakilerin poposunun dışarıda kalma ihtimali bir hayli yüksek...

HASAN BEY’İ KİMSE NE SORDU NE DE SORUŞTURDU

Bu tarih kokan görüntüleri sonlandıran ise Sheraton Batumi Otel ile inşaatı süren birkaç dev bina oluyordu. İskenderiye Feneri’nin kopyası olarak tasarlanan Sheraton Otel gerçekten görkemli bir tematik yapıya sahipti. Bu arada kaldığımız iki gün ve yazımın çıkmasına kadar geçen üç günlük süreç boyunca dikkat ettim, kimse bu yapının mimarını ne sordu, ne de soruşturdu. Halbuki mimar Hasan Sökmen’de davetliler arasındaydı.
Hasan Bey, Türkiye’de temalı otel trendini başlatan bir isim. Tasarımını yaptığı otellerle Antalya ve Türk turizmine yeni bir soluk getirdi. Kumarhaneler cenneti Las Vegas’tan etkilenerek başladığı temalı otellerinde şimdiye kadar Topkapı Sarayı, Concorde uçağı, Titanik gemisi ve İstanbul silüeti gibi pek çok temayı otele dönüştürdü. Yurtdışında da pek çok projeye imza atan Sökmen, Gürcistan’da yapılan otelde, dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’ni tema olarak seçmiş. Hemen belirteyim, 80 milyon dolara mal olan otel 220 odalı.

YANLARINDAKİ 25 BİN KİŞİYLE DÜNYAYI FETEDİYORLAR

Tabii Hasan Sökmen’e bu imkanı veren Nurol Holding ile sahibi Çarmıklı Ailesinden de bahsetmeden olmaz. Tam 45 yıldır faaliyet gösteren Nurol’un kurucusu Nurettin Çarmıklı ile kardeşleri Erol ve Oğuz Çarmıklı ülkemiz adına gerçekten büyük işler başarıyorlar. Yanlarında çalıştırdıkları 25 bin kişiyle birlikte dünyanın dört bir tarafında dev inşaatlar yapıyorlar. Zaten inşaat sektöründe dünya sıralamasına giren bir şirketi yaratmışlar. Körfez, Ortadoğu, Kafkaslar derken birçok ülkede çok büyük yatırımlara imza atıyorlar. Ülkemizde ise ikinci büyük barajımız olan Ilıksu’dan tutunda, iki yakayı birbirine bağlayan Marmaray geçişini, İzmit körfez Geçişi gibi büyük projelerin yapımını üstleniyorlar. Savunma sanayindeki zırhlı araçlar üreten FNSS, finans sektöründeki Nurol Bank, turizmdeki Ankara Sheraton gibi kurumlar derken de altı ana sektörde başa güreşen bir holding.

GEORGE BUSH’TAN SONRA BİR TÜRKÜN İSMİ YAZILIYOR

Dikkat çekici bir konu da Nurol’un bu dev yapısına rağmen sahiplerinin mütevazı duruşunu hiç bozmaması. Bu gezi esnasında gelen konukları kapıda tek tek karşılayıp, sıcak sohbetlere giren Nurettin, Erol ve Oğuz Çarmıklı kardeşler kaldığımız süre boyunca aynı duruşu muhafaza ediyordu. Üstelik bir Türk olarak hepimizin göğsünü kabartacak icraatlarına rağmen. Özellikle Nurettin Çarmıklı Gürcistan’da o kadar çok seviliyor ki, Batum’daki ana bulvarlardan birine ismi bile verildi. Öyle ki George Bush’tan sonra ismi bir caddeye verilen ikinci yabancı şahsiyet.

Kısacası Gürcüler ona ve Çarmıklı ailesine gözü gibi bakıyor. Eskort olarak yanlarına verilen korumalar ise bunun en belirgin ispatı. Bir devlet başkanına gösterilecek kadar büyük ihtimama en güzel örneğe de dönüş anında tanık oluyorduk. İkisi koruma olmak üzere üç araçlık konvoy, Çarmıklı’ların özel uçağının dibine kadar girip, terminal binası ve pasaport kontrolünü pas geçerek yolcu ediliyorlardı. Bir iş adamımızın yabancı bir ülkede böylesine özel muameleye tabi tutulması ise bizlerin göğsünü kabartıyordu. Türkiye’ye böylesine maddi ve manevi değerler kazandıran iş adamlarımıza biz neden özel muameleyi çok görürüz, bir türlü anlamam. Birçok siyasetçi, bürokrat, akademisyen, general emekli olsalar dahi VIP muamelesi görür de, ülkeye döviz kazandıran Çarmıklı gibi iş adamları göz ardı edilir.

50 BİN DOLARA BİR SAAT ÇALIŞTI YEDİ SAAT EĞLENDİ

Dönelim Batum’da ki yaşananlara. Kısa kısa notlar halinde aktaracaklarım eminim sizin de ilginizi çekecektir. Açılış günü otelin hemen yanındaki park alanında konser veren Serdar Ortaç’a Gürcü gençler büyük ilgi gösteriyordu. Serdar ise bu ilgiden çok mutlu olacak ki, konser bitişi soluğu Sheraton Otel’in kumarhanesinde alıyor ve “Tövbe ettim” dediği kumar masalarında bütün gece oturarak 50 bin dolar kaybediyordu. Yani konser için kazandığı yövmiyeyi bir çırpıda harcıyordu. Onun bu durumuna yönelik en esprili yaklaşımı ise kafilede bulunan ATO Başkanı Sinan Aygün yapıyordu: “Ne var bunda, adam o parayı kazanmak için bir saat çalıştı, yedi saat eğlenerek yedi!”
Yazının Devamını Oku

Hitler’e Çankaya’dan Pembe Köşk’e gidiş-dönüş bileti

16 Mayıs 2010
Bu yıl Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de yapılan serbest seçimle CHP’yi yenip, iktidara gelmesinin 60. yıldönümü. Gazeteci dostum Serhat Hürkan, yazdığı “Ak Karşı Devrim” adlı kitapta; CHP ile İsmet İnönü’nün yerine, DP ve Celal Bayar-Adnan Menderes’in geldiği bu seçim gününün öncesiyle, sonrasıyla öyküsünü anlatıyor. Kitapta pek çok ilginç anekdot yer alıyor. Sabaha kadar uykusuz kalma pahasına bir solukta okudum. Tabii bugün yaşananlarla benzerlikleri notlara dökerek... Kimi zaman gülerek, kimi zaman şaşırarak okuduğum bazı bölümleri sizinle paylaşmak istedim. Pazar keyfinizi kaçırmamak için de ağır bir siyasi tarih içeriğinden kaçındım. Sözü fazla uzatmadan Hürkan’ın kaleminden dökülen ilginç bölümlere değineyim.

SEÇİM ZAFERİNİ İLGİNÇ BİR MARŞLA KUTLADILAR

14 Mayıs 1950’de Sümer Sokak’ta bulunan DP Genel Merkezi’ne akşam saatlerinde sonuçlar gelmeye başladı ve gece 23’e doğru durum aydınlandı. Merkezde Genel Başkan Celal Bayar, ilk zafer açıklamasını yaptı. “İktidarı aldık!” Demokrat Parti kurucuları Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü bir kanepede oturuyorlardı. Zafer kazandıkları anlaşılınca üç kurucu bir ağızdan Dağ Başını Duman Almış marşını söylemeye başladılar.

KAYBETTİ “ALLAH RAHATLIK VERSİN” DEYİP YATTI

Seçim sonuçlarını, Çankaya Köşk’ünde “14 numaralı oda”da yanında CHP ileri gelenlerinden Başbakan Şemsettin Günaltay, Meclis Başkanı Şükrü Saraçoğlu, Başbakan Yardımcısı Nihat Erim, Faik Ahmet Barutçu, İçişleri Bakanı Emin Erişirgil gibi zevatla birlikte izleyen İsmet İnönü; gece yarısını iki saat geçe sonuç belli olunca “Allah rahatlık versin, hayırlısı olsun” diyerek yukarı kata yatmaya gitti. Gündeminde, karısı Mevhibe İnönü’nün Çankaya’dan Pembe Köşk’e bir an önce taşınmak için yapacağı hazırlıklar vardı artık. Nihat Erim de kendi yaptığı kanunun cilvesiyle Demokrat Parti 1950’de büyük çoğunlukla iktidara gelince; “Kendi elimle kesip yâre verdiğim kalem/ Fetva-i hûn-ı nahakkımı yazdı iptida” mısralarını okumaktan kendisini alamadı. Sevdiğine verdiği kalemin ilk önce, haksız yere kanının akıtılması hükmünü yazdığından şikâyetçiydi!

HİTLER’İN ÇANKAYA’DAN PEMBE KÖŞK’E YOLCULUĞU

İsmet Paşa, eşinin iki ayağını bir pabuca öylesine soktu ki taşınma telaşında Köşk’teki bazı demirbaş eşya da İnönü’lerin evine nakledildi. DP yayın organı Zafer Gazetesi 6 Haziran 1951 tarihli sayısında İktidarı DP’ye devrederek Çankaya’dan Pembe Köşk’e çekilen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye ve ailesine karşı girişilen olumsuz kampanyanın ilk işaretlerinden birini veriyordu. Zafer, İsmet İnönü’nün Çankaya’daki evine taşınırken, köşkten çıkarılan Cumhurbaşkanlığı demirbaşında kayıtlı eşyanın listesini yayınlıyordu. Gazetenin söz konusu ettiği ve sonradan iade edilen 42 kalem eşya arasında, Köşk’ün 771 demirbaş numarasına kayıtlı gümüş çerçeveli bir Hitler fotoğrafı da yer alıyordu.
1950 seçimi öncesinde türeyen şeyhler, Mehdi’ler arasında ön planda yer işgal eden Ankara’dan Ticani tarikatı şeyhi Kemal Pilavoğlu’na karşı girişilen bir operasyonun öyküsü de kitapta yer alıyor. Gazeteci ağabeyimiz Kemal Bağlum’un anlattığı gelişmeler şöyleydi:

MEHDİ PİLAVOĞLU’NUN MARİFETLERİ

“Kavunlarıyla meşhur Yuva köyüne gittim bir gün; tebdili kıyafet edip Pilavoğlu’nun müritlerinin arasına karıştım. Kemal Pilavoğlu, lüks bir otomobille geldi. Abdest aldı. Abdest suyunun bulunduğu leğeni, içinde zemzem var diye neredeyse parçalıyorlardı. Cami imamının yerine minbere çıkıp vaaz verdi. Etrafta bulunanlar ‘susun, susun arş-ı alâya çıktı’ diye fısıldaşıyorlardı. Başka bir gün de, akrabam olan bir jandarma erini kılık değiştirtip yolladım Pilavoğlu’nun yanına. Para pul almadan bir müddet O’nun bağında çalışmış. Sonra bir gün, bunu alıp kimliği ve ailesi hakkında ince, ince sorguya çekmişler. Ardından üst kattaki karanlık bir odaya sokmuşlar. Bakmış ki, Kemal Pilavoğlu ışıklar içinde oturuyor odada. Ticani şeyhi, çocuk aşağıda ne söylediyse bir, bir tekrar etmiş yüzüne karşı. Hayatını okumuş neredeyse. Jandarma allak bullak olmuş. Hakikaten Mehdi sanmış adamı. Bilmiyor ki, karanlık odayı fosforla aydınlatmışlar. Üst kattan da aşağı kata dinleme tertibatı kurmuşlar.”

DON GÖMLEK KIRK KİLOMETRE YÜRÜYEN SARHOŞLAR

Bağlum, kitapta o zamanın Ankara’ya yakın köylerini hatırlarken de renkli bir tablo çiziyor: “... hem Ticani geçinirlerdi, hem de rakı, şarap, hovardalık gırlaydı. Hele bir Çavundur köylü İsmail Ağa vardı ki... Bir tek Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’dan korkarlardı. Tandoğan, sarhoşları yakalattı mı hiç acımazdı. Don gömlek soydurur, 40 kilometre ötedeki Ayaş beline götürüp bıraktırırdı. Korkudan kimse de onları alıp şehre geri getiremezdi. Yürüye, yürüye dönerlerdi.

CHP’NİN ÇOĞUNLUĞU ARAPÇA EZANDAN YANA

Serhat Hürkan’ın kitabının Ekler bölümünde ise: 14 Mayıs 1950 seçiminin resmi sonucu, 9. TBMM’nde sandalye dağılımı, iki seçim çevresinden birden seçilen milletvekilleri ve tercih ettikleri iller, DP listesinden bağımsız seçilenler, ilk Menderes kabinesinin listesi, hükümet programı, ezanın Arapça da okunabilmesine izin veren kanunun çıkış sürecinde yaşananlar ile Dörtlü Takrir’in metni yer alıyor. İlginç olan, ezanın Arapça da okunabilmesine izin veren kanuna 69 CHP milletvekilinden yalnızca 6’sının karşı oy vermesiydi. İsmet İnönü, Cevdet Kerim İncedayı, Yusuf Ziya Ortaç, Hasan Reşit Tankut ve Cemal Reşit Eyüboğlu karşı oy veren azınlıktaydı.

ONUNLA TARİHE YOLCULUĞUN KAPISINI AÇMIŞTIM AMA..!

Özellikle bazı hanımlar Hakkı Kutlugün ismini iyi bilecektir. Dile kolay, elinde makas tam 53 yıldır ustalığına ustalık katarak bu günlere geldi. Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Nazmiye Demirel’den Semra Özal’a, Tansu Çiller’den Berna Yılmaz’a, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a, kısacası yıllardır adını sayamayacağım kadar birçok ünlü isim saçlarını ona emanet etti. O kadar da değil. Yetiştirdiği yüzlerce insan evine ekmeği onun sayesinde götürdü. İşte bu ustayla en son bir ay önce beraberdim. Mesleğiyle ilgili bilgi birikimini ve çok ilginç anılarını anlatırken kısa kısa notlar tuttum. Birçoğunu köşeme aktarmamı istemedi ama müsaade ettikleri bile tarihte ilginç bir yolculuğun kapılarını açtı.
Aslında 34 yıldan bu yana dostluğundan büyük keyif aldığım bir kişiydi. Evlatları Eda ve Hakan, damadı Necdet, torunlar derken bütün aile bireyleriyle dost olmamı sağlamıştı. Tabii, birçok şubesi olan Paris Kuaför’ün çalışanlarıyla da...

GÜNLERCE AÇ KALMIŞ AMA YILMAMIŞTI

Ve Hakkı Usta uzun zamandan beri mücadele ettiği kansere yenik düştü. Bayındır Hastanesi’nde son nefesini verirken, her zamanki klas duruşuyla sevenlerine veda busesi kondurdu.
Aslında renkli mi renkli, bir o kadar da güçlüklerle dolu yaşamı vardı. Maceraya 1957 yılında atılmıştı. Elinde bezden bavulu, Artvin’den Ankara’ya geldiğinde daha 16 yaşındaydı. İlk hedefi ise karnını doyuracak bir iş bulmaktı. Daha sonraki düşüncesi ise baba mesleği kuaförlükte, Türkiye’nin en iyisi olmak... Ailesinin üç kuşaktır berberlik mesleğini seçmesi ise onun en büyük referansıydı. Ancak babası ve dedesi gibi erkek değil, kadın kuaförü olmak istiyordu.
Günlerce aç kalmış, sefalet çekmiş ama yılmamıştı. 1960’lı yılların sonlarına doğru, nihayet içinde parfümeri, bijuteri, mini bar ve güzellik salonunun da yer aldığı, kendi işletmesini açabilmişti. Dönemin koşullarına göre, Ankara için bir hayli lüks işletmesinin faaliyete geçmesiyle birlikte, müşteri bir anda ünlü politikacılar ile eşleri, cemiyet hayatının seçkin isimleri ve sanatçılar olmuştu.

SİYASİLER KAPIYI AŞINDIRDIKÇA ÜNÜNE ÜN KATTI

Hakkı Kutlugün ile Paris Kuaför ismi gün geçtikçe tanınır olmuş ve İstanbul sosyetesi bile onun kapısını aşındırır hale gelmişti. Nazmiye Demirel, Turgut ve Semra Özal gibi önemli isimler neredeyse akraba kadar yakını olup, çıkmıştı. Sonuçta Paris Kuaför’e gitmek bir itibar göstergesine dönüşmüştü.
O ise hep ulaştığı noktayı yeterli görmeyip, kendini geliştirdikçe geliştirmişti. Sık sık yurt dışına çıkıp, yeni saç eğilimlerini yakından takip etmeyi sürdürmek ise alışkanlıkları arasına girmişti. Ve geldiği son noktada Paris Kuaför’ü zincire dönüştürüp, altı şubeli özel üretim yapan bir fabrikaya çevirmişti.

ÖZAL’IN GENÇLİK SIRRI NEYDİ?

Hakkı Kutlugün yıllarca politikacılara ve eşlerine de hizmet verdi. Hem Semra Özal, hem de rahmetli Turgut Özal, yıllarca saçlarını ona emanet etmişti. Özallarla tam 15 kez parasını kendi cebinden vermek kaydıyla yurtdışı gezisine çıkmıştı. Hakkı Usta’nın Turgut Özal’la ilgili çok hoş anıları da olmuştu. Onlardan birini ise sanki o günü tekrar yaşıyormuşçasına anlatmıştı.
Başbakanlığının ilk dönemlerinde Özal’ın saçlarını modern bir kesim vererek kesmişti. Şakaklarına kadar düşen akları ise ona haber vermeden karbon kağıdı sürerek yok etmişti. Tıraştan sonra Turgut Bey, Semra Özal’ı çağırarak, “Beni çok değişik bir adam yaptı” demişti. Ama Hakkı Kutlugün bıyıkları da karbon kâğıdıyla boyamaya kalkışınca Turgut Bey, “Vay sahtekâr, vay” deyip kahkahayı basmıştı. O günden sonra da şampuan boyalarla Turgut Özal’ın saç ve bıyıklarındaki akları yok etmiş ama ciddi bir boyama hiç yapmamıştı.

ZEKİ MÜREN’İN TEPESİNDEN 25 YIL PERUK EKSİK OLMADI

Paris Kuaför Hakkı’nın ünlü müşterileri sadece siyasetçi ve eşleriyle sınırlı değildi. Türkiye’nin en büyük sanatçılarının saçlarını da yıllarca o şekillendirmişti. Bunlardan biri olan rahmetli Zeki Müren, saçlarını tam 25 yıl boyunca Hakkı Kutlugün’e emanet etmişti. Onunla ilgili anılarını anlatırken “Zeki Müren kadar sohbet etmesini seven birisine rastlamadım” diyerek söze başlamıştı. Sanat Güneşi’nin bazı davranışlarını ise rahmetle yad ederek cümleleri arasına sıkıştırmıştı. Meğer sanat güneşi saçlarını kadınlar bölümünde yaptırırmış. Bazen laubali hareketleri olmasına karşın kendisine böyle davranılmasından hiç hoşlanmazmış.
“Peruk takardı. Önlerde hiç dökülme yoktu ama saçı arkadan seyrelmişti. İlk kez 1974’te bir tepe peruğu taktım. Yıllarca hep onu kullandı. Saçlarına daima röfle yaptırırdı” diyerek de onunla ilgili bölümü bitirmişti.

ABACI NE KADAR BONKÖRSE, EMEL SAYIN DA O DERECE CİMRİYDİ

Anlattığına göre Hakkı Kutlugün’ün bugüne kadar tanıdığı en bonkör müşteri Muazzez Abacı’ydı. Onun bonkörlüğü kadar Emel Sayın’ın da cimriliği Hakkı Usta’nın hafızasına işlenmişti. Ama hepsinin adını sevgi ve saygıyla anıp, güzel hatıralarını anlatmıştı. Yaşamına dair daha birçok kesiti ya onun ağzından dinlemiş ya da bizzat yaşamıştım. Eminim ailesi bir gün onun hayatını ölümsüzleştirip, kitap sayfalarına aktaracaktır. Nur için de yat Hakkı Abi.
Yazının Devamını Oku

Bıyıklar iş görse porsuklar çaya foklar denize kavuşurdu

9 Mayıs 2010
Hepimiz Mustafa Kemal ve Temsil Heyeti’nin 27 Aralık 1919’da gelişiyle Ankara’nın kaderinin değişmeye başladığını biliriz de, kentin nasıl büyüdüğünü pek bilmeyiz. Bu yüzden de geçmişini tanımayan her toplumun yaşadığı hatalara tekrar tekrar düşeriz. Bazı kişilere fikren yardımcı olmak için kısa notlarla kentsel tarihimizi bir kez daha anımsatmak istedim.
Aslında kentin ilk planı 1839 yılında Vinke tarafından yapılmıştı. 1892 yılında demiryolunun gelmesiyle de bu küçük kasaba dikkat çekmeye başlamıştı. Atatürk’ün ilk geldiği 1919 yılında nüfusu ancak 25 bini buluyordu. Bu arada şehre, jeneratörden belli saatlerde verilen elektrik 1918 yılında getirilmişti. Şehir Ankara kalesi ve çevresinden ibaretti. İki katlı ahşap evler, küçük bir çarşı, otel, han ve lokantalar ile mezarlıktan sonra ulaşılan bir tren istasyonu, hepsi o... Yol, su kanalı gibi alt yapılar ise yaşayanlardan çok uzakta kavramlardı. Tozlu ve çamurlu yollarda ise en lüks ulaşım aracı at arabalarıydı.
Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Çankaya, bağ ve bahçeleri ile yayla görüntüsündeydi. Birkaç küçük bağ evi, bozkırın ortasında yer alan yeşilliklerin arasından zar zor seçiliyordu. Şehirse şimdi Numune Hastanesi’nin bulunduğu tepede bitiyordu. İncesu Deresi’nin olduğu yer ise sel taşkınları ile oluşmuş bir bataklıktan ibaretti. Cebeci ve çevresi çayırlıktı. Yer yer kavun ve karpuz, bağ-bostan ekiliyordu.

KEÇİLERİ KAÇIRAN İNGİLİZLER TEKELİ KIRDI

İşte Çankaya bu dönemde hayat buldu. Mustafa Kemal’e ayrılan bağ evi elden geçirilerek köşk haline getirildi. Hemen yakınına Başbakanlık konutu yapıldı. Türkiye Devleti’ni tanıyan ülkeler, gösterilen yerlere inşaatlarını yaparak elçiliklerini İstanbul’dan Çankaya’ya taşıdılar. Böylece Kale ile Çankaya arası dolmaya başladı. 1950’li yıllardan sonra da Ankara yoğun iç göç nedeniyle gecekondularla çevrelendi.
Ekonomi ise birkaç el ustasının maharetli ellinden çıkan ürünlerle, tarım ve hayvancılıktan öteye gitmiyordu. Bu aşamada Ankara’nın tarihten gelen önemli bir zenginliğinden bahsetmeden geçmeyelim. Bu bozkır kasabasında yaşayanlar en önemli gelirini tiftik ticaretinden sağlıyordu. Üstelik 1838’e kadar bu ticaret Türkiye’nin tekelindeydi. İnce, kıvır kıvır, bembeyaz ve 25-30 santim uzunluğunda parlak tüylü tiftik keçilerinin İngilizler tarafından Güney Afrika’ya götürülmesinden sonra tekel elden kaçırıldı. Ama tiftik keçisinin adı hep Ankara keçisi olarak kaldı. Tabii tiftikten yapılan kazakların adı da “Angora”. Tiftik tekelinin yitirilmesi ise Ankara ekonomisi için en büyük darbe oldu.

ANKARA’NIN NAZİLERDEN KAÇAN ALMANLARI

Ankara, 1924 yılında, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra bugünkü anlamda belediye yönetimine kavuştu. 1984 yılından sonra metropolitan ölçekteki büyük sorunlarla uğraşmak üzere Ankara Büyükşehir Belediyesi ve bunun sınırları içinde çok sayıda ilçe belediyesi kuruldu.
Ankara Üniversitesi 1930’lu yıllarda çağdaş ve Batılı anlamda kurulan ilk üniversite olmuştu. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in, Atatürk’ün emriyle gerçekleştirdiği ‘Üniversite Reformu’ ile kuruluşu gerçekleştirilen bu üniversitede, Nazi Almanya’sından kaçan öğretim üyeleri de ders vermişlerdi. Savaş sonrasında Berlin’in ilk Belediye Başkanı olan ünlü şehirci Ernst Reuter de bunlardan biriydi. Reuter, daha sonraki yıllarda Türk vatandaşlığını terk etmeyi kabul etmemiş, ölene kadar bir Türk ve Ankaralı olarak kalmıştı.

KONUMUZ HİTLER BIYIKLILAR DEĞİL BADEM BIYIKLILAR

İşte bu aşamada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir hatırlatma yapmakta fayda var. Nazi esaretindeki Almanya’dan, dolayısıyla Hitler’den kaçan Almanlar o dönemde aynı sorunları yaşamak için Ankara’ya kaçmamışlardı. Türk bilim, kültür ve mimarisine çok önemli katkılarda bulunan bu insanlar İsmet İnönü’nün bıyığından hiç etkilenmemiş ve Nazizm’e yönelik en ufak bir emare görmemiş olacaklar ki ülkemizde huzur içinde yaşamayı seçmişlerdi. Zaten Atatürk, İnönü dönemi derken de uzun yıllar Ankara’da yaşayıp, kök salmışlardı. Ülkelerine dönenler ise Nazi Almanya’sının yıkılmasından çok sonraki bir tarihi tercih etmişlerdi.
Ve geliyoruz bu günlere. Kuruluş amacını ve ruhunu yıpratmaya çalışanlara rağmen Ankara gelişimini halen sürdürüyor. Şehir dört bir tarafa doğru büyürken, moderniteye dönük yüzünü canlı tutarak kültürel birikimine sahip çıkmaya çalışıyor. Üstelik Ankaralılar bugün yaşadıkları sorunların Hitler tarzı bıyıklılar yüzünden değil, badem bıyıklılar yüzünden yaşadığını çok iyi biliyor. Ayrıca bıyıklar o kadar iş görse porsuklar çaya, foklar denize, ayılar ormana kavuşur, hayvanat bahçesinde yaşamak zorunda kalmazdı.

ECEL ONU EŞİNİN DOĞUM GÜNÜ PARTİSİNDE YAKALAMIŞTI

Mayıs ayının her gelişinde önemli bir tenis turnuvası başlıyor ve benim gibi birçok insanın hafızasından halen silinmemiş bir isim tekrar anılıyor. Bu kişi Levent Güray’dan başkası değil... Bundan dört yıl önce kalbine yenik düşüp, vefat ettiğinde henüz 52 yaşındaydı. Ecel, onu eşi için düzenlediği sürpriz doğum günü partisinde yakalamıştı. Çok sevdiği eşi Deniz için aldığı hediyeyi bile sunamadan doğum günü pastanın yanına yığılıp kalmıştı. Geride gözü yaşlı bir eş ve iki evlat bırakmış ama kendisini çok seven dostlarına acı bir veda busesi kondurmuştu.
Levent’i ilk tanıdığımda eşi Deniz’in peşinde koşan romantik bir aşıktı. Basın Yayın Yüksek Okulu’nda birlikte okuduğum Deniz’i okul çıkışı almak sanki ana görevleri arasındaydı. Tüm okulla kaynaşmış ve adeta bizle beraber okuldan mezun olmuştu. Daha sonraki yıllar iş yaşamında başarılı ve ünlü bir müteahhit oldu. Yollar, barajlar, binalar yaptı ve ülke kalkınmasına hizmet etti. Daha da önemlisi kazandığının büyük bir kısmını sosyal kuruluşlara harcayıp, yardıma muhtaç insanların dertlerine deva olmaya çalıştı.

BENİM İÇİN EN KÖTÜ TARAFI FB’Lİ OLMASIYDI

Belki de benim için en kötü yönü koyu bir Fenerbahçe taraftarı olmasıydı. Hatta Ankara’da ki 1907 Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Levent ile zıt düştüğümüz tek konu futboldu. Bir Galatasaraylı olarak maç sonuçlarına bakıp onu kızdırmaktan büyük zevk alırdım. Tabii onun da benden kalır yanı yoktu. Her kötü alınan sonuçtan sonra birbirimize mesaj çeker, kafi bulmayıp telefona sarılırdık. Yıllarca bu duruma öylesine alışmıştık ki, Fenerbahçe’nin bir yenilgisi sonrası benden mesaj ve ses gelmeyince meraklanıp kendisi aramıştı. “ Ne o aramadın, merak ettim. Hasta filan mısın?”
Şimdi beni en üzen tarafı telefonun ucunda onun olmaması. İnanın maç sonuçlarını da eskisi kadar merakla beklemiyorum. Dahası kimseyle yenilgi sonrası mesajlaşıp, telefon bağlantısı kurmuyorum. Ama her yıl bu tenis turnuvasını iple çekip, sevenleriyle birlikte kortta çarpışanları izliyorum. Turnuvaya katılım ise her yıl bir kat daha artıyor. Üstelik çok da ünlü insanlar birincilik için yarışıyor. Bu turnuva sonucu kazanan ise Levent’in kurucusu olduğu ANAÇEV olacak. Zira bütün gelir oraya bağışlanacak.

SİYAH BEYAZ ONUN RENKLİ KİŞİLİĞİNE ADANDI

Ani ölümünün üzerinden tam tamına dört yıl geçti ve dostları, sevenleri tarafından hiç unutulmadı. Adına düzenlenen tenis turnuvası sayesinde de onun şanına yakışır etkinlikler başladı. “Levent Güray Tenis Turnuvası”nın bu yıl üçüncüsü düzenleniyor.
Amaç ise Levent Güray’ın sevdiklerini bir araya getirmekten aldığı keyfi ve yarattığı dostluk ortamını canlı tutmak. Turnuvada O’nun eğitim, sanat ve spora verdiği önemin bir göstergesi olarak düşünülen sanatsal bir boyut da var. Her yıl farklı bir sanatçı tarafından hazırlanan ödüller, bu yıl Alev Mavitan tarafından tasarlandı.
Bu arada Leventle ilintili başka bir aktiviteden de bahsedeyim. Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi olan ve başrollerini Tuncel Kurtiz, Nejat İşler, Taner Birsel, Erkan Can, Şevval Sam ve Derya Alabora’nın paylaştığı “Siyah-Beyaz” filminin sonundaki bölümde Levent’in anısı bir kez daha canlanıyor. Zira film “Levent Güray’ın anısına” sözleriyle bitiyor. Filmin senaryosu Ankara’da 25 yıldır açık olan Siyah Beyaz adlı bar ve sanat galerisi ile onun müdavimlerinden esinlenerek yazılmıştı. Dahası filmdeki karakterlerin hepsi halen Siyah-beyaz’ın müdavimleri olan insanların hayat hikayesini yansıtıyor. Orada barın sahibi Faruk Sade ile eşi Funda da var, Hülya Avşar’ın kız kardeşi Leyla Avşar da.

FİLM KARESİ DEĞİL GERÇEK, YAŞATMAK İÇİN SERVET HARCADILAR

Filmin yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu ile Levent Güray’ın Zonguldak’tan okul arkadaşı olduğunu, filmin bazı kesitlerinin o dönemde yaşanmış gerçek hiyakeyeleri beyaz perdeye aksettiğini vurgulayayım. Aslında yönetmen Boyacıoğlu tıp tahsili yapmış iyi bir doktor ama sinema heyecanı tüm benliğini o kadar kaplamış ki, tercihini bu sektörden yana kullanmış bir ideal adamı. Onun bu ideallerine kayıtsız kalmayan Akman Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Ali Akman ise bir prodüksiyon şirketi kurarak bu filmin finansmanını sağlamış.
Filmi seyretmeye gittiğim günün akşamı hep birlikte Siyah Beyaz Bar’da buluştuk. Zira o gün barın bahçesinin yaza merhaba partisi vardı. Gitmeyenler için bir tavsiyede bulunayım, bahçesi çok güzel ve dekoruyla sizi alıp Bodrum keyfine götürüyor. Yemyeşil bir tabiat örtüsünün içindeki beyaz dekor gerçekten çok güzel... Asıl güzel olanı ise barın müşteri profili. Bu profili yaratmak ve muhafaza etmek içinse kurallarından taviz vermeyen Faruk- Fulya Sade çifti büyük bir hassasiyet içinde. Öyle ki bar ve içindeki sanat galerisini yaşatmak için birçok mülkünü satmış, daha da önemlisi halen satmaktan çekinmeyen idealist bir çift. Bu bardan önce kendileri zevk alıyor sonra müdavimleri. Para ise onlar için çok ama çok arka planda.
Yazının Devamını Oku

Meclis’te düello restoranda düet: Yaşasın kebap kardeşliği

2 Mayıs 2010
TBMM’de anayasa maratonu, Siirt’te çocuklara tecavüz, İzmir’de seri katil, Ankara’da Gökçek derken ülke gündeminden herkes gibi bana da fenalık geldi. Bu hafta sinirlerinizi daha da germemek için farklı bir şeyler aktarmak istedim. Sözü fazla uzatmadan da konuya gireyim. Dikkat ediyorum da, sahibinin ismiyle anılan işletmeler popüler olmaya başladı. Örnek mi? Deniz ürünleri sunan Ayvalık kökenli “Bay Nihat” ile Trabzon kökenli “Fevzi Hoca”... Kebapçıları ise saymıyorum bile. Bilmem kim ustanın meşhur Adanası ya da kaburgası diye levha asıp, müşteri çekmeye çalışanlara ise çok gülüyorum. Meşhurluğu nereden geliyor, o isimle anılan kişi kimdir, inanın bilen bir Allahın kulu yok!
Neyse biz dönelim balıkçılara... Biri Ayvalık Cunda’dan, diğeri Trabzon’dan Ankara’ya gelmiş iki balık restoranı var ki, şu sıralar pek revaçtalar. Özellikle Trabzon’dan gelen Fevzi Hoca, AKP iktidarının bakan ve milletvekillerinin akın etmesiyle ününe ün kattı. Orman Bakanlığı’nın Sögütözü’ndeki binasının içinde lokal olarak kullanılan bir alanı restore ederek faaliyete geçen Fevzi Hoca’ya mevcut iktidarın ısrar ve kıyağının Ankara kapısını açtığı bilinen bir gerçek. Şimdilerde Trabzon’un mütevazı kıyı balıkçısı Ankara’daki ikinci mekanını faaliyete geçirmiş durumda. Yer ise Gaziosmanpaşa semtinde Parlamenterler Birliği’nin sosyal tesisleri. Bu arada hemen söyleyeyim, Fevzi Hoca’nın her iki restoranında da alkol yasak.
Kavaklıdere’deki Mega Residence Otel’in alt katında işletmeye açılan Bay Nihat ise Cunda’ya giden tatilcilerin akınıyla şöhret kazanmış bir Ege işletmesi. Alkollü içecekler de var, ot ağırlıklı mezeler de...

DEVEYİ YARDAN UÇURAN BİR TUTAM OTTUR

Şu sıralar bu iki balıkçının Ankara şubelerindeki sunum ve mönülerine bakıyorum, geldikleri yerdeki performanslarından çok uzaktalar. Bay Nihat’ın Trilye ile Kalbur’un, Fevzi Hoca’nın da Balık Pişirme Evi, Kalabalık, Sadobay, Fish House, Yosun, Balıkçıköy gibi Ankaralı markaların bir adım ötesinde olması çok zor. Hatta Trilye’yi tahtından indirmesini uzak bir ihtimal olarak görüyorum. Neden mi bu yargıya vardım. Sebebini ufak bir örnekle izah etsem yeterli olur.
Bay Nihat’ta bayat midyeyle başladığım ve otlarla sürdürdüğüm balık mönümü kabarık bir hesap pusulasıyla tamamladığım, Fevzi Hoca’da da beklemekten ruhunu teslim etmiş salatamı bir türlü değiştirtemediğim için. Midyeyi özellikle örnek verdim ki, balık mezelerinin temel ürünlerinden biridir ve bayat olması hoş görülecek bir yiyecek değildir. Ayrıca bir Atasözünü hatırlatmakta da fayda var: “Deveyi yardan uçuran bir tutum ottur.”

UNUTULMAMALI Kİ LAİLA YAYLA HAVASI ALMIŞTI

Sonuçta şöyle bir yargıya vardım. Bu balık restoranları geldikleri yerde ününe ün katmış olabilirler ama bu tanınmışlıkları mönüleri kadar bulundukları konumla da alakalı. Örneğin bir dönem Türkiye’de fırtınalar koparan Laila gece kulübünü ele alın. İstanbul Kuruçeşme’deki ana dekoru boğaz manzarası olan Liala’ya adım atmak için insanlar kuyruğa girer, rezerve yaptırmak için dil dökerdi. Sahibi Şefik Öztek baktı ki markası tutuyor, hemen Ankara, Antalya ve Çeşme’de francaise vererek birer Liala daha açtı. Ama kısa bir süre sonra gördü ki, çok büyük paralarla yatırım yapmasına rağmen İstanbul dışındaki hiçbir işletmesi tutmuyor. Zaten İstanbul’daki işletmesi de elinden gidince Türkiye’de fırtınalar koparan markası tümüyle yok olup gitti. Örneğin Ankara’daki Laila, düğünlerin yapıldığı kebapçı oldu.

Nedeni ise gayet basitti; İstanbul boğazında böylesine muhteşem bir doğal dekora sahip her işletme adı ister “Laila” olsun, isterse “Yayla” iş yapabilirdi. Üstelik içinde gece kulübü ve restoran üniteleri olmasına da gerek yoktu. Çay ve kahve satsa bile o ilgiyi görebilirdi. Nitekim daha sonraları başka isimlerle yaşamını sürdüren mekan halen dolup taşıyor. Sözün özü, bulunduğu konumlamayla adını duyuran her işletme, şubelerini açarken sunduğu mönü ve hizmete dikkat etmezse Laila gibi acı bir kaderin pençesine düşebilir.

BEN ONLARI GÖRMEKTEN SIKILDIM ONLAR ET YEMEKTEN SIKILMADI

Şimdi sakın İstanbul ya da diğer şehirlerden gelen işletmelere tavır aldığımı zannetmeyin. Örneğin İstanbullu The House Cafe, Home Store, Kitchenette, Köşebaşı, Park Fora, Tike gibi markaları çok beğeniyorum. Zaten beğeni yelpazesi benimle sınırlı kalmamış olacak ki, Başkentliler büyük ilgi gösteriyorlar.
Hazır söz İstanbul markalarından açılmışken yeni bir işletmeden de bahsedeyim. Ünü tüm ülkemize yayılan Günaydın Et Restoranları, son şubesini de Gazi Osman Paşa’da ki Attar Sokak’ta açtı. Kimi zaman gidiyorum, kimi zaman da önünden geçiyorum hep dolu ve girişte insanlar sıra bekliyor. Ankaralı üç genç iş adamının isim hakkını alarak açtığı bu mekanın her gece önemli konukları da var. Kapı önündeki kırmızı plakalı araçları ben görmekten sıkıldım, inanın onlar et yemekten sıkılmadı. Hele ki halen süren meclisteki son Anayasa değişikliği oylamaları esnasında genel kurul salonunda bulunandan daha çok milletvekiline burada rastladım.
Son gittiğim de Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ile birçok AKP’li milletvekili yemek yiyordu. Yan masaların da ise CHP ve MHP’li milletvekillerine rastladım ki, iktidar ile muhalefetin Meclis çatısı altındaki sert diyaloglarından eser yoktu. Diyebilirim ki hep beraber “Kebap Kardeşliği”ni yaşıyorlardı.

ANAYASA MARATONU YEME İÇME SEKTÖRÜNÜ CANLANDIRDI

Gerçi Anayasa maratonu süresince TBMM’ye yakın bütün yeme içme mekanları ekstra cirolara ulaşıyor. Örneğin Trilye restoran siyasilerin balık tercihini, Papermoon ile Mezzaluna pizza ve makarna tercihini, Big Chefs ise kafe gereksinimini karşılıyor. Yine son günlerden yola çıkarak söyleyeyim, Başbakanın prenslerinden Ömer Çelik’i Mezzaluna’da, Devlet Bakanı Egemen Bağış’ı Papermoon’da, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu’yu ise partili arkadaşlarıyla beraber Big Chefs’de gördüm. Bu arada Eğemen Bağış’ın The House Cafe’deki sürpriz doğum günü partisi ise gerilen sinirleri az da olsa gevşetmişti.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ise yanında yabancı konuklarıyla beraber yine Trilye Restoran’da gördüm. Yine diyorum çünkü Trilye Restoran, Dışişleri Bakanlığı’nın organizasyonları sayesinde Devlet Konukevi’nden çok daha fazla devlet adamını ağırlıyor. Cumhurbaşkanları, krallar, başbakanlar derken yabancı devlet adamlarının damağına hitap eden tanıtım yüzümüz oldu. Doğrusu hizmet ve mönü başarısıyla da bunu hak ediyor.

ÖNCE SAHİBİNİ SONRA SUNDUĞU LEZZETLERİ TANIYIN

Demin et restoranlarından bahsederken bir ismi özellikle sonraya bıraktım. Zira hem başarısından, hem de yeni girişimlerinden bahsetmek için uzun bir yer ayırmak istedim. Çayyolu’ndaki Park Caddesi’ne yolu düşünler iyi bilecektir, orada Butcha isimli bir et restoranı var. Ayrıca mekanın bir bölümü de kasap olarak hizmet veriyor. Bu işletmenin öncelikle üç ortağından birisi olan Ayhan Sevilir’i tanıdım, sonra da lezzetlerini. Nice lezzet durakları bilirim ki, mönüsü ve sunduğu tatlar çok iyidir ama sahibi ile çalışanlarından hoşlanmadığınız için gitmek istemezsiniz. İşte Butcha bu aktardığımın tam aksine hem lezzet olarak hem de patron ve çalışanların sıcak ilgisi sayesinde mükemmel bir mekan. Sadece sahibi Ayhan ile muhabbet etmek için bile gitseniz yeridir.

Mönüsünde sunduğu köfte ve sucuktan azar azar yiyerek başlayacağınız lezzet yolculuğunuzu mutlaka az ama öz tatlı çeşitleriyle bitirin. Küşleme ve pirzolalar ise tavsiye listemin başında. Bu kadar et çeşidinin içinde hamburgeri düşünmeyenler içinse paket servisi öneririm.
Bu arada Ankara’da yaratılan bir marka olarak Butcha çok tutulunca hemen büyüme trendini yakaladı. İki ay sonra Panora Alışveriş Merkezi’nde ikinci işletmesini açıyor. AVM’nin restoran katında açılacak Butcha’da yeme içme mönüsü kadar kasap hizmetine de önem verilecekmiş. Benim merakım ise müşterilerle ilgilenmek için sahibi Ayhan’ın kopyası bulunabilecek mi?

HİÇ KALENDER ZEBRA İLE KOMŞU DA EĞLENDİNİZ Mİ?

İnsan bazen bakar kör olabiliyor. Aracımla hep önünden geçer, hatta kapı önündeki insanları meraklı gözlerle incelerdim... Ancak bir kez olsun kapısından içeri girmedim. Zaten dostlarımın ısrarı olmasa Farabi sokaktaki birazdan bahsedeceğim iki mekâna gideceğim de yoktu. Halbuki neler kaçırmışım, neler? Meğer ne keyifli, ne eğlenceli yerlermiş de haberim yokmuş. Biri Yunan, diğeri Balkan konseptiyle her gece insanlara doyumsuz geceler yaşatıyormuş. Sözü fazla uzatmadan kısa da olsa her ikisinden de bahsedeyim. Gidilecek yerler listeniz de olmasında fayda var.

İlkinin adı “Komşu”. Tipik bir taverna ki yaratılan ortam, dekor ve sunulan yemekler sizi Ege denizinin keyif veren lezzetlerine kadar götürüyor. Yunanistan’dan transfer şefinin elinden çıkan mönü ise oldukça güzel... Türk-Yunan müziğinin harmanlamasıyla sunulan müziğe kayıtsız kalmanız ise neredeyse imkansız.
Diğerinin adı ise Kalender Zebra... Sofrası Türk, Ege ve Akdeniz mutfağından örneklerle dolu... Haftanın belirli günleri canlı performanslarıyla Ege ve Akdeniz müziklerini harmanlayan bir grup var. Yer yer de, eski 45’lik plaklardan çıkan nostaljik müzikler tüm salona yayılıyor. Cuma ve Cumartesi geceleri ise Sefa Bolat ile Şenlik Bandosu, diğer adıyla Balkan Orkestrası coştukça coşturuyor. Üst üste yorucu olur diyorsanız tavsiyem bir hafta Komşu’ya, diğer hafta Kalender Zebra’ya gidin. Maddi tarafı mı? Her ikisinde de fiks mönü uygulanıyor ki, düşük tutulan fatura sayesinde cüzdanınız o kadar zorlanmaz.

KOLEJ KAVŞAĞI HİLTON’LA RENKLENECEK

Kolej Kavşağı’ndaki Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait tarihi binayı bilmeyeniniz yoktur. Uzun yıllar kurumsal hizmet veren bu bina boşaltılmıştı. Daha sonra bir duyduk ki, 39 yıllığına kiraya verilmiş. Hemen ardından da dokuz bin metrekarelik kapalı alana sahip bina, baştan aşağı yenilenmeye başladı. Birkaç ay önce tamamlanan bu çalışmalar sonucunda da 430 yatak kapasiteli, kongre ve toplantı salonları olan bir otel ortaya çıktı. Tesisin sahibi ise Türk turizminin duayenlerinden Tarık Pekkan... Ülkemize Belek’teki Asteria Tatil Köyü gibi birçok tesis kazandıran Pekkan, iki dönem de Belek Turizm Yatırımcıları Birliği’nin başkanlığını üstlenmişti. Onun zamanında dinler merkezi gibi birçok proje hayata geçmişti.
Herkes otelin işletmesini uluslararası bir zincirin Türkiye’deki ilk halkasını oluşturacak “The Peninsula Charlotte Hotel” olacağını bekliyordu. Ancak bu hafta içinde atılan imzayla oteli Hilton Grubu işletmeye başlayacak. Bu şekilde de Hilton’un Ankara’da ikinci işletmesi faaliyete geçmiş olacak.
Yazının Devamını Oku

Alkolsüz düğün töreninde bazı davetliler kafayı nasıl buldu

25 Nisan 2010
Medyadan takip etmişsinizdir; Ankaralılar kısa süre arayla biri Sheraton Otel’de, diğeri de Rixos Otel’de gerçekleşen iki farklı düğüne tanık oldu. İlkinde AKP Şanlıurfa Milletvekili Zülfikar İzol’un oğlu Mehmet Bozan İzol ile eski MHP Milletvekili Süleyman Sazak’ın kızı Ayşegül Sazak görkemli bir törenle evlendi, diğerinde de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın oğlu Mücahit Arınç ile Ankaralı mütevazı bir ailenin kızı Kübra Yeliz Asker dünya evine girdi.
Aslında her iki düğündeki gelin ve damat, modern yaşamın kurallarını özümsemiş gençlerdi. Eğitimleri, giyimleri, kıyafetleri ve yaşam tarzlarıyla çağdaşlığa dair tüm özelliklere sahiplerdi. Ama gel gör ki, düğün ve öncesindeki kına geceleri Ankara sosyal yaşamını gitgide teslim alan İslami tören modasının birer örneği gibiydi.
Her ikisinin de kına gecesi Rixos otelde gerçekleşmişti ki gecede yaşananlar birbirinin kopyası gibiydi. Alkolün olmadığı gece boyunca kadın garsonlar, fotoğrafçılar ve teknisyenler sayesinde salona erkek sineğin bile girmesi engellenmişti. Hatta kadın dj bulanamadığı için müzik yayını yapılan kabin çarşaflarla kapatılıp, erkek dj’nin misafirlerle göz teması kesilmişti. Halbuki salonu dolduran hanımların yarıdan fazlası, tıpkı gelinler gibi çağdaş yaşamı özümsemiş hanımlardı. Zaten kına gecesine geldikleri kıyafetler de bunun en güzel ispatıydı.

EFSANE İSMİN TORUNU VE AŞİRET REİSİNİN OĞLU

Düğün törenleri ise ayrı bir alemdi... Salonların yarısında türbanlı eşler, diğer yarısında ise birbirinden şık saç modelleri ve tuvaletleriyle görüntü veren hanımlar boy gösteriyordu. Ben bunlardan sadece birine katılabildim ki o da yakın dostlarım olan Fatoş- Süleyman Sazak çiftinin kızları Ayşegül’ün mürvetini görmek için Sheraton Otel’de yapılana.
Bilmeyenler için aktarayım, Süleyman Sazak, Gümrük ve Tekel Bakanı iken faili meçhul bir cinayete kurban giden MHP’nin sembol isimlerinden Gün Sazak’ın oğlu ve dünyanın sayılı inşaat firmalarından olan Yüksel İnşaat’ın ortağı. Damat ise en büyük Kürt aşiretlerden biri olan İzol aşiretinin lideri AKP Şanlıurfa Milletvekili Zülfikar İzol’un oğlu. Zaten her iki ailenin çapı bu kadar büyük olunca da nikah şahitlerinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in olması kaçınılmazdı.

IVANA SERT’İN DEKOLTESİ AŞİRET KADINLARININ TÜRBAN VE BİNDALLISI

Neyse biz dönelim düğün törenine. Sahnede, önce yöresel müzisyenlerin söylediği türküler ortalığı inletiyor, sonra da orkestranın icra ettiği yabancı şarkılara eşlik ediliyordu. Bir bakıyorsunuz davul, zurna ve zılgıtlar eşliğinde halay çekiliyor, bir bakıyorsunuz tempolu alkışlarla Seğmen oyunları oynanıyordu. Aslında ortaya çıkan görüntü tam bir Türkiye panoramasınıydı. Daha açık bir ifadeyle yaşananlar iki farklı yaşam tarzının ahenk içinde bir araya gelmesini yansıtıyordu. Üstelik gelenekçi ve çağdaş kesimin bir arada pek çok şeyi paylaşabileceğinin en güzel kanıtı gibiydi... Bir tarafta yırtmaçlı eteğiyle Ivana Sert, diğer tarafta bindallısıyla aşiret kadınları.
Ancak o kısıtlamalar yok mu, o kısıtlamalar! İşte her şey o aşamada düğümleniyordu. Her iki düğünde de alkol yasaktı ve bazı hanımlar itinayla karşı cinsle el sıkışmaktan kaçınıyordu. Kaynaşmadaki ahengi bozan da bu ve buna benzer yaptırımlar oluyordu. Düğün töreni boyunca gördüğüm manzara şöyleydi: Başlarda tıka basa dolu salonun zaman ilerledikçe yarısı hep boş kalmaya başlıyordu. Üstelik nöbet değişimi gibi masalardaki birileri gelince diğerleri dışarı yöneliyordu. Türbanlı hanımların neredeyse tamamı bütün gece boyunca oturduğu yerden kalkmazken, diğer kesimin hanımları eşleriyle birlikte oturmaktan çok dışarıda olmayı yeğliyorlardı.

DAVETLİLER NEDEN SALONDAN OTELİN LOBİSİNE AKTI?

Bir ara ben de onların peşine düşüp salon dışına doğru hamle yaptım ki birçoğunun kapalı alanda sigara yasağından dolayı bahçe ve terasta duman gereksinimlerini karşıladığını anladım. Ama sigara içmek bu kadar uzun sürmese gerek diyerek daha bir alıcı gözle baktım ki ne göreyim; otelin barı ve lobisi iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık. O alanlar düğün töreni kapsamına girmediği için alkol yasağından etkilenmemenin avantajını sunuyordu..
Herkes kendi kesesinden parasını bastırıp içki siparişi veriyor ve bir iki kadeh içtikten sonra tören alanıyla bar arasında mekik dokuyordu. Zaten birçok davetlinin sahnedeki o dans figürleri ayık kafayla yapılacak cinsten değildi. Kısacası o düğünde Sheraton Otel, hem yemekli törenin yapıldığı salondan para kazanıyordu, hem de lobideki bar hizmetinden. Hatta diyebilirim ki lobideki bar faaliyete geçtiğinden beri en büyük cirosunu yapıyordu.

MESCİT TAMAM DA 5 YILDIZLI OTELLERİN BİR TEK MİNARESİ EKSİK

Bülent Arınç’ın oğlunun düğünündeki gelişmelerde bundan farklı değildi. Sanıyorum Rixos’un lobi barı da en çok işi alkolsüz düğün törenlerinde yapıyor. Şimdi aranızdan bazıları “Düğünde alkol şart mıdır ki bunu yazıyorsun” diyebilir. Cevabım; elbette ki değil...
Benim vurgulamak istediğim AKP iktidarıyla beraber bazı şeylerin değiştiğini göstermek. Yıllardan beri beş yıldızlı otellerdeki düğünlere giderim ama son zamanlarda yaşananlara hiç tanık olmadım. Daha önceleri insanlar alkolsüz bir düğün yapacaksa ya buraları tercih etmez, ya da yapıyorsa da yasaklar koymazdı.
Çok değil bundan birkaç yıl önce medya ‘beş yıldızlı otelde de mescit açmak olur mu?’ diye ortalığı inletiyordu. Ancak gel gör ki şimdi birçok otelin bu açılımdaki tek eksiği minare. Hatta kimi yedek bardak çanak takımlarını ‘hiç alkol değmemiştir’ diye öne sürerek toplantı salonunu pazarlamaya çalışıyor. Kına geceleri için de hanımlardan oluşan garsonlar ordusu kuruyor. Ne ilginçtir ki, bu hanım garsonların çoğunu normal zamanlarda otelin restoran ya da balo salonlarında gören yok. Belli ki büyük kısmı sadece bu tür organizasyonlarda kullanılıyor.
Şöyle bir 10- 15 yıl öncesini bir hatırlayın. Kentsel yaşam da kına gecesi, çok şahitli nikah töreni gibi alışkanlıklar var mıydı? Daha da önemlisi ‘İslami sosyete’ diye bir kavram var mıydı?

BURBERRY VE HARVEY NİCHOLS GELİYOR YERLİ MARKALAR FERYAT EDİYOR

Daha önce de yazmıştım, Ankara’daki alışveriş merkezi rekabeti tam bir markalar savaşına dönüşmüş durumda. Mümkünse dünyaca ünlü bir marka, yoksa İstanbul da nam salmış bir işletme, AVM’lerin en büyük silahı olarak savaştaki yerini alıyor. Bunun için de AVM yönetimleri üst sınıf yatırımcılarla bir hayli avantajlı sözleşmeler imzalıyorlar. Örneğin Burberry, Ralph Lauren ve Louis Vuitton markalarını getiren Panora Alışveriş Merkezi, icraatını kira indirimiyle sınırlamayıp, bünyesinde özel düzenlemelere de gidiyor. Ana giriş kapılarının yanı sıra sadece bu mağazalara direkt olarak girilebilecek özel kapılar açıyor, VIP hizmet sunan valeleri devreye sokuyor. Tıpkı Harvey Nichols’u getiren Kent Park Alışveriş merkezi’nin uygulaması gibi.
İşte bu yazımdan sonra posta kutuma birçok bilgi aktı ve madalyonun diğer yönüne bakmam için ikazlar geldi. Ankara üretimli markasını, bırakın Türkiye’nin dört bir tarafını, dünyanın bir çok ülkesine taşıyan ve başarıdan başarıya koşan tekstilci bir dostum, Alışveriş merkezlerinde izlenen politikalara değinmemi istiyordu. Büyük markaların dünya genelinde yüzlerce, hatta binlerce mağazası olduğundan dem vurup, üretimlerinin yüzde 90’ını Uzakdoğu’da yaptırdıklarını belirtiyor ve şunları söylüyordu:

YA FASONCU OLACAĞIZ YA DA UZAKDOĞU’YA TAŞINACAĞIZ

“Orada işçi maliyetleri Türkiye’dekinin onda biri oranında... Ayrıca hammaddeyi de çok ucuza alıyorlar. Bu sebeplerden kaynaklı maliyet farkı zaten var. Alışveriş merkezlerinde en iyi noktalar, çok düşük kira bedelleriyle yabancılara veriliyor. Bu şartlar altında bizim yabancılarla rekabet edebilmemiz çok zor. Yanlış uygulama sonucu, ortaya haksız rekabet çıkıyor.
Biz bu ülkeye hizmet ediyoruz. Katma değeri bu ülkeye bırakıyoruz. Ancak yabancı firmalar, bütün ayrıcalıklardan yararlandığı gibi dekorasyonu bile kendi ülkelerinden getirerek hiçbir katma değer bırakmıyorlar. Alışveriş merkezleri ile ilgili yasal bir düzenleme lazım. Devletin yabancı markaların Türkiye’de daha güçlü olmasının önüne geçmesi gerekiyor. Bu şekilde devam ederse, Türk üreticiler ya fasoncu olacak ya da yabancılar gibi fabrikalarını Uzakdoğu’ya taşıyacak”

PERSONAL SHOPPING’DE BU GİZLİLİK NİYE?

Bir başka dostum ise gazetelere manşet olabilecek bir konuya eğilmemi istiyordu. Bu markaların etiket fiyatları bir kenara özel bölümlerinin incelenmesi gerektiğini vurguluyordu. Örnek olarak da Kent Park Alışveriş Merkezi’nde açılacak olan Harvey Nichols’un “Personal Shopping” yani kişiye özel bölümünden bahsediyordu. Bu markayı getiren firma AVM’nin girişinde tuttuğu büyük mağazaya ilaveten dört bin metre kare kapalı alana sahip özel bir bölümde yaratıyordu. Ana girişten farklı bir kapısı olan personal shopping’e kapalı garajdan özel asansörle girilebiliyordu. Daha doğrusu girileceğini söylüyordu. Yani aracıyla garaja giren kişi özel asansörle yukarı çıkıp, servis alacakmış. Kapıdan geçen müşteri ile elini kolunu sallayan herkesin alınmayacağı bu bölüm sadece VIP müşterilere hizmet verecekmiş. Şu sıralar da bu bölümde çalışacak seçmece personele özel eğitimler veriliyormuş.

KİMLER ÖZEL ASANSÖR VE GARAJI KULLANACAK?

İçinizden “parayı veren düdüğü çalar” diye geçirdiğinizi duyar gibiyim. Ama kazın ayağı öyle değil. İnsanlar lükse ve markaya neden yönelir? Başta başkalarına hava atıp, kendisini farklı bir yerde göstermek için. Eh bu kişiye özel bölümden alışveriş yapacak müşteri neden gizli gizli gelsin ki? Bilakis bu tip insanlar giydiğini, taktığını göstermek için can atmaz mı?
Çevrenize şöyle bir bakın, marka saatini göstermek için ikide birde kollarını sıvayıp, saatine bakanlar, ayakkabısının tabanında yazan markayı göze sokmak için ayaklarını sehpaya uzatanlar yok mu? Hele burası sıcak deyip üzerindeki ceketi ya da hırkayı çıkarıp iç kısmını görünür şekilde asarak etiketi görünür hale getirenler az mı? O halde bu gizlilik niye?
Ben kısmen de olsa cevabını biliyorum. Ankara’daki lüks ürün satan mağazaların birçoğu sokaktan geçen müşterilere değil, hatırlı dostlarına hediye almak için kolları sıvayan iş adamlarına hizmet veriyor. Bu hatırlı kişiler arasında bürokrat ve politikacılar kadar eşler de önemli bir yer tutuyor. Zaten eşlerdeki bu marka merakı inanın her şeye iç geçiren genç nesilde bile yok. Bakalım Harvey Nichols’un personal shopping’ine kimler gelip alışveriş yapacak?
Yazının Devamını Oku

Hanım Ağa’nın öncülüğünde sıcak bölgeden soğuk bölgeye uzanan el

18 Nisan 2010
Aslında yazılacak o kadar çok şey var ki hangi birini aktaracağımı şaşırdım. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’e yönelik saldırıları mı yazsam, yeni açılan mekânları mı, yoksa Belek turizm yatırımcılarının ‘Sıcak bölgeden soğuk bölgeye’ sloganıyla devreye soktuğu girişimini mi? En iyisi yeniaçılan mekanları gelecek haftaya bırakıp, diğerlerine kısa kısa değinmek... Bildiğiniz üzere ATO Başkanı Sinan Aygün, renkli kişiliği, haksızlığa karşı sivri çıkışları ve ekonomimiz üzerine hazırladığı gerçekçi raporlarıyla tanınan bir iş adamı. O da Ergenekon davası kapsamında soruşturmaya alınan, kısa sürede olsa cezaevinde ağırlanan bir mağdur. Üstelik serbest kalmasına rağmen hakkında öne sürülen iddianameyle halen boğuşmaya devam ediyor. Yani kaderi, Ergenekon savcılarının elinde. Hal böyle olunca da uzun zamandan beri sesi soluğu çıkmıyor ve herkesin beklediği çıkışlarını yapamıyor. Esnafın büyük desteğiyle Ankara Ticaret Odası’ndaki başkanlık görevini sürdürürken de ekonomik kriz sonrası mağdur olan üyelerine şifa dağıtmaya çalışıyor. Son zamanlarda bakıyorum bazı çevreler onu ATO’nun zirvesinden indirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Ama oda üyeleri tarafından da çok sevilen Sinan Bey, yapılan haksızlıklara rağmen dimdik ayakta durmasını iyi biliyor.

MARİFET TATLI SU YILANI DEĞİL GÖNÜL ADAMI OLMAKTA

Kongre merkezi gibi dev bir yatırımı Ankara’ya kazandıran Sinan Aygün’ün bu sıkıntılı hali ise benim gibi birçok kişiyi çok üzüyor. Besbelli adamın eli kolu bağlı ve iddianame kılıcı başının üzerinden eksik değil. Ama bazı gruplar onu bir kaşık suda boğmak için yapmadığını bırakmıyor. Eli kolu bağlı bir insana yumruk atmak çok kolay ama hiç vicdani bir olay değil. Madem Aygün’ün yanlışları ve hatalı yönetimi vardı da muhaliflerin sesi niye Ergenekon iddianamesinden önce çıkmıyordu? Bizim geleneğimizde dostlarımızın sadece iyi günlerinde değil, zor günlerinde de yanında olmak var ama maalesef bazıları tatlı su yılanı olmaktan büyük keyif alıyor.

KURDELEYİ KESMELERİYLE DÖNMELERİ BİR OLDU

Geçen hafta kısa adı BETÜYAB olan Belek Turizm Yatırımcıları Birliği’nin düzenlediği “Spor Turizmi” temasının işlendiği paneldeydim. Limak Arcadia Otel’de gerçekleşen organizasyonun gözde konukları ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay başta olmak üzere siyaset, spor ve iş dünyasının tanınmış simalarıydı. Panel boyunca Türkiye’de markalaşmaya yönelik eksiklikler, yanlış bilinenler ve Belek için somut konumlandırma önerileri konuşuldu. Toplantıyı Nur Başnur’un sahibi olduğu N’PR İletişim Danışmanlık şirketi düzenledi ki yöneticileri Filiz Çakır ile Eser Altınok deneyimleri ve organizasyon yetenekleriyle tüm davetlileri bilgi bombardımanına tuttu. Gelişmeleri yazılı ve görsel medyadan takip etmişsinizdir. Hal böyle olunca da bana organizasyonun görünmeyen kısmını yansıtmak düştü.
Panel öncesi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Antalya Valisi Alaaddin Yüksel, BETUYAB Başkanı Cemil Uğurlu ve Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı Turgut Gür tarafından BETUYAB Hoşgörü Bahçesi içinde yer alan “El Sanatları Merkezi”nin açılışı yapıldı. Doğrusu güzel bir girişimdi ama benim gibi birçok davetlinin ilgisini çekmemiş olacak ki, katılanların kurdeleyi kesmesiyle dönmesi bir oldu. Panelin açılışını ise Bakan Ertuğrul Günay yaptı. Konuşmasında 2009 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan küresel ekonomik krize rağmen Türkiye’nin turizmde kayba uğramadığının altını çizerek, turizmcileri iltifata boğdu.

BAKAN ÖVÜYOR BELEDİYE BAŞKANI DÖVÜYOR

Bense, içimden “Bunun arkasından bir şey gelir” diye geçirirken de, ertesi gün sürprizi Belek Belediye Başkanı patlattı. Belek’teki 47 Otel’e bir mektup yollayarak belediye yatırımları için ekstra para isteğini bildirdi. Gerçi geçen seçim öncesi de böyle bir para istenmiş ama toplananlar Anadolu’daki turizmle hiç ilgisi olmayan bir belediyeye seçim yatırımı olarak gönderilmişti. Yani turizm yatırımcıları para ağacı olarak görülmüştü. Eminim ki bu durumdan bakanın haberi olmamıştır. Zira o paneldeki konuşmasında Side belediyesinin örnek yatırımını ballandırarak anlatıyor, yanı başındaki Belek belediye başkanının hizaya gelmesi için kılını kıpırdatmıyordu.

ÖNCELERİ DİREKSİYONU SOLDAN SAĞA KIRDIĞI İÇİN KIZMIŞTIK AMA...

Bu arada Bakan Günay için bir parantez açmak istiyorum. Önceleri soldan sağa zikzaklar yaptığı için kendisine kızanlar kervanına katılmıştım. Ancak gördüm ki mevzisi değişse de dünya görüşü aynı kalmış. Zamanla da düzgün Türkçesiyle yaptığı konuşmalar, sempatik tavırları, Kültür ve Turizme alanındaki çağdaş fikirleri hoşuma gitmeye başladı. Onun döneminde dış dünyaya sesimizi daha iyi duyurduğumuz yadsınamaz bir gerçek. Bakanlığın dar bütçesini popülist değil, akılcı bir yönetim anlayışıyla kullanması, yeni dünya düzenine göre stratejiler geliştirmesi dikkatlerden kaçmadı. Bir yandan kültürel mirasımıza sahip çıkmasını biliyor, diğer yandan da özlenen turizm politikalarını hayata geçiriyor. İnşaat yatırımı kadar markaya ve insana yatırımı teşvik ediyor ki, bu da herkesin çok hoşuna gidiyor.

ELİNE PLAKETİ ALNINA DA ÖPÜCÜĞÜ KONDURDU

Şimdilerde iyi ki taraf değiştirmiş de böylesine aydınlık fikirli Kültür ve Turizm bakanımız var diyorum. Şöyle bir düşünün turizm deyince aklına elma, armut festivali gelip yerel ölçekteki organizasyonlara yönelen bakanımız olsa daha mı iyiydi? Çok değil, Günay’dan önceki dönemlerde bunlara çok şahit olduk. Neyse biz Belek paneline geri dönelim. Bu yıl spor turizminin ele alınması gerçekten önemli bir konu, zira Dünyadaki turizm aktivitesinin yüzde 32’si spor turizminden elde edilen gelirle gerçekleşiyor. Belek’in 69 adet dünya standartlarında tesisi, 51 bin yatak kapasitesi ve 50’ye yakın futbol sahası, dünya standartlarında 15 golf sahası ve 200’ün üzerinde tenis kortu ile spor turizmi konusunda markalaşma yolunda emin adımlarla ilerlediğini bir gerçek. Zaten Antalya Valisi Alaaddin Yüksel’de bu gerçeğin farkına varmış olacak ki baktım tüm turizm yatırımcıları adına BETUYAB Başkanı Cemil Uğurlu’ya plaket vermekle kalmadı, bir de alnına öpücük kondurdu.

DİNLEMEK YERİNE NEDEN BAKILDIĞINI ANLADIM

Panelin moderatörlüğünü üstlenen Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdürü Cumhur Güven Taşbaşı’nın konu üzerine tespitleri çok yerindeydi. Uluslararası Okçuluk Federasyonu Başkanı ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi Üyesi Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Uğur Erdener ile Fenerbahçe kulübü Eski Başkanı Ali Şen’in konuşmaları ise herkesin ilgisini çekti. Bu arada panelist olarak katılan Zaman Gazetesi Yazarı Günseli Özen Ocakoğlu’nun neden konuşmacıseçildiğini ise bir türlü anlayamadım. Ne verdiği turizm rakamları gerçeğe yakındı, ne de fikirleri... Anlaşılan birileri turizmde de zihniyetin nur gibi parlamasını istemişlerdi. Türkiye’nin tanıtım yüzü model Tülin Şahin’in ise konuşmalarını duydukça neden dinlemek yerine bakılması gerektiğini çok iyi anladım.

SICAK BÖLGEDEN SOĞUK BÖLGEYE YARDIM ELİ

Bu organizasyonun konusu değildi ama çok önemli bir girişimi ise Ankaralı Hanım Ağa olarak bilinen Nadire İçkale sayesinde öğrendim. Belek yatırımcıları çok güzel bir olaya imza atmış ve medyaya yansıtılmasını istememişlerdi. Doğuda yardıma muhtaç ailelere, daha doğrusu çocuklara büyük bir yardım paketi hazırlamışlardı. “Sıcak bölgeden soğuk bölgeye” sloganıyla yaşama geçirdikleri yardımlarla 22 bine yakın çocuğa kaban, bot ve çorap yollanmıştı. Üstelik paylaşımı da farklı illere yayarak adaletli olmaya dikkat etmişlerdi. Ağrıya iki bin 800, Kars’a bin 500, Hakkari, Muş, Erzurum, Sivas ve Ardahan’a üçer bin adet paket hazırlamışlardı. Bu arada bin adette Antalya’nın fakir köylerine yollayarak bulundukları bölgeyi de ihmal etmemişlerdi.
Bunun bir başlangıç olduğunu vurgulayan Nadire Hanım, yardımların ülke geneline yayılarak ve miktarın daha da artırılarak sürdürüleceğini söylüyordu. Her ne kadar tüm Belek yatırımcılarının ve Kunaufs isimli Alman şirketi yöneticilerinin organizasyonuyla yardım olayının gerçekleştirdiğini söylese de eminim ki bu projenin yaratılmasında Nadire Hanım’ın öncü rolü olduğu kesin. Zaten onun başta Diyarbakır olmak üzere doğuya yaptığı yardımlar medyanın gündeminden hiç düşmüyor. Açıkçası bu kampanyadaki sloganda, yardım paketleri de alkışlanacak bir girişim. İnşallah tüm iş çevresine örnek olur.

ANKARALI HANIM AĞA’NIN HERKESE ÖRNEK OLACAK YAŞAM MÜCADELESİ

Nadire Hanım, yıllar önce kocası ölünce üç çocuğuyla beraber yaşam mücadelesine girmişti. Bir yandan evlatlarını en iyi şekilde yetiştirmiş, diğer yandan da kurtlar sofrasında aile şirketinin ayakta kalmasını sağlamıştı. Sonuçta da hem iş, hem de özel hayatında çok başarılı oldu. Rahmetli eşinden zorunlu olarak devraldığı şirketi kat kat büyüttü. Hatta ülkemizin sayılı inşaat firmaları arasına soktu. Bunun yanı sıra, turizm yatırımlarına da yönlenip, Ankara ve Antalya’da görkemli tesisler kurdu.
Onun ülkemizde tanınmasını sağlayan girişimleri ise sosyetik hanımlar için düzenlediği yurt içi ve yurt dışı turlar oldu. Hindistan’dan Mısır’a, Diyarbakır’dan Konya’ya kadar birçok ülke ve şehre yönelik geziler basında geniş yer aldı. Ancak en ses getireni Suudi Arabistan’a düzenlenen hac ve umre turları oldu. Zaten Hacca ilk gidişinden sonra da başını örtmeye başladı.
Aslında yüzü gibi içi de güzel olan Nadire İçkale, paraya tahvil olan tüm bu gezileri doğduğu Diyarbakır’daki burslu öğrencileri okutmak ve fakirleri doyurmak için yapıyor. Yani bir yerde, zenginden alıp fakire veriyor. Tabii, kendi cebinden de yüklüce miktar paralar ilave ederek. Onun fikrine göre eğitim alan, iş ve aşa kavuşan bölge insanı teröre bulaşmaz, bu şekilde de ülke barışı sağlanabilir.
Yazının Devamını Oku

Ruslar boşuna dememiş; Çok para sessizliği sever

11 Nisan 2010
Büyükelçiliklerin üzerinde bulunduğu arazi, bağlı bulunduğu ülkenin toprakları sayılır. Bu da uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmıştır. Örneğin Moskova ya da Paris’teki Türk Büyükelçiliği’nin bulunduğu bahçe ve bina ülke topraklarımız gibidir. Tıpkı ABD veya İngiltere’nin Ankara’da konuşlanmış elçilik binaları gibi. Bu mekanlar hem kendi iç güvenlik teşkilatlarınca, hem de bulundukları ülkenin emniyet birimleri tarafından sıkı sıkıya korunurlar ki, bu da olması gereken bir durumdur.
Peki aynı koruma önlemleri o elçiliklerin hemen önünde yer alan cadde ve sokaklar için de geçerli midir? Güvenlik önlemi alıyoruz diye sokak ve caddelerin hem yayaya, hem de araç trafiğine kapatılması normal midir? Üstelik bina damında, elinde uzun namlulu silahlarla çevreyi süzen güvenlik güçleri, alışılabilecek bir görüntü müdür? Heleki bir de karşınıza çıkan bariyerler, geçişi engelleyen panzerler, minibüsler ve Amerikan arabaları varsa! Sakın olaki bir Hollywood filminden bahsettiğimi filan zannetmeyin. Size, semt sakinlerinin bile neredeyse pasaportla geçiş yapabildiği Ankara’nın girilemeyen bazı cadde ve sokaklarından söz edeceğim.

İSRAİLLİLER YOLU KESİYOR KOMŞULARI CANINDAN BEZİYOR

Başkentin en lüks semtlerinden biri sayılan Gaziosmanpaşa’nın Mahatma Gandhi Caddesi’ndeki İsrail Elçiliği ilk durağım. Kiralık bir binada faaliyetini sürdüren elçiliğin önündeki yol, bariyerlerle kapanmış durumda ki ne araçlar, ne de yayalar geçebiliyor. Araçla barikatın öteki tarafına ulaşmanız içinse gerisin geri dönüp, caddenin diğer ucundan girmeniz gerekiyor. Üstelik karşınıza çıkan engeller sadece çiçeklerle bezenmiş bariyerlerden oluşmuyor. Üniformalı Türk polisinin yanı sıra her hallerinden MOSSAD elemanı olduğu belli İsrailli görevliler de karşınıza dikiliyor.
Silahlı ya da bombalı saldırıya karşı alınan önlemler gereği bunlar olurken, hiçbir yetkilimiz çıkıp da İsraillilere, “Elçilik binasını komşularınızı rahatsız etmeyecek daha güvenli bir bölgeye taşıyın” demiyor. Anladık elçilik arsası o ülkenin toprağıdır ama önünden geçen yollar o kentte yaşayan tüm vatandaşların ortak malıdır. Sonuçta halihazırda kiralık bir binada oturan İsrailliler pekala daha güvenli bir bölgede, komşularını rahatsız etmeyecek bir şekilde konsolosluk hizmetlerini sürdürebilirler.

CADDENİN 83 İLE 91 NUMARALARI ARASINDAKİ EVLER İŞGALDE

İşte bu fiili işgal İsrail Elçiliğiyle komşu olma şanssızlığı yaşayan ev sahiplerini canından bezdirmiş olacak ki imza kampanyası başlattılar. Caddenin 83 ile 91 numaraları arasında oturan daire sahipleri, eksiksiz olarak imzaladığı dilekçeyi hem Emniyet Müdürlüğü’ne, hem de Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın ilgili birimine ulaştırdılar. İstekleri ise haklı nedenlere dayanıyordu ki özetle rahatsız oldukları konular şunlardı:
“Caddenin iki başına dört adet beton blok konularak, 4199 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 14/1 maddesine aykırı bir uygulama yapılmaktadır. 85 numaradaki konsolosluk binasının önüne ve yol üzerine yaya kaldırımını da işgal edecek şekilde beton çiçeklik yapılmıştır. Bu uygulama da yasal değildir. Kanuna aykırı bu keyfi uygulamalara derhal son verilmelidir.”

PARİS’TE AMERİKA İŞGALİ DEVAM EDİYOR

Benzeri bir durum da Amerikan Elçiliği’nin bulunduğu Paris Caddesi’nde yaşanıyor. Hastanenin bile bulunduğu caddenin her iki girişinde de araç geçişini engelleyen güvenlik kapıları ve dev Amerikan otoları var. Park halindeki bu araçlar yolu o kadar daraltıyor ki, kaplumbağa hızıyla aracınızı sürmek zorunda kalıyorsunuz. Durmakla gitmek arasındaki süratinden istifadeyle de, Amerikalılara ait araçların içindeki ajan gözlüklü tipler, sizi baştan aşağıya süzüyor. Hatta bu göz hapsi elinde paket bulunan yayalar için daha ileri boyutlarda uygulanıyor. Şüpheli durumuna düşerseniz de resmi giyimli Türk polisi devreye giriyor ve Amerikalı meslektaşlarının gözetiminde kontrollerini gerçekleştiriyor.
Başkentlilerin yaşadığı sıkıntı, sadece elçilik binalarıyla sınırlı değil. Başbakanlığın önündeki yol, bazı askeri binaların bulunduğu yerler aklıma ilk gelen örnekler. Sonuçta yaşadığımız kanunsuz uygulamalar beni fazla sinirlendirmiyor. Zira biz zaten yasaklarla bezenmiş cadde ve sokaklara alışığız. Korkum, bu duruma tepkisiz kaldığımız sürece bizden sonraki nesillerin de alışacak olması.

GÖKÇEK’İN SESSİZ KALMASININ SEBEBİ NE?

Geçen hafta Melih Gökçek ile mahkeme koridorlarına kadar uzunan “Villa” tartışmasını köşeme taşımıştım. Konunun peşini bırakmadığım için yüzlerce destek ve teşekkür iletisi aldım. Tabii Gökçek hakkında ‘şu konuyu da yazar mısınız?’ diyen talepler de. Ancak yazdıklarım hakkında Melih Bey’den ses seda yok. Aklıma Rusların ünlü bir atasözü geldi ki benim çok hoşuma gider. “Çok para sessizliği sever”... Biliyorsunuz, Asliye 5. Hukuk Mahkemesi’nin verdiği kararla altı bin lira kazandım, dört bin lira da ödeyeceğim. Acaba altı bin lira Sayın Gökçek’e çok mu geldi?
Bu davayı açarken tüm Ankaralılara bir söz vermiştim. Tazminat davasını kazanırsam, alacağım parayı vatandaşın hizmetine sunacaktım. Daha açık bir ifadeyle bu parayı, villanın hükmiyetinden kurtulan park alanının tanzimi ve çitlerin yıkımı için kullanacaktım. Tek bir şartım vardı; o da Çankaya Belediyesi’nin parkın ismi konusunda benim dediğimi yapması..

PARKIN ADININ MELİHA OLMASINI ÇOK ARZULUYORUM

Parkın ismi ne mi olacak? Hemen aklınıza garip içerikteki bir tabela gelmesin. İsteğim, adının “ İ.Meliha Parkı” olması, hepsi o.
İsme bakıp da sakın yanlış bir anlam çıkarmayın. “İ” benim ve ailemin soyadı olan İpekeşen’in baş harfi, “Meliha” ise rahmetli anamın adı. Yoksa Melih Gökçek’le uzaktan yakından bir ilgisi yok... Ama olmadı, kazandığım altı bin lira ile bunların yapılması zor. Bakalım dosyayı inceleyecek olan Yargıtay bu miktarın artmasını ve emsalden dolayı yediğim 4 bin liralık manevi tazminat parasının kalkmasını sağlayabilecek mi? Bir de Çankaya Belediyesi Melih Gökçek’in bile pes edip, terk etmek zorunda kaldığı parkı, Başkentlilere kazandırabilecek mi? Kafamda soru işaretleri var. Zira etrafı çit ve brandalarla kaplı park alanı için geriye sadece duvar yıkımı kaldı ki, Çankaya Belediyesi halen kılını kıpırdatmıyor.

BU UYGULAMALAR SERKAN’I BİLE BEZDİRMİŞ

Hürriyet Daily News gazetesinin Ankara Temsilcisi Serkan Demirtaş özüyle sözüyle çok güvendiğim ve enternasyonal gözlemlerine inandığım bir meslektaşımdır. Geçenlerde THY ve Anadolujet hakkında yazdığım yazılar konusunda yorumlarını yaptıktan sonra, “Türkiye’nin başkentinin tek havaalanına ilişkin en ciddi eleştirileri sen yapıyorsun. Bize reva gördükleri muameleleri az bile yazmışsın” diyerek başından geçen ilginç bir olayı anlattı. Noktasına, virgülüne dokunmadan size de aktarıyorum.
“21 Mart günü sabah saatlerinde Ankara’dan Lufthansa Hava Yolları ile Frankfurt’a uçuşum vardı. İnlerin ve cinlerin top oynadığı devasa dış hatlar terminaline geldiğimde, yaklaşık 100 kişilik tek bir sırayla karşılaştım. Hangi uçuş için hangi kontuarda check-in işlemi yapıldığını gösteren tabloya baktığımda aynı saatlerde THY’nin de Duesseldorf uçuşu olduğunu gördüm ama bu tablo hangi uçuşun hangi kontuarda işlendiği bilgisine yer vermiyordu.

THY KURUMSAL DEĞERE VERDİĞİ ÖNEMİ YOLCUSUNA DA VERSE!

Önce sırada bekleyenlere sordum: Bazısı Duesseldorf bazısı Frankfurt için bekliyoruz deyince doğrudan bankodaki memurelerden birine sordum. Lufthansa Frankfurt uçuşunun başka bankodan yapıldığını söyledi ama etrafta başka açık banko yoktu. Ayrıca hiçbir bankoda da ne Lufthansa, ne Frankfurt uçuşu yazan bir bilgilendirme notu da yoktu.
Danışma bölümüne gittim bu kez de. Orada uyuklamakta olan görevli kız, biraz düşündükten sonra “iki uçuş aynı anda aynı bankodan yapılıyor” yanıtını verdi. Aynı anda yabancı yolcularda dönüp dolanmaktan bıkmış şekilde danışma masasına gelince görevli kızın, yabancı dil bilmediği, dolayısıyla yolculara doğru bilgi aktaramadığını gördüm.
Durum şu: THY ve Lufthansa’nın ayrı kentlere olan uçuşları toplam üç kişilik bir THY memur ekibi tarafından işleniyor. 150’şer yolcu olduğunu farz edersek, üç memur toplam 300 kişinin check-in işlemlerini yapıyor ve bagajlarını işliyor. Bu nedenle de dış hatlarda sabah sabah upuzun bir kuyruk oluşuyor.
Sorun bu kadarla kalsa o da iyi. Saat 10.30 da kalkması gereken Frankfurt uçağı check-in sürecindeki gecikmelerle rötarlı havalanınca, Frankfurt’tan Berlin’e olan aktarmamı da kaçırmış oldum. Buradaki eleştirilerimin bir bölümü Havalimanı yönetimine, bir bölümü de THY’ye gidiyor. Bence her iki kurumun da bir an önce kendi sorumlulukları doğrultusunda Ankara yolcularına çağdaş bir hizmet vermeye dönük önlemleri almaları gerekli.”
THY’nin kurumsal değere verdiği özeni, vatandaş odaklı hizmet ilkesi doğrultusunda da göstermesini beklemek, tıpkı Serkan gibi biz Türk vatandaşlarının da hakkı olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Gökçek’in usulsüzlük yaptığı mahkeme kararıyla tescillendi

4 Nisan 2010
Herşey, “Ankara’yı bilmem ama bizim sokağı ihya etti” başlığıyla kaleme aldığım yazı üzerine başlamıştı. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu yazıya çok öfkelenmiş ve hemen telefona sarılıp, benimle ağız dalaşına girmişti. Ahizenin ucundaki sesi kulak zarını yırtacak kadar yüksek ve sinirliydi. Kimi zaman terbiye sınırlarını aşan sözlerle bezeli konuşmasında yazdığım konuya kendince açıklık getirmeye çalışıyordu. Melih Bey, büyük oğlu Ahmet Gökçek ile ailesinin oturması için Oran semtinde, belki de Ankara’nın en değerli arsası sayılabilecek Panora Alışveriş Merkezi ile Park Oran Konakları’nın bitişiğindeki Funda Sitesi’nden villa satın almıştı. Villa öyle orta halli, hatta gelir düzeyi biraz üstte vatandaşların bile rahatlıkla satın alacağı cinsten bir konut değildi. Tapu kaydıyla 743 bin TL’ye satın aldığı bilinen bu villayı hangi birikimiyle aldığını sormuştum. Zira konuyu köşeme taşımamdan yaklaşık bir ay önce çıktığı iki televizyon programında gazetecilerle tartışırken, “Bizim ailece öyle fazla bir paramız yok” demiş, kendisi, eşi ve çocuklarının toplam birikiminin 160 bin TL civarında olduğunu açıklamıştı.

VİLLAYI NASIL ALDIĞINI SORUNCA KAVGA KIYAMET KOPMUŞTU

Aradan bir ay geçtikten sonra bu villayı nasıl aldığını sormuştum ki kavga kıyamet koptu. Bu yazıma çok sinirlenen Melih Gökçek, telefonla arayıp yalan yazdığımı, kendisine yönelik karalama kampanyası içine girdiğimi filan söyledi. Şimdi aramızda geçen telefon görüşmesinin özetini de vermek lazım ama bir belediye başkanının terbiye sınırlarını aşan konuşmalarını sayfama taşımaya ahlaki değerlerim izin vermiyor.

Gazete sütunu, ardından telefon görüşmesiyle başlayan tartışma, 2007 yılında Tempo dergisinde yayınlanan köşe yazımla doruk noktasına ulaştı. Birçok gazetedeki köşe yazarı bu yazım üzerine Gökçek’e yüklenip, konuya açıklama getirmesini istedi. O sıralar Star TV ekranlarında Objektif programını sunan Kadir Çelik ise iki hafta üst üste canlı yayında bizi karşı karşıya getiriverdi. İşte mahkeme kapılarına kadar taşınan tartışmamızda bu şekilde başladı. Ben 100 bin TL’lik hakaret davası açtım, o da ‘kamuoyuna gerçek dışı bilgi verdiğim ve kişilik haklarını zedelediğim için’ 50 bin TL’lik manevi tazminat davası... Üstelik benim yazılarımı olduğu gibi köşesine taşıyan Emin Çölaşan’a 35, Yalçın Bayer’e de 15 bin TL’lik manevi tazminat davası açmayı ihmal etmeden.

TEK KONUYA ÜÇ AYRI MAHKEME VE ÜÇ AYRI KARAR

Yaklaşık üç yıldır süren davalarımız nihayet karara bağlandı. Gökçek’e tükürdüğünü yalatacak manevi tazminat davasını kazandım ve Asliye 5. Hukuk Mahkemesi, Gökçek’in 100 bin yerine altı bin TL ödemesine karar verdi. Asliye 18. Hukuk Mahkemesi ise Emin Çölaşan’ı haklı görüp davayı düşürdü. Asliye 19. Hukuk Mahkemesi ise Çölaşan’la emsal dava olmasına rağmen Yalçın Bayer’i iki bin lira tazminata mahkûm etti. Bu arada Asliye 5. Hukuk Mahkemesi benim de Melih Gökçek’e dört bin TL manevi tazminat ödememe karar verdi. Üç ayrı asliye hukuk mahkemesi ve aynı konu da üç ayrı karar...
Benimle olan davası 19 Kasım 2009’da karara bağlandı. Yalçın Bayer’in kararı ise yeni tebliğ edildi. O yüzden Bayer’in gerekçeli kararı üzerinden konuyu aktaracağım ve birazdan ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Ancak en önemlisi bir belediye başkanının mahkeme kararlarıyla tescillenmiş usulsüzlüğünü okuyacaksınız. Özellikle Cumhuriyet Savcıları bu yazıyı dikkatlice okusun ki soruşturma başlatmak için sağda solda delil aramasın. İçişleri Bakanlığı’na da sesleniyorum; Adana Belediye Başkanı Aytaç Durak’ı görevden alma kıstasınız nedir bilemiyorum ama Melih Gökçek’i de bu ilgiden mahrum bırakmamanız gerektiğini düşünüyorum. Zira çağdaş ülkelerde bir kamu görevlisinin suçu mahkeme kararıyla tescillenmişse görevden el çektirmek için bir dakika bile beklenmez.

HALKA AİT PARK ALANINI VİLLANIN BAHÇESİNE EKLEMİŞTİ

Mahkeme kararıyla suçu sabit görünen bir belediye başkanının ve satın aldığı villanın hikâyesini aktararak konuya gireyim. Bir villa düşünün, kamuya ait park alanını ve trafo merkezi için ayrılan bölümü hiç çekinmeden bahçesine ilave edebiliyor. Nasıl mı? Çankaya Belediyesi arşivlerinde bulunan Bölge Mevzii Planı’na sadık kalarak aktarayım.
Turan Güneş Bulvarı üzerindeki 81146 No’lu plan kapsamındaki Funda Sitesi, 186 adet apartman dairesi ile 17 bağımsız villadan oluşan bir yerleşim birimi. Gökçek, bu villalardan en şanslı konumdaki 26.676 ada, 2 parsel 1 No’lu bağımsız bölümdeki villaya sahip. Yanında kocaman bir bahçe, önünde de alabildiğine geniş ve korunaklı park olan bina sanki cennetin göbeğinde konuşlanmış gibi... İşte, sorun da burada ortaya çıkıyor.
Etrafı duvar ve ağaçlarla örülen bahçenin villaya ait kısmı azınlıkta kalırken, bir bölümü halkın kullanımına açılması gereken parka, bir diğer bölümü de yine kamuya ait trafo alanına ait. Yani, Gökçek, halka açık olması gereken park ile trafo alanını kendi villasının bahçesine ekleyivermiş! Üstelik Mevzii İmar Planı’na göre villanın etrafına çit, duvar gibi sabit ayraçlar yapmak da yasak.

HABERİM YOK DEDİ ÜÇ YIL OYALADI

Melih Gökçek öncelikle televizyon programında “Ben villayı satın aldığımda durum böyleydi” demişti. Ben de, “Siz aldıktan sonra böyle bir duruma şahit olduysanız, halen niye görevinizi yapmıyorsunuz? Vatandaşın ve kamunun malına sahip çıkmak sizin göreviniz değil mi? Yoksa bu durum villanızdan dolayı işinize mi geliyor?” diye soru yöneltmiştim.
Melih Bey’in, villanın illegal şekilde el konulan bahçesi için verdiği, daha sonraki yanıtlar da ekran başındakileri güldürür içerikteydi. Sonuçta “Burayı satın alırken ve sen yazana kadar bu durumdan haberim yoktu. Çankaya Belediyesi gelsin parklarını alsın” diyerek teslim bayrağını çekmişti.
Aradan üç yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, vatandaş Ankara’nın en gözde yerindeki bu parkına tam anlamıyla kavuşamadı. Üstelik villanın bahçesini çevreleyen çit şeklindeki ağaçlar daha da büyüdü ve bırakın içeri girmeyi, görmeyi bile engelledi. Ne Melih Gökçek işgal ettiği yerleri halka iade etti, ne de Çankaya Belediyesi parklarına sahip çıktı. Bu durum da Asliye 19. Hukuk Mahkemesi’nin 2009 yılında görevlendirdiği bilirkişi raporunda yer aldı. Mahkemenin gerekçeli kararında yazılanlar noktası virgülüne şöyle:

MAHKEME GÖKÇEK’İN USULSÜZLÜK YAPTIĞINA KARAR VERDİ

“Mahkememizce aynen kabul edilen bilirkişi raporuna göre, villanın bitişiğinde bulunan park alanı ve trafo alanı gibi kamuya ayrılmış alanlar davaya konu villanın bahçesine katılmıştır. Bir bütün olarak kullanılmaktadır. Keşif tarihinde dahi bir bütün olarak kullanılmaktadır.(Not: Mahkeme, yazdığım haberden yaklaşık iki yıl sonra keşfe gitti) Davacının, kamuya ayrılmış bulunan park alanını ve trafo alanını kendi alanına dâhil ederek halen dahi kullanması imar yasasına aykırılık oluşturmaktadır. Davacı,Ankara Büyükşehir Belediye Başkanıdır. İmara aykırı şekilde kamu alanını kullanmasında hukuki dayanak yoktur. Davacı tam kusurludur. Haber, davacının kusuruna dayanılarak yazılmıştır.”
Bu satırlardan da anlaşılacağa üzere mahkeme, gerekçeli kararında Melih Gökçek’in usulsüzlük yaptığını ve yapmayı da sürdürdüğünü söylüyor. Bu karar savcılık soruşturması ve görevden el çektirilmesi için yeterli değil mi?

VATANDAŞA AİT PARKIN VİLLAYLA İLİŞKİSİ KESİLDİ AMA...

Peki, 2009 yılının Aralık ayında verilen bu karar gerekçesinden sonra Melih Gökçek ne yaptı? Elbette ki uyanıklığa devam etti. Hem de kendince zeki bir planla. Yukarıda ki fotoğraflarda da göreceğiniz gibi mahkemenin gerekçeli kararından hemen sonra villa ile park ve trafo alanı arasına tel örgü çektirdi. Yani yasal sınırlara çekilmek zorunda kaldı. Ancak, halka ait park ve trafo alanı ise yine vatandaşın kullanımına kapalı duruyor. Çevresi ağaç, beton duvar ve brandalarla yine çevrelenmiş durumda. Tek bir girişi var o da villanın önünden.
Gelelim neden dört bin lira manevi tazminat ödeyeceğime. Efendim bu villanın emsal bedelini 1,5 milyon dolar yazmışım, hâlbuki kendisi 743 bin TL para ödemiş ve bir belediye başkanını halk gözünde yanlış göstermişim.

BİR BELEDİYE BAŞKANI NAZINI VE BİLMEM NESİNİ KULLANIRSA

Anladığım kadarıyla hakim benim yazımı tam okumamış. 2007 yılının Nisan ayında çıkan köşemde ne yazmıştım ben: “Emsal değeri 1,5 milyon dolar eden bu villayı Gökçek tapu kaydındaki rakamıyla 740 bin Türk lirasına aldı”. Yani tam rakamı vermişim. Hâkim ise bu emsal değer rakamımı abartılı bulmuş. Bir de villayı nasıl aldığını sormuştum ya, Gökçek’in belgelerini inceleyip iki evini satıp, öyle aldığına kanaat getirmiş. Benim yanıtlarımı ise hiç dikkate almamış.
Melih Bey ile aramızda geçen görüşmenin bantlarını vermiştim. Konuşmasından da anlaşılacağı üzere, villayı emsal değerinin altında aldığını bizzat kendisi söylemişti. Gökçek’in “Ben belediye başkanıyım. Ben kalkar, belediye başkanı olarak adamdan nazımı kullanırım, bilmem ne kullanırım maliyetine alırım. Sen alamazsın arkadaş” sözü teyit niteliğinde değil mi?
Ayrıca, bu villanın değerini hemen yanı başındaki evlerden öğrenmek mümkün. Örneğin, inşaatı yeni tamamlanan ve daire sahiplerinin yavaş yavaş taşınmaya başladığı Oranpark Konutlarında yaklaşık 300 metrekarelik dört artı bir apartman dairelerinin fiyatı 950 Bin TL’den başlıyor, bir milyon 150 TL’ye kadar çıkıyor. Arzu edenler sitenin satış ofisinden öğrenebilir.

KOMŞUDAKİ APARTMAN DAİRELERİ BİLE VİLLADAN PAHALI

Bu apartman daireleri ile Melih Gökçek’in Funda Sitesi’ndeki en az iki katı büyüklüğündeki bağımsız villası dip dibe. Biri apartman dairesi, diğeri bahçesi olan villa... Ortaya çıkacak gerçek fiyatı sizin değerlendirmenize bırakıyorum.
Ayrıca mahkeme, Gökçek’in bu villayı hangi birikimiyle satın aldığı soruma takılmış. Unutanlar için bir kez daha hatırlatayım. Bu villanın satışından yaklaşık 1,5 ay önce Melih Gökçek, Emin Çölaşan ile çıktığı bir televizyon programında mal varlığını açıklamıştı. Kendi birikimlerini açıklarken de tek tek aile fertlerinin birikimini sayıp, nakit olarak 160 bin liralarının olduğunu söylemişti. Eh siz olsanız, 160 bin liralık birikimle 743 bin TL’lik villanın keş parayla nasıl alındığını /images/100/0x0/55eac02cf018fbb8f8945721sormaz mısınız? Ben de doğal olarak sordum. Sorarken de tapudan o yıl içinde Gökçek’lerin mülk satıp satmadığını kontrol ettim. Bir de baktım ki Melih Bey sadece Çankaya’daki bir apartmanın giriş katındaki dairesini 250 bin TL’ye satmış. Bu paraya 160 bin liralık birikimlerini de ilave ettim ve 743 bin TL’ye ulaşması için aradaki farkın büyüklüğünü hatırlattım.

AİLECE BİRİKİMİMİZ 160 BİN TL DEDİ 450 BİN TL’Yİ UNUTUVERDİ

Tartışmalarımız yazılı ve görsel medyada sürerken bir de baktım, “Angora evlerinde bir villam vardı, onu sattım ve 450 bin TL’de oradan aldım” deyiverdi. “Fikri Sağlar’ın da sık sık dile getirdiği villa mı?” diye sordum, “Yok, bu başka villa, 10 Ağustos 2006’da satmıştım” demez mi? Şimdi parmağınızı şakağınıza koyun ve düşünün... Funda sitesindeki villayı almadan 1,5 ay önce televizyon programında toplam nakit parasının 160 bin TL olduğunu söylüyor. Angora’daki villasını ise o televizyon programından yaklaşık yedi ay önce 450 bin lira nakit paraya sattığını vurguluyor. O zaman insan Çölaşan karşısında 160 artı 450 bin TL nakit param var demez mi? Ailece birikimimiz sadece 160 bin lira der mi? Diyelim ki sattı, parasını yedi ay sonra alacak. O zaman da “Şu an ailece nakdimiz 160 bin lira ama 450 bin lira da sattığım villadan gelecek” diye söylemesi gerekmez mi?
İşte mahkemenin gözden kaçırdığı bu detaylar çok önemli. İnşallah dosyayı inceleyecek olan Yargıtay bu anlattıklarımı göz ardı etmez de hak yerini bulur...
Yazının Devamını Oku