Ercan Kumcu

Likidite senetleri para politikasını güçlendirecek

27 Temmuz 2007
MERKEZ Bankası, piyasanın ihtiyacının üzerinde bilançosunu büyüttüğünde, bastığı paranın bir bölümünü piyasadan borçlanarak geri çekmek zorunda kalıyor. Geçen yılın başından itibaren Merkez Bankası’nın bastığı parayı borçlanmasına gerek kalmayacağı düşünülüyordu. Düşünülen üç nedenle gerçekleşmedi.

Birincisi, Merkez Bankası bilançosunu büyütmeye devam etti. Döviz aldı, piyasaya kendi bastığı parayı salmaya devam etti. İkinci neden, mali piyasaların likit kalma tercihiydi. Borçlu kalmaktansa, piyasalar Merkez Bankası’ndan alacaklı olmayı daha fazla tercih ediyorlar. Üçüncü neden yabancı yatırımcıların bazılarının dövizden YTL’ye döndürdükleri paralarını çok kısa vadeli para piyasasında değerlendirmeyi tercih etmeleridir.

KISA VADE REFERANSI

Merkez Bankası’nın piyasadan para çekmesi
birkaç yolla olabiliyor. Bankalardan çok kısa vadeli (bir günlükten birkaç ay vadeye kadar) mevduat kabul edebiliyor. Elindeki devlet iç borçlanma senetlerini belli bir süre sonra geri alım vaadiyle satabiliyor.

Merkez Bankası şimdi yeni bir para politikası aracı kullanmaya başladı. Geçen hafta ilk kez likidite senetleri denen kısa vadeli senet ihraç etti. Merkez Bankası ilk kez bir menkul kıymet ihracı yoluyla piyasalardan borçlandı.

Bu yolla yapılan borçlanmalar arttıkça, Merkez Bankası bir günden üç aya kadar vadeli para piyasasında faizlerin oluşumunda çok daha etkili bir rol oynayacak. Piyasaya sürülen menkul kıymetler bankalar arasında el değiştirmeye başladığında (ikinci piyasa), kısa vadeli faizlerdeki eğilimler çok daha açık bir biçimde görülecek.

Şimdiye kadar "referans Hazine bonosu" denilen yaklaşık iki yıl vadeli devlet iç borçlanma senetleri ekonomideki faiz düzeyi konusunda fikir veriyordu. Şimdi, "referans Hazine bonosu" uzun vadeli faizleri gösterirken, Merkez Bankası’nın çıkardığı likidite senetleri, yaygınlaştığında, kısa vadeli faizler için referans haline gelecek.

Söz konusu kısa vadeli faizler elbette Merkez Bankası’nın para politikasının bir parçası olarak belirlediği günlük borç alma/verme faizlerinden etkilenecek. Ama, likidite senetlerinin ikinci piyasadaki faizlerindeki eğilimler Merkez Bankası’nın belirleyeceği gecelik borç alma/verme faizleri konusunda bir anlamda kılavuz görevi görecek. Para politikası kararları ile mali piyasalardaki dengeler arasındaki iletişim çok daha şeffaf olacak. Piyasa beklentileri çok daha doğru ölçülebilecek.

Gerektiğinde Merkez Bankası dolaşımdaki likidite senetlerinin ihracını artıracak, gerektiğinde, itfalar yoluyla ya da ikinci piyasada alımlar yoluyla dolaşımdaki likidite senetlerini azaltabilecektir.

Bu açılardan bakıldığında, Merkez Bankası’nın uygulamaya koyduğu likidite senetleri ihraçları para politikasının elini güçlendirecek ve para politikasının etkinliğini artıracak bir girişim olmuştur.

İKİ PARA

Likidite senetlerinin yalnızca bankalar ve Merkez Bankası arasında işlem görecek özel bir para piyasası aracı olmaları önemlidir
. Bankaların kısa vadeli likidite senetlerini müşterilerine pazarlamaları (repo ya da başka yollarla) dolaşımdaki paraların (banknotların) bir bölümü faiz kazanan para anlamına gelecek ve para arzının enflasyon yaratma kabiliyetini artıracaktır. Şimdiki uygulama bu açıdan hatalıdır.

Piyasada dolaşan banknotlar da Merkez Bankası’nın yükümlülüğüdür ve faizsizdirler. Likidite senetleri de Merkez Bankası’nın yükümlülüğü olacak, ama faiz verecektir. Dolayısıyla, likidite senetlerinin bankacılık kesimi dışına çıkmasıyla, piyasada faizli ve faizsiz iki para olacaktır. Faizli paranın (likidite senetlerinin) basılı olmayıp kaydi olması bu durumu çok fazla değiştirmeyecektir.

Unutmayalım ki, para politikasının etkinliği söz konusu olduğunda, bankaları Merkez Bankası ile konsolide etmek durumundayız, bankacılık kesimi dışındaki ekonomik birimlerle değil. Bu konuya daha sonra döneceğim.

Seyahat nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku

Seçim sonrası olası iktisadi eğilimler (2)

26 Temmuz 2007
SEÇİM sonuçlarıyla ilgili olumlu havanın iç talep büyümesine bir ivme kazandırması bekleniyor. İç talepteki büyümenin diğer makro ekonomik büyüklüklere çeşitli etkileri olacaktır. İleriye dönük olası gelişmeleri belirleyecek bir diğer unsur seçimler nedeniyle bozulma eğilimine giren kamu finansman dengesinin ne boyutta ve ne denli hızlı düzeltileceğidir. Seçim döneminde bozulan kamu finansman dengesi önümüzdeki dönemde iç talep büyümesine katkı yaparken, kamu finansman dengesinin hızla düzeltilmesi iç talep büyümesindeki ivmeye, sınırlı da olsa, frenleyici bir etki yapabilecektir.

DIŞ AÇIKLAR

Ekonomik birimlerin ertelenmiş yatırım ve tüketim kararlarının devreye girmesiyle ithalat talebinde artış beklenmelidir
. Dolayısıyla, önümüzdeki aylarda dış ticaret açığının artma eğilimine girmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Aynı paralelde, cari işlemler açığı da artacaktır. Turizm gelirlerinde beklenenin üzerinde bir artış cari işlemler açığındaki artışı biraz sınırlayabilir.

2006 yılının ortasından bugüne kadar özel kesimin tasarruf dengesinde bir düzelme, kamu kesiminin tasarruf dengesinde ise bir bozulma söz konusuydu. Büyük ölçüde bu iki farklı eğilim birbirini dengeledi ve cari işlemler açığı yıllık bazda 31 milyar dolar civarında bir istikrara kavuştu. Önümüzdeki dönemde, özel kesimin tasarruf dengesinin yeniden bir bozulma eğilimi içine girmesi beklenmelidir. Kamu kesimi tasarruf dengesi düzelmeye başlasa da, ekonomideki toplam tasarruf dengesinin bozulması söz konusu olacaktır. Dolayısıyla, cari işlemler açığının (dışarıdan ithal edilen tasarruflar) artması yönünde ekonomide bir talep doğacaktır.

Bu aşamada, cari işlemler açığını düşürmek ya da artmasını önlemeye yönelik politika seçenekleri çok gerçekçi görünmemektedir. Kamu kesimi tasarruflarını artırmaya yönelik olarak bütçe harcamalarını kısmak (bu alanda önemli katılıklar söz konusudur) bu anlamda yeterli olamayacaktır. Ertelenmekte olan kamu kesimi fiyat ayarlamalarının çok hızlı bir biçimde devreye sokulması ise enflasyon görünümünü bozacaktır. Kamu kesiminde fiyat ayarlamaları yapılsa dahi, bu ayarlamalar belli bir süreye yayılacaktır. Zaten, öyle de olmalıdır.

FİNANSMAN KALİTESİ

Cari işlemler açığının
geldiği ve önümüzdeki dönemde gelebileceği boyut Türkiye ekonomisinin en kırılgan alanlarından biri olmaya devam edecektir. Sorunun kalıcı çözümü kısa dönemde gerçekçi olmadığına göre, dikkat edilmesi gereken konu kısa dönemde cari işlemler açığının finansmanının kalitesidir. Açığın finansmanının kalitesini artırılmasına yönelik olarak ekonomi politikalarına güven ve göreli ekonomik istikrar önemli olmaktadır.

Enflasyon hedefi ciddiye alınıp "fiyat istikrarı odaklı" para politikasından ödün verilmemelidir. Özelleştirmeler devam etmelidir. Gündemdeki yapısal reformlar geciktirilmeden devreye sokulmalıdır. Avrupa Birliği ve IMF ile ilişkilerin bu alanda çok önemli "çapa" görevi gördükleri unutulmamalıdır. O şartlarda, cari işlemler açığının çok önemli bir bölümünün doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile finanse edilmesi mümkün olabilecektir.

Bu arada, uluslararası piyasalarda gelişmekte olan ülkelere yönelik risk iştahının kaçmaması içinde duacı olmak gerekiyor. Çünkü, bu aşamada, Türkiye ekonomisindeki kırılganlıkları kısa dönemde giderip "yumuşak iniş" yapma olanağı kalmamıştır.
Yazının Devamını Oku

Seçim sonrası olası iktisadi eğilimler (1)

25 Temmuz 2007
ÖNCE 2006 yılı ortası dalgalanması ardından yaklaşan seçimlerle ekonomik birimler yaklaşık son bir yıldır yatırım ve tüketim kararlarını giderek ertelediler. Çeşitli ekonomik verilerde bu eğilimleri gözledik. Bu dönemde yatırım ve tüketim malları ithalatındaki büyüme durdu. Ortalama ekonomik büyümede iç talep büyümesinin katkısı azaldı, dış talep daha etkin oldu. Merkez Bankası kısa vadeli faizleri değiştirmeyerek iç talep büyümesinin enflasyon görünümüne olumsuz katkı yapmasını bir ölçüde önledi.

DÜĞÜN BAYRAM

Seçimler yapıldı. İktidar partisi beklentilerin de ötesinde oylarını artırdı. Siyasi belirsizliğin bir ayağı ortadan kalktı. Bunun ilk sonuçlarını faiz ve kurlarda görüyoruz. Uzun vadeli faizler (referans hazine bonosu faizleri) Merkez Bankası’nın tespit ettiği kısa vadeli faizlerin oldukça altına geldi. Yani, ekonomik birimler çok kısa vadede paralarını daha yüksek Merkez Bankası faizinden değerlendirmek yerine daha düşük faize razı olarak daha uzun vadeli (22 ay) yatırım araçlarında değerlendirmeyi tercih etmeye başladılar. O halde, ekonomik birimler kısa vadeli faizlerin kısa bir süre içinde düşmesini bekliyorlar.

Bu yöndeki beklentiler bankaların uzun vadeli kredi faizlerini de düşürecektir. Tüketici, oto ve konut kredileri faizleri önümüzdeki dönemde düşme eğilimine gireceklerdir. Durgunlaşmaya başlayan iç talep artışı yeniden hızlanma dönemine girecektir.

Ertelenen yatırım kararları devreye sokulacaktır. Dayanıklı tüketim malları, oto ve konut taleplerinde belli bir artış gözlenecektir. Kısacası, aynı hızda olmasa dahi, 2005 yılında gözlenen iç talep büyümesine benzer bir dönemi yeniden yaşayabileceğiz. Uluslararası piyasalardaki olumlu beklentiler de devam ettiği taktirde, yurt dışından para girişleri iç talep büyümesini fazlasıyla destekleyebilecektir.

Önümüzdeki dönemde "ekonomide düğün bayram" diye nitelendirebileceğimiz bir süreç yaşayabileceğiz. Cumhurbaşkanı seçiminin sorunsuz atlatılması bu ortama katkı yapacaktır. Süreci hızlandırabilecektir.

POLİTİKA TEPKİSİ

Bu şartlarda, Merkez Bankası’nın işi birçok açıdan çok daha fazla zorlaşmaktadır. Merkez Bankası üzerinde kısa vadeli faizlerin düşürülmesi yönündeki baskılar giderek artmaktadır. Kendi dışındaki nedenlerle zaten büyüme eğilimine girecek olan iç talep karşısında Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri düşürmesi enflasyon açısından "yangına körükle gitmek" gibi olabilecektir. 2005 yılının son dönemiyle 2006 yılının ilk dört aylık döneminde böyle bir olguyu yaşamıştık.

Diğer taraftan, döviz kurlarının düşmesiyle, Merkez Bankası’nın döviz alımları yoluyla kurlardaki düşüşü frenlemesine yönelik baskılar da vardır. Likiditenin zaten bol olduğu bir dönemde Merkez Bankası’nın bu yolla daha fazla Türk Lirası likiditesi yaratması talep edilmektedir. Halbuki, bugünlerde Merkez Bankası zaten günde 10 milyar YTL piyasalardan borçlanarak piyasadaki fazla likiditeyi çekmek durumundadır.

Merkez Bankası’nın dışında oluşan şartlar bir anlamda para otoritesine "biraz daha yüksek enflasyon" ya da "enflasyon düşüşünü biraz erteleyelim" demektedir. Bu aşamada Merkez Bankası’nın nasıl bir duruş sergileyeceği çok önemli olmaktadır.

Üzerindeki baskılara direnemeyen bir merkez bankası enflasyon görünümüne olumsuz katkı yapabilecektir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarını ve olası iç talep büyümesinin etkilerini görüp değerlendirip ondan sonra bir strateji çizen bir merkez bankası ise "sıkı duruş" sergilemiş olacaktır. Enflasyon hedefi ciddiye alınıyorsa, Merkez Bankası’nın "sıkı duruş" sergilemesinin önemi abartılamaz.
Yazının Devamını Oku

Seçim sonuçlarının iktisadi yorumu

24 Temmuz 2007
SEÇİMLER sonuçlandı. Sonuçlar hem şaşırtıcıydı hem de değil.<br><br>Sonuçlar şaşırtıcıydı, çünkü, geçmişten gelen deneyimlerle, iktidar partisinin doğal olarak yıpranacağı beklentisi hakimdi. İktidar pek yıpranmışa benzemiyor. Aksine, seçmen bazında güçlendi. Sonuçlar şaşırtıcı değildi, çünkü, özellikle iktisadi alanda hükümetin politikalarına ve son dört yıllık makro ekonomik sonuçlara ciddi eleştiriler yöneltebilmek mümkün değildi. Seçmenlerin de böyle düşündükleri görülüyor.

MESAJ

1970’lerden 2001 yılına kadar hiçbir siyasi parti ekonomik istikrar için ciddi bir şey yapmadı. Enflasyonu düşürmek her partinin sloganıydı. İktidar partileri hep enflasyonu indiremedikleri için eleştirildiler. Ama, hiçbir siyasi parti de, iktidara geldiğinde, oy kaybederim endişesiyle enflasyonu indirmeye yönelik özel bir çaba göstermedi.

Bu gözlem Türkiye seçmeninin ekonomik istikrardan yana olmadığı gibi bir izlenim yarattı. En azından benim böyle bir izlenimim vardı. Yanlışmış. Son seçimler seçmenlerin enflasyonun düşmesinden memnun olduğunu gösterdi. Aldığı oyları iktidar partisi de böyle yorumluyorsa, fiyat istikrarının kalıcı bir biçimde tesis edilmesinin olasılığı çok arttı. Bu sevindiricidir.

Son yıllarda Türkiye’de ses getiren kesimde milliyetçilik duyguları arttı. Yabancı sermaye sorgulanır oldu. Özelleştirmelerde yabancı alımlarındaki yoğunluk sorgulandı. Bankacılık sektöründeki yabancı yatırımcı iştahına şüphe ile bakıldı. "Kanlarımızla koruduğumuz toprakların parsellenerek yabancılara peşkeş çekildiği" yönünde söylevler geliştirildi. Son seçimler belli kesimlerin bu kaygılarına da cevap verdi. İktidar partisi oyunu artırdı. Bir anlamda, milliyetçi söylevler seçmenleri pek etkilemedi.

İşsizlik Türkiye ekonomisinin en büyük sorunlarından biridir. Özellikle geç yaşta ilk kez işe girecek insanların iş bulabilme olasılıkları azalmıştır. Bu seçimde çok daha fazla genç insan oy verme olanağına kavuştu. İktidarın ekonomik alanda en fazla eleştirildiği bir konuda dahi, olumsuz etkilenenlerin önemli bir bölümü iktidar partisini desteklediler. Demek ki, bugünden şikayetçi olanlar dahi gelecekten umutluydular.

GÜNDEM

Seçim sonuçları elbette tümden iktisadi konuların belirlediği bir olgu değil
. Ama, iktidara desteğin nedeni ne olursa olsun, en azından, iktisadi olumsuzluk diye bakılan gelişmeler bir kesim seçmenin oyunun yönünü değiştirmeye yetmedi. İktisadi alanda istikrarı kalıcı yapabileceğimiz ölçüde seçmenler umutlu olmaya devam ediyorlar. Hiçbir şey diyemiyorsak, seçimlerin sonucunu iktisadi yönden bu şekilde yorumlamak gerekiyor.

Bu sonuçların iktidar partisine ekonomi politikaları konusunda güç vermesi beklenmelidir. Gündemde zor ve siyasi açıdan pek sevimli olmayan kararlar vardır. Bunların en önemlileri sosyal güvenlik reformu, iş piyasasına esneklik kazandıracak düzenlemeler ve kayıt dışını asgariye indirip rekabeti engellemeyen, aksine teşvik eden vergi reformudur. Bu alanlara el atmak siyasi açıdan hem kararlılık hem de özgüven gerektirir. Seçim sonuçları iktidarın elini bu konularda güçlendirmiştir.

İktisadi gerçeklere bir kenara itip bu seçimlerin iktisadi değil, siyasi platformda sonuçlandığını iddia etmek çok gerçekçi görünmemektedir. Siyasi emeller uğruna hiçbir ülkede seçmenlerin yarısı iktisadi konuları bir tarafa iterek oy vermez.

Seçim sonuçları, 2001 yılında başlayıp 2002 yılı sonundan itibaren devam eden istikrar odaklı politikaların 2007 yılından sonra da devam etmesi ve istikrarın kökleşmesi yönünde seçmenlerden alınan bir mesaj olmalıdır. Şimdi, sorumluluk iktidar partisindedir. Savsaklamadan, zaman kaybetmeden ve şımarmadan iktisadi gündeme sıkı sıkıya sadık kalınması gerekmektedir.
Yazının Devamını Oku

Yeni hükümete tavsiyeler

23 Temmuz 2007
SEÇİMLER yapıldı. Seçim meydanlarında dile getirilen vaatler artık geride kaldı. Şimdi, gerçeklerle karşı karşıyayız. İcraat başlayacak. Türkiye ekonomisinin bugünkü genel durumu 2002 seçimlerinin yapıldığı dönemle karılaştırılamayacak kadar iyidir. Son beş yıla yakın zamanda ekonomik alanda elde edilen kazanımlar hiçbir biçimde küçümsenemez. Ama, ekonomide sorunlar da bitmez.

Beş yıl önce, devletin borç dinamiği bozuktu. Her borçlanmada Hazine’nin yeteri kadar borçlanıp borçlanamayacağı bir riskti. Kurların her yukarı çıkması yeni bir kriz işaretiydi. Enflasyon yüzde 30’lardaydı. Ekonomik büyüme başlamıştı. Ama, devamı konusunda şüpheler vardı. Kriz havası devam ediyordu.

Türkiye o günleri geride bıraktı. Kısa vadeli sorunların çoğu çözüldü. Göreli bir rahatlama sağlandı. Şimdi sıra orta-uzun vadeli bir perspektif içinde ekonominin yapısal sorunlarının çözümüne geldi. Türkiye ekonomisini daha rekabetçi bir konuma oturtmayı hedeflemeliyiz.

İLK BİR YIL

Bundan sonra yeni hükümet tarafından neler yapılmalı ya da yapılmamalıdır?

1. Bütçe açığı vererek kaynak yaratılabileceği düşünülmemelidir. Faiz dışı fazla edebiyatını bırakıp "denk bütçe" hedeflenmelidir.

2. Hükümet üyeleri kurlar ve faizler konusunda hiç konuşmamalıdır.

3. Merkez Bankası üzerinde hiçbir baskı kurulmamalıdır. Başka çevrelerden gelebilecek baskılar karşısında hükümet enflasyon hedefi doğrultusunda Merkez Bankası’nın yanında ve destekçisi olmalıdır.

4. İç siyasette puan almak için IMF ve AB çapaları boşlanmamalıdır.

5. Devlette personel reformu yapılmalıdır. Aynı işi çok kişiyle yapıp herkese düşük ücret vermek yerine, daha az kişiyle daha kaliteli hizmet verip herkese daha yüksek ücret verilmesi hedeflenmelidir. Devlette personel kalitesi artmalıdır. Devlet istihdam deposu olarak görülmemelidir.

6. Yeni hükümet sosyal güvenlik reformunu, sistemin en kısa sürede kendi ayakları üzerinde duracak bir biçimde uygulamaya koymalıdır. Sosyal güvenlik sisteminde bundan sonra alınacak her karar uzun dönemli sonuçları iyi hesaplanarak alınmalıdır.

7. Kayıt dışı ekonominin azaltılması hedeflenmelidir. Bu amaca yönelik olarak tüm vergi mükelleflerinin beyan esasına geçirilmesi zorunludur. Vergi tabanı gelirin bilinmesiyle genişletilebilir. Gelirlerin bilinmesi harcamaların bilinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, önce, vergi mevzuatında "gelir" tanımı yapılmalıdır. Tasarruf artı harcamaların toplamının gelir olduğu gerçeği ile vergi mevzuatı oluşturulmalıdır. Vergiden muaf gelirler dahi beyana tabi olmalıdır.

8. Vergi tabanı genişletilirken, özellikle dolaylı vergi oranları düşürülmeli, vergi mevzuatının rekabeti önleyici etkisi asgariye indirilmeye çalışılmalıdır. Gelirden alınan vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının artırılması hedeflenmelidir.

9. Vergi affı gibi düzenlemeler yapma alışkanlığı bırakılmalıdır. Anı çeşit vergilerde farklı oranlar yelpazesi oluşturulmamalıdır. Vergi mevzuatı sektörler ya da piyasalar arası çarpıklıkların kaynağı olmamalıdır.

10. İş yasası yeni istihdamı özendirici olmalıdır. Çalışanı koruyan, işsizi dışlayan bir iş yasası, ekonomik sorunların yanında, sosyal sorunların da kaynağı olur. Vergi sistemi istihdamı özendiren bir yapıya kavuşturulmalıdır.

11. Finans sistemini uluslararası rekabete ayak uyduracak vergi düzenlemeleri yapılmalıdır. Aracılık maliyetleri düşürülmelidir. Sistemin gözetim ve denetiminin uluslararası düzeye taşınması hedeflenmelidir.

12. Devlet ekonomik faaliyetlerin içinde olmamalı, ama düzenleyici ve gözetici olmalıdır. Özelleştirme devam etmelidir. Düzenleyici konumundaki devlet kurumları hükümetin siyasi kaygılarıyla değil, ekonomik verimliliğin azamiye çıkarılmasını hedefleyerek çalışmalıdır.

13. Piyasaların karar vermesi gereken fiyatlar devletin kontrolü altında olmamalıdır. Devlet fiyat tespit etmemelidir. Tarımda ürün fiyatı ile değil, devlet üreticinin gelir düzeyi ile ilgilenmelidir.

14. Devlet ekonomide rekabeti bozan bir kurum olmaktan çıkmalıdır.

15. Devletin verdiği teşvikler tüm ekonomide gözden geçirilmelidir. Verilecek teşvikler süreli olmalıdır. Amaçlar iyi tespit edilmelidir. Hiçbir sektör ya da ekonomik faaliyet, stratejik önemi olmadıkça, sonsuza kadar teşvik edilemez.

16. Ekonomik faaliyetleri düzenleyen yasalar (borçlar, icra-iflas, medeni kanun gibi) rekabeti engellemeyen, aksine, rekabeti teşvik eden ve herhangi bir kesimi diğerinin aleyhine kollamayı amaçlamayan hale getirilmelidir.

İktidarlar ne yaparlarsa ilk yıllarında yaparlar. Daha sonra tribüne oynanmaya başlanır. Yeni hükümet de işe çabuk başlamalıdır. Bunun için siyasi ve bürokratik kadrolarda yeterli bilgi birikimi vardır.
Yazının Devamını Oku

Radyolu yıllar

22 Temmuz 2007
SEÇİM dönemleri bana siyasi parti liderlerinin seçimlere birkaç hafta kala radyoda yaptıkları konuşmaları hatırlatır. Ben radyolu yıllarda büyüdüm. O dönemdeki tüm siyasi liderleri seçim dönemlerinde yaptıkları konuşmalarla radyodan tanıdım. Birçok ünlü yazarın hikaye ve romanlarını radyoda yayınlanan skeçlerden öğrendim. Birçok şarkıyı ilk kez radyoda dinledim. Klasik müzik müziğe aşinalığım radyo sayesinde oldu. Benim çocukluğumda radyo çok etkili bir öğretmendi.

Evimizin en mutena köşesinde yer alan belki de en değerli mobilya radyomuzdu. Üzerinde dantel örtü vardı. Radyonun tuşlarını kapatacak kadar büyük olmasa da, radyo açıldığında örtü radyonun tepesine kıvrılıp katlanırdı. Ya annem ya da babam radyoyu açmaya yetkiliydi. Çocukların radyoyu kapatmasına ender de olsa izin verilirdi. Evimizde "oynama, bozarsın" lafı en çok radyo için söylenirdi.

Radyonun içinde hep küçük insanlar olduğunu hayal ederdim. Radyodan duyduğum seslerin o küçük insanlardan geldiğini düşünürdüm. Yassıada saatinde onca insanın radyonun içine nasıl girdiklerine şaşardım. Hatta, evde kimse olmadığını düşündüğüm bir gün, elimde tornavida radyonun içindeki insancıkları görebilmek için radyonun arkasını açmaya çalıştığımda annem tarafından suçüstü yakalandığımı hatırlıyorum. O olaydan sonra uzun bir süre radyoya yaklaşmam dahi yasaklanmıştı.

YAKIN TARİHİN ANALİZİ

Yine seçim döneminde radyolu yılları hatırlarken, Gülben Dinçmen’in yazdığı Radyolu Yıllar kitabı elime geçti. Çok kolay ve hızlı okudum. Kitap beni radyolu yılların bambaşka boyutlarına götürdü. Çok etkilendim.

Çocukluğumda radyonun içinde düşlediğim küçük adamlar yerine radyonun arkasındaki büyük adamları(!) ve küçük çalışanları(!) görme ve öğrenme olanağı buldum. TRT’nin çoğu zaman görünmeyen, bilinmeyen yüzünü gördüm.

Bir bölümünü hiç bilmediğim, bir bölümünü hayal mayal hatırladığım, son bölümlerini ise ilgi ve kaygıyla izlediğim bir dönemin titizlikle hazırlanmış bir muhasebesini okudum. Cumhuriyet Türkiye’sinin geçirdiği siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşümün radyo ve daha sonra televizyon yayıncılığına olan etkisini, bu sektörde çalışanların mücadelelerini ve buralara nasıl geldiğimizin geniş bir muhasebesini çok yetkin bir kalemden izleme olanağına kavuştum. Siyasetin bu alandaki kirli yüzünü gördüm.

Gülben Dinçmen’in, kendisinin içinde olduğu olayları dahi büyük bir titizlikle analiz ederken gösterdiği edebi derinlik ise beni kıskandırdı.

İnsan, beceremediği işleri büyük bir maharetle yapabilen insanlara gıpta ile bakar. Kitabı okurken böyle hissettim. Bir kez daha farkına vardım ki, insanın kendini yazılı ve sözlü iyi ifade edebilmesi eğitim kadar yetenek de gerektiriyor. Bazı konular vardır. Eğitimle öğrenilir. Ama, bazı konular vardır ki, eğitim yardımcıdır, yetkinliğe ulaşmada asıl unsur yaradılıştan gelen kabiliyettir. Gülben Dinçmen’in Radyolu Yıllar kitabında bu gerçeği bir kez daha gördüm. Kendisini kıskanmadım dersem, yalan söylemiş olurum.

NEREDEN NEREYE

Radyolu dönem ile ilgilenmeyebilirsiniz. Ama, Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasi, sosyal ve ekonomik gelişme sürecinde nereden nereye geldiğini (ya da gelemediğini) bir yayıncı, bir yapımcı, bir entelektüelin gözlüğünden takip etmek isterseniz, Gülben Dinçmen’in Geniş Kitaplık’tan (www.gyayingrubu.com) çıkan Radyolu Yıllar kitabını mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitabı okurken, çok şeyi hatırlayacaksınız, çok şeyi öğreneceksiniz, bugünü izlerken nerelerden geldiğimizi göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku

İstihdam yaratmayan büyüme

20 Temmuz 2007
EKONOMİ alanında her zaman şikayet edilecek bir konu bulunabilir. Son yıllarda gerçekleşen ekonomik büyümenin istihdam yaratmaması da bu konulardan biridir. 2002 yılından 2006 yılına kadar reel olarak (1987 fiyatlarıyla) gayri safi milli hasıla (gsmh) yüzde 32.7, gayri safi yurtiçi hasıla (gsyih) ise yüzde 31.4 büyüdü. Bir başka ifadeyle, bu dönemde yıllık ortalama olarak gsmh yüzde 7.3, gsyih ise 7.1 büyüdü. Bu performans kesintisiz olarak 1970’lerden bu yana yakalanan un uzun ve en yüksek büyüme sürecini oluşturdu. Resmi istatistiklere göre, bu dönemde işsizlik oranı fazla bir düşüş olmadı.

EMEK VERİMLİLİĞİ

Bunca büyümeye rağmen, istihdam aynı paralelde artmadı
. Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) verilerine göre, toplam ortalama istihdam 2002 yılında 21.4 milyon kişiyken, 2006 yılında 22.3 milyon kişi oldu. Yani, istihdam ancak yüzde 4.6 artarken, Türkiye ekonomisine aynı dönemde reel olarak 1/3 büyüklüğünde yeni bir ekonomik büyüklük eklenmiş oldu.

Daha ayrıntıya girildiğinde, aslında erkek nüfusun istihdamı bu dönemde yüzde 8.5 artarken, kadın nüfusun istihdamı yüzde 5.1 düştüğü görülüyor. Bu rakamlarla ekonomik büyümenin, son dört yılda yalnızca "istihdam dostu" olmaktan uzak olduğu değil, aynı zamanda, "kadın istihdamı düşmanı" olduğu ortaya çıkıyor.

Bu dönem içinde çalışabilir yaştaki erkek nüfusu yüzde 7.4, kadın nüfusu ise yüzde 7.6. artmış. İşsizlik ise çok büyük sıçramalar yapmamış görünüyor. Çünkü, istihdam edilemeyen nüfusun önemli bir bölümünün iş gücü piyasasından çekildiği düşünülüyor. Bu bulgunun ne denli gerçeği yansıttığı elbette tartışmaya açıktır.

İstihdam neden artmamış? Yine TUİK verilerine göre, imalat sanayinde saat başına çalışılan kısmı verimlilik endeksi (çalışılan saat başına üretim) 2002-2006 yılları arasında ortalama yüzde 31 artmış görünüyor. Yani, büyümenin tamamı imalat sanayinden gelmiş olsaydı, hiçbir istihdam yaratmadan dahi bugüne dek yakalanan büyüme yakalanabilecekti. İstihdamın görünürdeki düşmanı, aslında büyümenin yapısından çok, artan emek verimliliğidir.

Bu açıdan bakıldığında, bugüne dek sağlanan büyümeyi "istihdam dostu olmayan büyüme" olarak nitelemek verimlilik artışlarını sanki istenmeyen bir olguymuş gibi göstermeye çalışmak anlamına gelmektedir. Bu yanlıştır. Aksine, özellikle imalat sanayinde gözlenen verimlilik artışları ekonominin rekabetçi yapısı açısından son derece önemlidir. O halde, sorunun çözümünü başka yerlerde aramak gerekiyor.

YAPISAL GERÇEKLER

Yapısı icabı, üretiminde verimlilik artışları olsa dahi, emek yoğun sektörler vardır. Bunların başında da tarım ve hizmetler sektörleri gelmektedir. Ekonomik büyümenin daha fazla istihdam yaratması arzu ediliyorsa, hizmetler sektöründeki büyüme önemli olmaktadır.

Son dört yıldaki gelişmeler tarımda istihdamın düştüğü ve diğer sektörlerin tarımın dışladığı emeği içine çekemediğini göstermektedir. 2002-2006 döneminde, tarım sektörü ancak yüzde 8.2 kadar büyürken, sanayi sektörü yüzde 35.2, hizmetler sektörü yüzde 34.7 büyümüştür.

Üretimde verimlilik artışlarını körükleyen en önemli gelişmelerden biri ortalama enflasyonun son dört yılda hızla düşmesi ve buna bağlı olarak döviz kurlarında gözlenen eğilimlerdir. Aslında, ekonomik büyümeyi de ateşleyen en önemli etkenler bunlardır.

Dolayısıyla, bugüne kadar "enflasyon" olgusunu yapısal olarak görme çabasındayken, artık "istihdam" konusunu yapısal bir sorun olarak görmek zorundayız. Bu açıdan, "istihdam dostu büyüme" önümüzdeki dönemde de, dengeleri iyice alt-üst etmezsek, ulaşılması çok zor bir arzu olarak kalacaktır.

Üretim yapısına bakmak yerine, "istihdam dostu maliye politikaları" ile "istihdam dostu iş yasası" üzerinde çalışmamız kısa dönemde çok daha yararlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Dış açıklar

19 Temmuz 2007
TÜRKİYE ekonomisinin en kırılgan alanlarından biri milli gelirin yüzde 8’i civarına gelen cari işlemler açığıdır. Bu sorun, biraz da IMF raporlarına girmesi nedeniyle, ancak son yıllarda açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. Aslında, sorun 2003 yılında başlamıştır.

Önce bir tespit yapalım. Küresel paranın bol olması nedeniyle dış açıklar vermiyoruz. Ama, küresel paranın bol olması verdiğimiz dış açıkları finanse etmeyi kolaylaştırıyor. Dolayısıyla, kolayca finanse edilen açıklar sorun değilmiş gibi görünüyor.

Aynı yanlışa, giderek büyüyen bütçe açıkları dönemlerinde de düştük. Kolayca finanse edilen bütçe açıkları sorun değilmiş gibi göründü. Finanse edilmesi zorlaştığında, bütçe açıklarının büyüklüğünün farkına vardık. Bütçe açıklarını daha makul düzeylere çekmemiz gerektiğinde, süreç acısız olmadı.

Dış açıklarda da benzer bir risk söz konusudur. Finansmandaki göreli kolaylıkla politika yapıcıları rehavete kapılmamalı.

HANGİ SICAK PARA?

Geçen yılın son çeyreğinden itibaren dış ticaret açığındaki büyüme durdu
. Aynı paralelde, cari işlemler açığı da belli bir istikrara kavuştu. Geçen yıl sonunda yıllık 31.9 milyar dolar olan cari işlemler açığı yıllık bazda bu yılın mayıs ayı itibariyle 31 milyar dolar oldu. Cari açıktaki bir milyar dolara yakın düşüşün neredeyse tamamı dış ticaret açığındaki aynı miktardaki düşüşten kaynaklandı. Ama, Türkiye’nin cari işlemler açığı hala yüksektir (milli gelirin yüzde 7.6’sı). Risk azalmış değildir.

Küresel paranın bolluğu, yüksek de olsa cari işlemler açığının finansmanını kolaylaştırıyor. Genel izlenimin tersine, son dönemlerde dış açıkların finansmanının önemli bir bölümü "sıcak para" yoluyla yapılmıyor.

Geçen yıl Türkiye yurt dışından 45.6 milyar dolar taze dış finansman buldu. Bunun 20 milyar doları doğrudan yabancı sermaye idi. Yani, yüksek faiz nedeniyle Türkiye’ye giren para değildi. Geçen yıl Türkiye’nin tahvillerine hisse senetlerine gelen net para 7.4 milyar dolar oldu. Bunun da bir kısmı Hazine’nin tahvil ihraçları yoluyla yaptığı dış borçlanmalardı. Yani, yüksek faize gelen para bundan da azdı. Geri kalan finansman dış borçlanmalardı. Türkiye’deki faizlerle ilgisi yoktu.

ÇÖZÜM

Kısacası, son dönemlerde Türkiye’ye gelen dış finansmanın önemli bir bölümü yurt içindeki faizlerle ilgisi olmayan uluslararası paraydı. Bu eğilim yılın ilk beş ayında da değişmiş görünmüyor. Dolayısıyla, döviz kurları üzerine baskı yaptığı bilinen Türkiye’ye giren uluslararası sermaye akımını bir ölçüde önlemeye yönelik olarak Türkiye’de faizlerin indirilmesini savunmak en azından şimdilik çok gerçekçi görünmemektedir.

Aksine, bu düzeydeki cari açıkla, her hangi bir nedenle uluslararası sermaye Türkiye gelmekte çekingen davrandığında, faizlerin daha da artırılması dahi gündeme gelebilecektir. Çözüm faizi düşürmek değildir. Çözüm, para basıp Merkez Bankası’nın döviz kurlarını yukarıda tutması da değildir. Çözüm, bu şartlarda yaşamayı öğrenmek ve becermektir. Riskleri azaltmaya çalışmaktır.

Merkez Bankası’nın rezervleri geçen yılın tümünde 10.6 milyar dolar arttı. Bu yılın ilk beş ayında da döviz rezervlerindeki artış 7.2 milyar doları buldu. Kısacası, Merkez Bankası para basarak döviz alımları yoluyla rezervlerini artırmaya devam ediyor. Bu konuda Merkez Bankası’ndan daha fazlasını beklemek enflasyonla yaşamayı arzulamak anlamına gelir. Halbuki, Türkiye ekonomisinin ihtiyacı olan enflasyonu en kısa sürede indirmektir.
Yazının Devamını Oku