8 Eylül 2005
<B>DIŞ </B>ticaret açığının giderek artmasının <B>ekonomik istikrara</B> yönelik önemli bir risk yarattığı küçümsenemez. <B>Bugün daha fazla açık vermek için finansman buluyor olmamız bu riski azaltmaz.</b> Dış ticaret açığının en önemli kaynağı ithalattaki artıştır. İthalat artışının arkasında da ara malları ithalatındaki artış vardır. Yani, daha fazla üretim yapmak için daha fazla ithalat yapıyoruz. Bu anlamda, ‘ithalat kötüdür’ demek çok doğru olmamaktadır.
FARKLI DİNAMİKLER
Ekonomide bir malın alımındaki değişmelerin arkasında iki önemli etken vardır: gelir ve ikame etkileri. Gelir etkisi toplumun ya da kişinin reel geliri arttığı için bir malın alımının artmasına işaret eder. İkame etkisi ise, toplumun ya da kişinin reel geliri değişmediği halde, bir malın göreli fiyatının benzerlerine göre düşmesi (artması) nedeniyle tüketiminin artması (azalması) sonucunu doğurur.
Türkiye’de ara malları ithalatının artmasının arkasında, doğal olarak, hem gelir hem de ikame etkileri söz konusudur. Yani, ara malları ithalatı hem iç üretim arttığı için artmaktadır hem de ithal ara malların göreli fiyatlarının düşmesi nedeniyle artmaktadır. Bu iki etkiyi birbirinden ayırıp ithalat artışının ne kadarının üretim artışı nedeniyle ne kadarının ithal girdilerin göreli fiyatlarının düşmesi nedeniyle olduğunu söyleyebilmek o denli kolay değildir.
Gelir ve ikame etkilerini rakamsal olarak ifade etmek zor da olsa, grafik, ara malları ithalatındaki artışın arkasındaki dinamikleri bir ölçüde göstermektedir. Örneğin, üç aylık imalat sanayi üretim endeksinin ortalama 100-110 olduğu 2000 yılında üç aylık ara malları ithalatı 10 milyar dolar civarındaydı. Son dönemlerde sanayi üretimi endeksi 125-130 civarındayken, ara malları ithalatı üç aylık dönemde 20 milyar dolar olmaya başladı.
Grafiğin sol ekseninde imalat sanayi endeksi, sağ ekseninde ise üç aylık ara malları ithalatının dolar değeri verilmektedir. Bu iki değişkenin birbirinden uzaklığı 2002 yılından bu yana giderek kapanmaktadır. Daha uzun bir dönemi alsaydık, bu değişme daha iyi görülebilirdi. Yani, 2002 yılından bu yana, gelir etkisinin yanında, ikame etkisinin de ara malları ithalatındaki artışta önemli bir rol oynadığını görüyoruz.
KALICILIK
Bu dönemde ikame etkisi, göreli fiyatların değişmesi sonucunda, teknolojinin de değişmesinden kaynaklanmış olabilir. Bir başka ifadeyle, yeni uyarlanan üretim teknolojileri üretimde göreli olarak daha fazla ithal ara malları isteyen bir yapıya da kaymış olabilir. Böyle olmuşsa, üretimdeki ithal girdi talebi daha kalıcı bir yapıya kavuşmuş demektir. Sanayi kesiminde yapılan çeşitli anketler bu gerçeği yansıtmaktadır.
Bütün bu anlatılanların ekonomi politikası açısından özeti şudur: Artan ithalatla mücadele etmenin tek yolu üretim artışının yavaşlaması olmayabilir. İthalat artışının arkasında fiyatlar ve teknolojiden gelen daha kalıcı etkiler de söz konusudur. O halde, Türkiye ekonomisi, ekonomik istikrarın bozulmaması için, bu boyutlardaki bir dış açığı finanse edecek bir yapıya kavuşmak zorunda kalabilecektir.
Yarın üretimdeki yapısal değişmelerin bir başka boyutundan söz edeceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2005
<B>AĞUSTOS </B>ayına yönelik <B>enflasyon</B> verileri son dönemde yayınlanan aylık rakamların oldukça üzerinde çıktı. Bazı çevreler, ‘enflasyon canavarı yine başını kaldırıyor mu?’ kaygısına kapıldı. Şimdilik kaygı duyulacak bir durum yok.
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) verilerine göre, ağustos ayında üretici fiyatları yüzde 1.04, tüketici fiyatları yüzde 0.85 arttı. Halbuki, yaz ayları boyunca iki endeks de düşüyordu. Enflasyon konusundaki kaygılar da galiba bu nedenle oluştu.
Yıllık bazda bakıldığında, üretici fiyatlarındaki son on iki aylık artış yüzde 4.3 oldu. Tüketici fiyatlarındaki artış da yüzde 7.9’da kaldı. İki rakam da yıl sonu için belirlenen hedefin oldukça altındadır.
BASKI YOK
Ağustos ayına yönelik enflasyon rakamları irdelenirken bazı özelliklere dikkat etmek gerekiyor. Petrol ve petrol ürünlerinin fiyatlarının artması enflasyon verilerine doğal olarak olumsuz yansıdı. Aynı şekilde, sigara gibi maddeler üzerindeki dolaylı vergilerin artırılmış olmaları da enflasyon rakamlarına olumsuz yansıyan etkenler oldu.
Mevsimsel beklentilere paralel olarak, üretici fiyatları endeksine giren tarım fiyatları ortalama bazda ağustos ayında da düşmeye devam etti. Ortalama bazda üretici fiyatlarının artmasına neden olan imalat sanayi mallarındaki fiyat artış oldu. Nedenleri aşağı yukarı aynıydı.
Tüketici fiyatları içinde içki ve sigaradaki vergilerle işlenmemiş tarım fiyatlarını dışarıda bırakan (G) endeksine bakıldığında, ağustos ayında tüketici fiyatlarının düştüğü görülmektedir. Bu gelişme, enflasyon üzerinde olumsuz kalıcı bir baskının olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Aksine, grafikten de görüldüğü gibi, son dönemlerde hem üretici hem de tüketici fiyat endeksleri, dönemsel dalgalanmalar dışında, giderek yataylaşan seyir izlemeye başlamışlardır.
HEDEF TARTIŞMASI
Yıllık bazda enflasyon rakamlarının hedeflenenin oldukça altında kalmış olması bazı çevrelerde ‘neden hedefin altında kalınıyor?’ gibi komik bir tartışmayı da başlatmıştır. ‘Madem yüzde 12 gibi bir hedef kondu, o halde enflasyon yüzde 8 değil, yüzde 12 gibi olmalıdır’ gibi bir sav ortaya atlıyor. Halbuki, içinde yaşanan şartlarda, enflasyon ne kadar çabuk düşerse, o kadar iyi olacaktır. Düşünün ki, enflasyonun yüzde 15 olduğu bir ortamda döviz kurları bugünkü düzeylerinde olsaydı, daha mı iyi olacaktı?
Aksine, bu yılı yüzde 8 civarında bir enflasyon ile kapatabilirsek, gelecek yıl için konulacak yüzde 6’lık enflasyon hedefi değiştirilip daha düşük bir hedef belirlenmelidir. Döviz kurlarının geldiği nokta dolayısıyla doğan şikayetler bir ölçüde enflasyonun daha hızlı düşmesi sayesinde de hafifletilebilecektir. Çünkü, daha çabuk düşen enflasyon sayesinde, emek maliyeti de dahil olmak üzere, üretimde maliyet artışları da daha makul düzeylerde tutulabilecektir. Unutmayalım ki, ücret ve diğer fiyat artışları hala geçmiş enflasyona endekslenmek istenmektedir.
Enflasyonda gelinen noktada ne şımarmalıyız ne de kaygılanmalıyız.
Not: Dünkü yazımda grafikler basım hatası nedeniyle karmakarışık çıkmıştır. Ama, metindeki anlatım doğrudur. Bir başka yazıda konuyu yeniden işleyeceğim. Sayfayı düzenleyen arkadaşlar adına okurlarımdan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2005
<B>ÖDEMELER </B>dengesi istatistiklerinde <B>cari işlemler</B> ve <B>sermaye hareketleri</B> dengeleri ile <B>resmi rezerv değişmelerinin</B> toplamını dengeleyen <B>net hata ve noksan</B> (NHN) diye bir kalem vardır. Bu kalem döviz giriş ya da çıkışlarının tam olarak hesap edilememesinden kaynaklanır. Bu konuya birkaç kez ayrıntılı olarak değinmiştim.
Bir başka yazımda da belirttiğim gibi, bütün ülkelerin ödemeler dengesi istatistiklerinde böyle bir kalem vardır. Çünkü, ödemeler dengesinin farklı kalemleri farklı yöntemlerle hesaplanır. Bir anlamda, bilanço tutmaz.
AĞIRLIKLI HATA
Türkiye’de net hata ve noksan kalemi dikkati çeken kalemlerden biridir. Miktarı küçümsenmeyecek boyuttadır. Hesaba girmeyen bir takım gelir ve giderler bu kalemde özetlenmektedir. İktisadi analiz açısından bu kalemin büyüklüğü yanında hatanın hangi faaliyetlerin iyi ölçülememesinden kaynaklandığı da önemli olmaktadır.
Örneğin, cari işlemler gelirlerini olduğundan az hesaplıyorsak ya da cari işlemler giderlerini olduğundan fazla hesaplıyorsak, net hata ve noksan kalemi pozitif bir değer alır. Aslında, cari işlemler dengesini hatalı ölçtüğümüz anlamına gelir. Cari işlemler açığı varsa, açık aslında rapor edilenden daha küçüktür.
Net hata noksan kalemi sermaye hareketlerini iyi ölçemememizden de kaynaklanabilir. Örneğin, banka sistemine uğramadan bir ülkeye döviz girişleri varsa, net hata noksan kalemi pozitif bir değer alır. Aslında, sermaye hareketleri girişi ölçülenden fazladır. Zaman uyumsuzluğu da bu kalemi yaratan unsurlardandır. Ama, bir yıllık bir dönem alındığında, zaman unsurundan kaynaklanan hatanın Türkiye ekonomisi için ihmal edilebilir olduğunu düşünmek çok abartılı olmayacaktır.
Büyük bir olasılıkla, net hata ve noksan kalemi hem cari işlemler hem de sermaye hareketleri dengesine giren kalemlerin eksik ölçülmesinden kaynaklanmaktadır. Sorun, hangi dengenin daha fazla ağırlığı olduğudur. Çünkü, net hata noksan kalemi ağırlıklı olarak cari işlemler dengesi kalemlerinden kaynaklanıyorsa, son yıllardaki rapor edilen cari işlemler açığı aslında o denli büyük değil demektir.
PARALELLİKLER
İlişikte milyon USD bazında iki grafik verilmektedir. Biri, 1984 yılından bu yana yıllık bazda (2005’in ilk altı ayı) net hata ve noksan kalemi (sol eksen) ile cari işlemler gelirlerini (sağ eksen, ihracat ve hizmet gelirlerinin toplamı) göstermektedir. Diğer grafik ise, aynı dönemde net hata noksan kalemi ile sermaye dengesini göstermektedir. Sermaye hareketleri dengesi ile net hata noksan kalemi tüm dönem boyunca oldukça tutarlı bir paralellik göstermektedir. Türkiye ekonomisi sermaye hareketlerinde fazla verdiğinde, net hata noksan kalemi de pozitife geçmektedir, ya da tersi olmaktadır.
Aynı paralellik 2002 yılına kadar net hata noksan kalemi ile cari işlemler gelirleri toplamı arasında görülmemektedir. 2002 yılından sonra ise benzer bir paralellik söz konusudur. Bu paralelliğin bir tesadüf olup olmadığına karar vermek için henüz elimizde yeterli veri yoktur. Ama, son yıllarda cari işlemler gelirlerinin tam ölçülememesinden kaynaklanan bir hatanın olduğu yönünde iddialar ortaya atılabilir.
Net hata noksan kaleminin Türkiye ekonomisinde ağırlıklı olarak nereden geldiği konusunda tatmin edici bir cevap bulmak zordur. Sermaye hareketlerinin yönünü etkileyen faktörler bu kalemin de yönünü etkilediği çok belirgindir. Ama, cari işlemler kalemleri için henüz aynı şeyi aynı kesinlikle söylemek zordur.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2005
<B>KONUT </B>kredileri giderek popüler oluyor. Üzerinde çalışılan <B>ipotek karşılığı konut kredilerinin</B> bu piyasada nasıl bir işlev göreceği ise henüz bilinmiyor. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, ilk konutun finansman giderleri de gelir vergisi matrahından düşülemeyecekmiş. O taktirde, yasayla getirilen düzenlemenin krediyi alanlar açısından önemli bir fayda sağlaması mümkün görünmüyor. Aksine, yasa, kredi kullanıcısına yeni riskler doğurabilir.
Konut kredileri yeni düzenlemeyle değişken ve sabit faizli olabilecekmiş. Faizlerin zaten oldukça düşük olduğu bir ortamda, faizlerin daha da düşebileceği beklentisiyle değişken faizli konut kredisi almak riskli olabilecektir. Kredinin vadesi süresince (diyelim ki yirmi yıl) faizlerin hem düşük kalacağını düşünmek en azından şimdilik zor görünüyor.
Bugünkü yapıda ise faizler kredinin vadesi boyunca sabit olması gerekiyor. Bu da bir risktir. Ama, şimdilik daha az bir risk olarak görünüyor. Kısacası, ekonomik gelişmelere göre, yeni yasanın getirecekleriyle en azından kredi kullanıcıları kısa dönemde bugünü arar hale gelebilirler. Bu elbette yasanın sorunu değil.
HANGİ KONUT KREDİSİ
Kredi kullananlar düşünülenden daha akıllı olduklarını her zaman ispat ediyorlar. Bankalarımız da, müşterilerinin yaratıcılıklarına yardım etmek için her zaman hazırlar. ‘Konut kredisi’ adı altında ellerindeki konutu ipotek vererek bazı banka müşterileri uzun vadeli işletme kredisi kullanmaya başladı.
Şirket sahibi yirmi yıl vadeli işletme kredisi almak istese, kredinin teminatı olarak evini ipotek de verse, hiçbir banka böyle bir kredi vermeyecek. Ama, konutunu şimdi satıyormuş gibi yapıp yirmi yıl vadeli (ortalama vadesi on yıl civarında) aylık yüzde 1.35 (yıllık yaklaşık yüzde 18) faizle kredi almak mümkün oldu.
Geçenlerde de yazdığım gibi, bankalar arasında konut kredilerinde yaşanan rekabet konut kredilerini konut kredileri olmaktan çıkarıp konut ipotekli işletme kredisi haline döndürmeye başladı. Piyasa farklılaşmaya başladı.
Bugün için piyasa kredi kullanıcısına çok büyük kolaylıklar sağlıyor. Ama, aynı şeyi bankalar için söylemek pek mümkün değil. Bankalar konut kredileri yoluyla çok ciddi vade riski (vade uyumsuzluğu) alıyorlar.
HAZİNE’NİN ROLÜ
Eskiden, bankalar için vade riskini yaratan çoğunlukla Hazine bonosu yatırımlarıydı. Başlarına bir bela geldiğinde, Hazine bankaları kurtarabilirdi. Örneğin, 2001 yılında bankaların açık döviz pozisyonlarının kapanmasına Hazine yardım etmişti. Vade riski de gerçekleştiğinde ‘Hazine yardım eder’ beklentisi çok anlamsız değildi.
Konut kredileri yoluyla bankaların aldıkları vade riskleri gerçekleştiğinde, bankaları kim kurtaracak? Elbette, yine Hazine!
Yeni konut kredileri yasa taslağı üzerinde çalışmalar sırasında konut kredileri karşılığında çıkarılacak menkul kıymetlere çok doğru bir yaklaşımla Hazine’nin garanti vermeyeceğine karar verildi. Ama, yaratılan risklerle Hazine’nin açıkça garanti vermemesi çok işe yaramayabilir. Eski alışkanlıklarımızla, galiba, Hazine’nin konut kredilerinin arkasında zımni bir garantisi olduğu düşünülüyor. Aksi taktirde, konut kredileri bu denli popüler olamazdı.
Bir de geçmişte Emlak Bankası deneyimimiz var. O dönemde de konut kredilerini kullananlar kurtarılmıştı.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
<B>LİSANS </B>düzeyinde iktisat eğitiminin <B>Türkçe</B> dışında bir dilde yapılmasının faydalarını küçümsemiyorum. Hiçbir şey başarılamıyorsa, <B>hiç olmazsa, bu yolla öğrenciler çat-pat bir yabancı dil öğrenmiş oluyorlar</B>. İktisat alanında lisans üstü eğitim yapmayı arzulayanlar için yabancı dilde yapılan iktisat eğitiminin önemini de yadsımıyorum. Özellikle lisans üstü iktisat eğitiminde, bilimsel kaynakların neredeyse yüzde yüzü yabancı dilde yazılmış çalışmalar olmaktadır. Dolayısıyla, yabancı dil bilmek iktisat yazınını yakından takip edebilme olanağı sağlamaktadır. Bu olanak hiçbir şekilde küçümsenemez.
Ama, lisans düzeyinde işler biraz karışıyor. Çoğu zaman öğrenci yabancı dil ve iktisat konularını aynı anda öğrenmeye çalışmaktadır. Yani, yabancı dil ile iktisat öğrencinin kafasında yarışmaktadır. Bazen, yabancı dil kazanmaktadır. Bazen de, iktisat.
TÜRKÇE İKTİSAT
Yabancı dile bir ‘iletişim aracı’ olarak bakmamızın daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Düşünün ki, Türkiye ekonomisi hakkındaki bir dersi Türk bir hoca anadili Türkçe olan öğrencilere İngilizce anlatmaya çalışmaktadır. Bundan daha komik bir durum olabilir mi?
Derste kullanılan kaynaklar Türkçe. Hocanın anadili Türkçe. Büyük bir olasılıkla, hoca Türk aksanıyla İngilizce konuşuyor. Özellikle başlarda, öğrenciler çoğu zaman dersi İngilizce anlamakta zorluk çekiyorlar. Söyleneni anlamaya mı yoğunlaşsınlar, yoksa söylenenleri not defterlerine mi geçirsinler bilemiyorlar. Böyle bir ortamda iktisat eğitiminin yabancı dilde olmasının öğretimin verimliliğini düşürdüğünü düşünüyorum.
Lisans öğrencileri iktisadi terimlerin Türkçe karşılıklarını çoğu zaman bilemiyorlar. Türkçe konuştukları zaman dahi, iktisadi terimler yabancı dilde söyleniyor. Garip bir iktisat dili ortaya çıkıyor. Ama, üniversite öğreniminden sonra bu öğrenciler iş bulabilmek için çeşitli kamu ve özel kuruluşların sınavlarına giriyorlar. Sınavlar doğal olarak Türkçe yapılıyor. Öğrenciler, üniversitenin son sınıfında büyük bir çabayla Türkçe iktisat öğrenmeye çalışıyorlar. Komik bir durum yaratılıyor.
KAYNAK SORUNU
Sistemi eleştirirken, sistemin en önemli parçalarından olan kaynak sorununa parmak basmamak işi yarım bırakmak olur. Kaynak mutlaka ‘mali kaynak’ olarak anlaşılmamalı. Mali kaynaklar kadar üniversite eğitiminde önemli olan öğreticilerin kalitesi ve kaynak kitaplardır. Hiç kimse üzerine alınmasın, bu konularda çok büyük eksikliklerimiz vardır.
Kaliteli eğitimin yaratıcısı kendilerini öğretmeye adamış kaliteli öğreticiler ve kaliteli kaynak kitap ve diğer okuma malzemeleridir. Türkiye’de lisans düzeyinde iktisat kitapları çok azdır. Olanların da kalitesini iyi sorgulamamız gerekiyor.
Türkçe basılmış lisans düzeyinde okutulabilecek kaç tane iktisat kitabı vardır? Ama, yabancı dillerde böyle kitapların sayısı çok fazla. Dolayısıyla, öğrenciye yabancı dilde iyi kitap önermek çok daha kolay olmaktadır. İktisatçılarımız yazmıyorlar. Yazıyorlarsa, kendi kariyerlerine katkı yapabilecek çalışmalar üretiyorlar. En iyi olasılıkla, lisans öğrencilerinin kullanabileceği iktisat eğitimine yönelik Türkçe kitap sayısı çok sınırlı düzeydedir.
Hoca yazmazsa, öğrenci okumaz. İktisat öğrencilerini gazetelerin ekonomi sayfalarına mahkum ediyoruz. Gazeteden elde edilen iktisat bilgisiyle, iktisat öğrenilmez, içki masasında ‘memleket kurtarılır’ ancak.
Gelecek hafta son.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2005
<B>HAFTA </B>başından beri IMF’nin eski yöneticilerinden <B>Morris Goldstein</B>’ın son çalışmalarından birini özetlemeye çalışıyorum. Çalışmanın en can alıcı noktasını ilişikteki tablo özetlemektedir. Küresel bir ekonomik düzetme olduğunda, gelişmekte olan ülkeler (emerging markets) daha önce üzerinde durulan çeşitli şoklarla karşı karşıya kalabileceklerdir. Tablo, beş farklı şokun hangi ülkeleri en fazla olumsuz etkileyebileceğini vermektedir. İlk sıradaki ülkeler en olumsuz, alttakiler daha az olumsuz etkilenecek şekilde sıralanmışlardır.
DIŞSAL ŞOKLAR
Tablodaki ilk üç şok gelişmekte olan ülkeler açısından dışsal şoklar olarak nitelendirilebilir. Küresel dış ticaret hacminin daralması en fazla Hong Kong, Singapur ve Malezya gibi Güneydoğu Asya ekonomilerini olumsuz etkilemektedir. Ardından Venezüella ve Meksika gibi Latin Amerika ülkeleri gelmektedir.
Hammadde fiyatlarındaki düşme doğal olarak petrol fiyatlarının yüksek seyretmesiyle yarar sağlayan Venezüella ve Rusya gibi ülkeleri olumsuz etkileyecektir. Filipinler, Şili ve Singapur da sıradadır.
Küresel faizlerin artması ve uluslararası sermaye akımları hacmindeki daralma cari işlemler açığına dayalı büyüme sağlayan ekonomileri en fazla vuracaktır. Bunların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye’nin ardından Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi Latin Amerika ülkeleriyle Macaristan gelmektedir.
TÜRKİYE BAŞLARDA
Tablodaki son iki şok, ilk üç şokun ekonomilerin iç dinamikleri yoluyla neden olabileceği içsel şoklardır. Özellikle uluslararası sermaye akımı hacmindeki daralmayla son dönemlerde ciddi boyutlarda parası değer kazanan ülkelerin kurlardan gelen bir şok yaşamaları önemli bir risk olarak karşımıza çıkmaktadır. Kurlardan kaynaklanan bir şok yaşama olasılığı büyük ülkelerin başında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Türkiye gelmektedir.
Borçluluğu yüksek olan ülkeler hem kurlardan gelen hem de faizlerden gelen şoklarla para ve maliye politikalarını elden kaçırabileceklerdir. Yani, bu anlamda, içsel ya da dışsal bir şok karşısında bazı ülkelerde para ve maliye politikaları sürdürülebilir olmayabilir. Bu ülkelerin başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye’yi Latin Amerika ülkeleri izlemektedir.
Görüldüğü gibi, küresel dış ticaret hacmindeki daralma ve hammadde fiyatlarındaki düşme hariç, diğer şoklardan olumsuz etkilenme olasılığı yüksek olan ülkelerin başında hep Türkiye gelmektedir. Yani, küresel kaygılardan en fazla kaygı duyması gereken ülke biziz. Karşı karşıya olduğumuz riskleri azaltabildiğimiz sürece şimdiki ekonomik dengeleri kalıcı yapma şansımızı artıracağız.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2005
<B>AMERİKAN </B>ve <B>Çin </B>ekonomilerinde bir düzeltme olduğunda, dünya ekonomilerinin karşılaşacağı manzara şu olacaktır: Küresel <B>ekonomik büyüme</B> düşüp, <B>faizler</B> yükselirken dünya <B>ticaret hacminde</B> bir düşüş ve <B>uluslararası sermaye akımlarında</B> bir yavaşlama yaşanacaktır. Amerika’da faiz oranlarının artıyor olması er ya da geç Avrupa’daki faizlerin de artmasına neden olacaktır. Yapılan çalışmalar Amerika’da uzun vadeli faizlerin bir puan artması Avrupa’daki faizlerin 0.8 puan artmasına neden olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, faizler küresel boyutta artacaktır.
Gelişmekte olan ülkeler bu gelişmelerden nasıl etkilenecektir?
FARKLILIKLAR
Gelişmekte olan ülkeleri yaşanabilecek şokların olası etkilerine göre iki gruba ayırabiliriz. Bir grup gelişmekte olan ülke Amerika’daki ekonomik büyümeye son derece duyarlı ve dünya dış ticaret hacmindeki gelişmelerden oldukça fazla etkilenen ülkelerdir.Bir diğer grup ise uluslararası sermaye hareketlerinin hacmi ve yönünden çok etkilenen ülkelerdir.
Birinci grup ülkeler genellikle cari işlemler fazlası vermekte ve ekonomik büyümelerini dış ticaret yoluyla sağlamaktadırlar. Bu ülkelerin başında Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri gelmektedir. Güneydoğu Asya ekonomileri aynı zamanda ciddi boyutlarda yabancı sermaye de çekmektedirler. Dolayısıyla, dünya ekonomik büyümesinin yavaşlatıp ticaret hacminin daralması Güneydoğu Asya ekonomileri ile Latin Amerika’yı diğerlerine göre çok daha fazla olumsuz etkileyecektir.
Buna karşılık, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Avrupa’daki gelişmekte olan ülkeler az ya da çok cari işlemler açığı vermekteler ve cari işlemler açığının finansmanı için yabancı sermaye akımlarına muhtaçtırlar. Dünya ticaretinin daralması ya da ekonomik büyümenin düşmesi Türkiye’yi ve benzer ülkeleri o denli çok etkilememektedir. Avrupa’daki gelişmekte olan ülkeler özellikle büyük Avrupa ekonomilerinin büyümesine daha duyarlıdırlar. Avrupa zaten şimdi de büyümüyor.
Türkiye ise yabancı sermaye akımlarına herkesten daha duyarlıdır. Dolayısıyla, faizlerin yükselmesi ve uluslararası sermaye akımları hacmindeki bir daralmadan en fazla olumsuz etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
Amerikan ve Çin ekonomilerindeki büyüme yönündeki düzeltme, mutlaka faizlerin artması ve uluslararası sermaye akımları hacmindeki düşme ile beraber gelecek diye bir zorunluluk yoktur. Yalnızca dünya ekonomilerindeki yavaşlama ile gelebilecek bir düzeltme, makul sınırlar içinde kaldığı taktirde, Türkiye açısından önemli bir risk yaratmayacaktır. Ama, böyle bir sonucun küresel bir düzetme olup olmadığı tartışmalıdır.
RİSKLER ARTIYOR
Bugünkü konumu itibariyle Türkiye ekonomisinin zayıf olan noktası dünyada faizlerin artması ve uluslararası sermaye akımı hacmindeki daralmadır.
Bütün bu senaryoların gerçekleşme olasılığı bakış açısına göre değişebilir. Ama, küresel düzeyde gözlenen risklerin gerçekleşmesi durumunda olası etkilerini analiz edip buna göre bazı stratejiler oluşturmak da bizim gibi ülkeler açısından son derece faydalı olacaktır. Küresel riskler artmaktadır. Kendi iç dinamiklerimizden gelen risklerle bir arada düşünüldüğünde, kendimizi çok rahat hissetmemiz için fazla bir neden yok gibi gözükmektedir.
Yarın, Morris Goldstein’ın çeşitli olası şoklar sonucunda en fazla olumsuz etkilenecek gelişmekte olan ülkeler hakkında bilgi vererek bu konuyu kapatacağım.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2005
<B>KÜRESEL</B> ekonomide bir <B>düzelme</B> mutlaka olacak gibi görünüyor. Ama, düzeltme, <B>kim</B> tarafından, <B>nasıl</B> ve <B>ne zaman</B> başlayacak sorularının yanıtını kimse bilmiyor. <B>Taraflar birbirlerini suçluyorlar</B>. Örneğin, Amerika Çin’i suçluyor. Çin’in parasının değer kazanması gerektiği vurgulanıyor. Faizlerin yükselmesi ve büyümenin yavaşlaması arzu ediliyor. Ama, Çin parası, Renbinbi, dolara karşı değer kazansa, Çin ekonomisi daha yavaş büyüse, Amerikan ekonomisinin sorunları çözülecek mi? Elbette, hayır!
Amerika Avrupa ve Japonya’yı da suçlamaktadır. O ekonomilerin büyümede zorlanmaları Amerika’yı rahatsız etmektedir. Dünkü yazıda belirttiğim gibi, Amerika kendisi bir şey yapmadan ya da yaptıklarına aynen devam ederek, kendi dışındaki dünyanın ürettiğinden daha fazla tüketmesini arzulamaktadır. Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) faiz indirmesi gerektiği vurgulamaktadır. AMB da enflasyon korkusuyla tarihin en pasif merkez bankası olmaya aday olarak hareketsiz durmaktadır. Ama, Amerikan ekonomisinin sorunlarını Avrupa da çözemez. Küresel düzetme bir şekilde mutlaka Amerikan ekonomisini de içine alacaktır. FED Başkanı Alan Greenspan de geçenlerde benzer bir olguyu ima etti.
DOLAR DÜŞÜYOR
Amerikan ekonomisinin temel sorunu iç tasarrufların neredeyse sıfıra gelmesidir. Net tasarruf oranı (özel sektör tasarrufları eksi devletin borçlanma ihtiyacı) Amerika’da yüzde 12’lerden geçen yıl yüzde 3’e gerilemiştir. Cari işlemler açığının tamamı tasarruf oranının düşmesinden kaynaklanmıştır.
O halde, Amerikan ekonomisindeki temel düzeltme tasarruf oranının yükselmesinden ve bütçe açıklarının düşürülmesinden geçmektedir.Her ikisi de iç tüketimin yavaşlamasını, faizlerin artmasını ve doların değer kaybetmesi sonucunu doğuracaktır. Bazılarımızın umduğu gibi, paranın değer kaybetmesi tek başına çözüm olmamaktadır.
2002 yılından bu yana Amerikan doları değer kaybetti. Örneğin, dolar, Euro’ya karşı yüzde 25 civarında, Kanada dolarına karşı yüzde 10 civarında, Avustralya dolarına karşı yüzde 30’lara varan değer kayıplarına uğradı. Ama, Asya paralarına karşı doların değerinin düştüğü söylenemez.
Dolar, Kore parasına karşı yüzde 18 ve Singapur parasına karşı yüzde 10 kadar değer kaybederken, Çin parasına karşı yüzde 8, Malezya parasına karşı yüzde 15, Tayvan parası ve Japon yeni karşınında da çok ufak değer kazandı. Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) kullandığı dış ticaret ağırlıklı dolar değeri endeksinde Asya ekonomilerinin ağırlığı yüzde 40 civarındadır. Bu oran kullanıldığında, doların küresel değer kaybı yüzde 10’un biraz üzerinde kalmaktadır. Bu değer kaybı yeterli görünmemektedir.
Çin’in parasını dolara endekslemekten vazgeçip içinde mutlaka dolarında olduğu bir sepete bağlamış olması çoğu çevrelerde ‘para reformu’ olarak nitelendirildi. Ama, aslında yapılan kısa dönemde Çin parasına değer kazandıracak bir uygulama değildi. Aksine, Avrupa’nın kendi sorunları nedeniyle Euro değer kaybettiğinde, Çin parasının daha da değer kazanması söz konusu olabilecektir.
DOLARA YATIRIM
Asya ve Amerika karşı karşıya durmaktadır. Amerika açık vermekte, Asya açıkları finanse etmektedir. Amerika’da tüketim artmakta, Asya’da tüketim düşmekte ya da artmamaktadır. Halbuki, düzeltme tam tersini gerektirmektedir. Küresel büyüme ile hammadde fiyatları da artırmaktadır.
Küresel likidite azami düzeye gelmiştir. Gelişmekte olan piyasalar 150 milyar doların üzerinde cari işlemler fazlası verdikleri halde, bu grup ülkelere akan yabancı mali sermaye (sıcak para artı sabit sermaye yatırımları) 300 milyar dolara yaklaşmıştır. Geçen yılki rezerv artışları (çoğu Amerikan doları olmak üzere) 400 milyar doları bulmuştur.
Dünya daha ne kadar dolara yatırım yapacak?
Yazının Devamını Oku