18 Eylül 2005
<B>ÜNİVERSİTEYE </B>giriş kadar, sınav yoluyla öğrenci kabul eden <B>özel liselere giriş</B> de aileler için heyecan verici bir uğraş haline geldi. <B>Çocuğun hangi okulda daha iyi eğitim alacağı değil, hangi liseye giderse, iyi bir üniversiteye gidebileceği kaygısı öne çıktı</B>. Velilerin bakış açısı çarpık bir hale geldi. Büyük bir yarış sonrasında çocuğunu sınavla öğrenci alan bir liseye yazdırabilme mutluluğuna ulaşan veliler hemen sonra üniversiteye giriş sınavı için koşturmaya başlıyor. Yine, çocukları iyi bir üniversiteye sokabilecek iyi bir dershane aranıyor. Eğitimin kalitesi hep ikinci planda kalıyor.
Madem dershane aranacaktı, neden lise için koşturuldu? Acaba, çocuğun hangi liseye gittiği üniversite sınavlarındaki başarı için ön şartlardan biri midir? Bu soruların cevaplarını ben verebilecek durumda değilim. Ama, özel liselere giriş sınavlarındaki bazı sonuçlar oldukça dikkat çekici. Bu sonuçları paylaşmak istiyorum.
SONUÇLAR
Özel liselere giriş sınavlarına giren öğrenci sayısında ciddi bir patlama yaşanıyor. 2003 yılında 13,800 öğrenci bu sınava girmişti. Bu yıl aynı sınava giren öğrenci sayısı 31,700 oldu. Sınavla öğrenci alan okullar arzulanan üniversiteye girişin garantisi mi? Mezun olunan liseden çok, gidilen dershane galiba daha önemli oluyor. Özel liseleri kazanmanın yolu da mezun olunan ilk öğretim okulundan çok yine gidilen dershane oluyor galiba.
2003 yılında, sınavı kazanan öğrenciler, sınava giren öğrencilerin yüzde 19’u civarındaydı. Bu yıl bu oran yüzde 11 oldu. Kapasite aynı kaldı, talep arttı.
Sınava giren adayların yaklaşık yüzde 52’si kız öğrenciler olurken, sınavı kazanan öğrencilerin yaklaşık 48’i kız öğrenciler oluyor. Yani, erkek öğrenciler göreli olarak sınavda daha başarılı oluyorlar. Galiba, erkekleri daha fazla iteliyoruz.
Eğitimde bölgesel farklılıklar bu sınavda çok açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Sınava giren öğrenci sayısı çok az da olsa, örneğin, Ağrı, Çankırı, Gümüşhane, Kars, Muş, Niğde, Siirt, Van, Batman, Şırnak ve Ardahan gibi illerden sınavı kazanan öğrenci yok.
Sanıldığı kadar İstanbul ilinden sınava giren öğrenciler de başarılı değiller. İstanbul’dan sınava giren öğrencilerin aldıkları ortalama puan 2005 yılında 582 olmuş. Halbuki, Marmara bölgesindeki illerin ortamla puanı 623 civarında. En düşük ortalama puanı olan Güney Doğu Anadolu Bölgesinin ortamla puanı dahi 605’in üzerinde. Yüksekten aşağıya puan sıralamasında İstanbul 81 il içinde 70. olmuş. Şaşırtıcı değil mi?
Devlet okulunda okuyup da özel liselerin sınavına giren öğrenci sayısı göreli olarak artıyor. 2003 yılında özel okullarda okuyup özel liselerin giriş sınavına giren öğrenci sayısı 6,500 civarındayken 2005 yılında 11,150 oldu. Buna karşılık, devlet okullarında okuyup aynı sınava giren öğrenci sayısı aynı dönemde 6,950’den 20,650’ye fırladı.
Özel okullarda okuyup özel liselerin giriş sınavlarında devlet okullarında okuyanlara göre bir avantaj da elde edilemiyor. 2003 yılında özel okullardan sınava girenlerin ortamla puanı 622.5, devlet okullarında okuyanların ortamla puanı 622.9 olmuştu. 2005 yılında aynı puanlar sırasıyla 626.5 ve 608.5 oldu. Fark istatistiksel olarak o denli büyük değil.
KALİTE
Bütün bu rakamları gördükten sonra, okul seçiminde, lise giriş sınavlarında ya da üniversite giriş sınavlarında başarı değil, çocuğun alacağı eğitimin kalitesinin çok daha önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü, bu sınavların, alınan eğitimin kalitesini değil, ne olduğunu henüz hiç kimsenin anlayamadığı bir başka şeyi ölçtüğü giderek daha iyi anlaşılıyor. İyi bir liseye gitmek için iyi bir ilk öğretim okulu değil, iyi bir dershane gerekiyor. Halbuki, iyi bir eğitim için iyi bir okul bulmak gerekiyor.
Eğitimde kaliteyi ölçmeye yönelik yöntemler bulmak zorundayız. Bulamadığımız sürece, ‘üniversite mezunu diplomalı işsizler’ yaratma olasılığını artırmış oluruz. Çünkü, iş alemi, diplomayı gördükten sonra, bir şekilde kaliteyi ölçüyor.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2005
<B>REKABET </B>dinamik bir olgudur. Rekabette geri kalmanın ilk tepkilerinden biri <B>rekabeti kısıtlamak</B> olmaktadır. Bu nedenle yüzyıllarca ‘ihracat iyi, ithalat kötü’ sloganıyla dünya ekonomilerine yön verilmiştir.
Dış ticaretin serbestleşmesinin yararlarını anlamak yüzyıllar almıştır. Anlaşıldığında da, sanayi devrimi gerçekleşmiş ve hızlanmıştır. Ama, temel içgüdü değişmemiştir. Rekabet edilemeyen mallarda dış ticaretin kısıtlanması fikri hala çok geçerlidir.
KİM KORUNUYOR?
Bizim ihracatımız bir başka ülkenim ithalatıdır. Dolayısıyla, bizim için iyi olanın başkası için kötü olması durumunda dengenin uzun süre devam edemeyeceği çok açıktır. İthal etmeyenin ihracatı da olmaz. Ancak, her iki taraf için de iyi olan dengeler sürdürülebilir. Dolayısıyla, ihracat da, ithalat da her iki taraf için iyi olmak zorundadır.
Neyin iyi olup neyin kötü olduğuna genellikle malı üretenlerin açısından bakarak karar verilir. Belli bir ithal malıyla rekabet edemeyen bir firmanın iktisadi hayattan çekilmesine sermaye kaybı ve istihdamın azalması olarak bakılır. Dolayısıyla, rekabeti engellemek, sermaye kaybının önlenmesi istihdamın korunması olarak algılanır.
Konunun bir de tüketici tarafı vardır. Rekabetin engellendiği yerde fiyat yükselir, kalite düşer. Dış ticaretin kısıtlanması da aynı malın yurt içinde daha pahalı tüketilmesine neden olur. Büyük bir olasılıkla, yurt içinde yaşayanlar daha düşük kaliteli mal tüketmeye mahkum edilirler.
Dış ticareti kısıtlamanın bu yönü genellikle tartışmalara konu olmaz. Çünkü, rekabetin kısıtlanmasını arzulayanlar üç-beş üreticidir. Rekabetin kısıtlanmasından olumsuz etkilenecek olan milyonlarca tüketicidir. Dolayısıyla, üreticilerin bir araya gelip siyasi otoriteyi ikna etmesi çok daha kolay olmaktadır.
Son yıllarda, özellikle Avrupa’da böyle bir süreç yaşanmaya başlandı. Çin’de üretilen mallarla rekabet etmekte zorlanan Avrupa ekonomilerinde korumacı eğilimler artmaya başladı. Bu eğilim, daha az olmakla beraber Amerika’da gözleniyor.
Avrupa’daki siyasi otoriteler de korumacı eğilimleri destekleyici tavır almaya başladılar. Dikkat edilirse, Çin rekabetinden şikayet edenler Amerikalı ya da Avrupalı tüketiciler değillerdir. Onlar hayatlarından memnundurlar. Şikayetçi olanlar Çin’de üretilen mallarla rekabette zorlanan Amerikalı ya da Avrupalı üreticilerdir.
TİCARET ARTMALI
Avrupa’da korumacı eğilimlerle mücadele eden neredeyse tek ülke İngiltere kaldı. İngilizler ısrarla dış ticaretin engellenmesine karşı çıkıyorlar. İki yüz elli yıl önce de İngilizler dış ticarette serbest rekabetin faziletlerinden söz ederlerdi. Bugün de farklı bir şey söylemiyorlar.
‘Dünya ticaretinin daraltılması dünya ekonomilerinin tümüne zarar verir.’ Dünya Ticaret Örgütü (WTO eski GATT) bu gerçek üzerine kurulmuştu. Küçümsenmeyecek işler becerdi. Ama, şimdi, Çin geçeği, GATT’ı kuranları dahi şaşırmış durumda. Kıta Avrupa’sı temel içgüdüsüyle hareket etme eğilimine girdi. Halbuki, Avrupa Birliği olgusu da ‘serbest ticaret’ ilkesi üzerinde yükselen bir oluşumdu.
Rekabet sorununa çözüm, Çin ile olan ticareti kısma değil, artırma üzerine kurulmalıdır. Aksi taktirde, herkes kaybedecektir. Çünkü, bugün Çin rekabetinden çekinenler yarın dünyanın başka bölgelerinden gelen rekabetten de şikayetçi olacaklardır.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2005
<B>MAKRO </B>ekonomik açıdan işler fena gitmiyor. 2001 yılı ortasında uygulamaya konan ekonomik programın öncelikli hedefi kamu sektörünün göreli borç yükünü ve borçlanma ihtiyacını azaltarak fiyat istikrarını sağlamaktı. Bu yolda küçümsenmeyecek bir mesafe alındı. Bu anlamda, başarılı bir performans gözlendi.
İşlerin iyi gidiyor olması her şeyin iyi gittiği anlamına gelmiyor. Üç yıldır yaşanan çok yüksek ekonomik büyümeye rağmen istihdam konusu ekonominin kanayan yaralarından biri durumundadır. Son dönemde ekonomik büyümenin yavaşlama eğilimine girmesi bu sorunu daha da derinleştirebilir. Büyümedeki yavaşlamaya rağmen inşaat sektörünün canlı olması istihdam sorununa geçici bir çözüm yaratabilir.
Son üç yıldır üretimde yaşanan verimlilik artışları çok yavaşladı ya da durma noktasına gelmiş gibi görünüyor. Rekabetçi konumun döviz kurları nedeniyle aleyhe dönmesi ihracatçı sektörleri daha zor durumlara sokacakmış gibi görünüyor.
Kamu sektörü finansmanını düzeltmeye yönelik gerçekleştirilen dolaylı vergilerdeki artışlar üretimi de zorlamaya başladı. Önümüzdeki dönemde, bankaların üstlendikleri kredi riskleri baş ağrıtabilir. Sanayide kayıplar (dislocation) yaşanabilir.
ÖZELLEŞTİRME
Yılın ilk yedi ayında cari işlemler açığı 15 milyar dolar oldu. 2002 yılından bu yana gerçekleşen cari işlemler açığı 40 milyar dolara dayandı. Bugüne kadar bu açığın finansmanı bir sorun olmadı. Aksine, aynı dönemde resmi rezervlerimiz 20 milyar dolardan fazla arttı. Merkez Bankası bu rezervleri biriktirmeseydi, döviz kurlarının geleceği nokta çok daha vahim olacaktı. Bundan sonra bu boyutlarda cari işlemler açığının finansmanı için önemli ölçüde yabancı yatırımları ülkemize çekmek durumundayız.
Gerek devletin ekonomiden ellerini çekmesi ve kamunun borç yükünün azaltılması açılarından, gerekse belli bir dönem cari işlemler açığının borç yaratmadan finansmanı açısından özelleştirme önemli bir parametreydi. Bu hükümet konuyu çok fazla dillendirmeden önemli özelleştirme hamleleri yaptı. Aleyhte kamuoyu baskısından kaçınmak için özelleştirme fazla konuşulmuyor.
Halbuki, son iki-üç yılda yapılan özelleştirme, değer olarak, neredeyse tüm özelleştirme tarihinde yapılandan daha fazla oldu. Bundan önceki hükümetler becerebilselerdi, bu performansı ballandırarak satmaya çalışırlardı. Bu hükümet bu konuda mahcup davranıyor.
Yaşanan olumlu makro ekonomik ortamın kalıcılığı yönünde şüpheler henüz dağılmış değil. Yani, kamuoyunun ikna edilmeye ihtiyacı var. Ama, ikna edilip edilemeyeceğinden şüphelerim var. Yayınlanan veriler ve yapılan anketler iç talep büyümesinin devam ettiğini gösteriyor. Ama, tüketici güveni olarak adlandırılan bir takım endekslerde önemli düşüşler yaşandı. Bu çelişki de kamuoyunun istikrarın kalıcılığı konusundaki şüpheleri yansıtıyor.
KIRILGAN BEKLENTİLER
Bir takım yapısal reformların hayata geçirilmesinde isteksiz davranıyoruz. Halbuki, bu reformların çoğu kamu finansmanındaki iyileşmenin kalıcı olması yönünde atılması gereken adımlardan oluşuyor.
Dolayısıyla, programlanan yapısal reformların hızla hayata geçirilmesi kamuoyunun inatçı olumsuz beklentilerini kırabilecektir. Siyasi açıdan sevimli olmayacaktır. Ama, ekonomik açıdan, ileriye dönük önemli bir engel aşılmış olacaktır.
Ekonomide kalıcı istikrarı tesis etme projesinin çok başındayız. Beklentilerin kırılgan olduğu çok açıktır. Bu nedenle, bugünkü gözlenen dengelere bakarak mutlaka olumlu beklentiler oluşacağını düşünmek çok büyük bir yanlış olur. Çünkü, henüz beklentilerde olumlu yönde bir istikrar tesis edilebilmiş değildir.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2005
<B>MİLLİ </B>gelir istatistiklerine <B>harcamalar</B> yönünden bakmak yeni dengelere uyumun <B>kamu</B> ve <B>özel</B> sektör üzerindeki yükünü anlamak açısından da faydalar sağlıyor.Toplam üretim, tanım gereği, ölçme hatalarının dışında, stok değişmeleri dahil toplam harcamalara eşit olması gerekiyor.
Türkiye birçok istikrar programı yaptı ve uygulamaya çalıştı. 1980 ve 2001 yıllarında uygulamaya konan istikrar programları hem özel sektörün hem de kamu sektörünün beraberce uyum gösterdiği programlardı. 1980 programında kamu bir süre sonra uyum göstermekten vazgeçti. Kalıcı istikrar da hiçbir zaman oluşturulamadı.
2001 programı da kamunun özel sektör kadar uyum sağlamaya çalıştığı programlardandır. O nedenle de, şimdiye kadar 2001 yılında uygulamaya konan program belli bir başarı elde etti. Programın bundan sonraki başarısı kamunun uyum içinde kalıp kalmayacağı ile yakından ilgilidir.
Diğer bütün ‘istikrar programı’ adı verilen uygulamalarda özel sektör uyum göstermiştir. Kamu sektörü bildiğini okumuştur.
PARALELLİK VARDI
2001 yılı ile birlikte ekonominin yarattığı toplam net tasarrufların artması zorunlu hale geldi. Hem kamu hem de özel sektör hem tüketimlerini hem de yatırımlarını azaltmak zorundaydılar. Öyle de yaptılar.
Örneğin, özel sektör tüketim harcamalarını 2001 yılında reel olarak yüzde 9.2 azaltırken, kamu sektörü artan faiz harcamalarına rağmen tüketim harcamalarını yüzde 8.5 azaltmayı başardı. Aynı şekilde, kamu sektörü yatırımlarını reel olarak yüzde 35 kısarken, özel sektördeki yatırımlar yüzde 22 düştü.
Kamu yatırımlarının 2004 yılında geldiği düzey reel olarak 2000 yılında geldiği düzeyin yüzde 71’i kadardır. Benzer şekilde, 2004 yılındaki kamu tüketimi 2000 yılındaki düzeyinin yüzde 95’i düzeyinde oldu. Bu süreçte kamu sektörü gerçekten kemerleri sıktı.
2001 yılından sonra gözlenen iç talep büyümesi çoğunlukla özel sektördeki talep artışından kaynaklandı. 2001 yılından 2004 yılı sonuna kadar reel olarak özel sektör tüketimi toplam yüzde 20 artarken, özel sektör yatırımları yüzde 66 arttı.
PARALELLİK BOZULUYOR
2005 yılında büyümenin yavaşladığı biliniyor. Hem özel hem de kamu sektörünün tüketimi yüzde 4 civarında artıyor. Yatırımlarda ise özel sektör ile kamu sektörü arasındaki paralellik giderek kayboluyor.Özel sektör yatırımlarındaki artış yüzde 60’lardan yüzde 15’lere gerilerken, kamu yatırımlarında çok belirgin bir artış gözleniyor. Grafikten de görüleceği gibi, özel ve kamu sektörleri arasındaki paralelliğin kaybı geçen yılın ortalarından beri gerçekleşiyor.
Son yayınlanan milli gelir istatistiklerine göre, kamu sektöründeki yılın ilk yarısındaki artış geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 32.5 oldu. Aynı oran özel sektörde 11’in altındaydı. Toplam yatırımlar içinde kamu sektörünün yatırımları artmaya başladı.
Cari işlemler açığının giderek arttığı bir dönemde bu eğilimin devam etmesi ekonomik uyumun yine özel sektörün üzerine yıkılmasıyla sonuçlanabilir. Eğilimin devamı halinde ekonomik istikrarın kalıcılığı risk altına girmiş olur.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2005
<B>YILIN </B>ikinci üç aylık dönemine (Nisan-Haziran) ait milli gelir verileri açıklandı. Çok büyük bir sürpriz yok. <B>Gayri Safi Milli Hasıla</B> (GSMH) yılın ikinci üç aylık döneminde geçen yılın aynı dönemine göre <B>reel olarak yüzde 3.4 arttı</B>. Yılın ilk üç aylık dönemine ait GSMH büyümesi ise revize edilmedi. Aynı kaldı. Şaşırtıcı oldu. Çeşitli göstergeler yılın ilk üç aylık döneminde GSMH büyümesinin açıklanan yüzde 5.3’den daha yüksek olabileceğini gösteriyordu.
BÜYÜMEDE YAVAŞLAMA
Ekonomik büyüme geçmişe göre yavaşlıyor. Son üç yıldır alıştığımız yüzde 8’lere varan reel ekonomik büyüme yılın ilk yarısında yüzde 5’in altına gelmiş durumda (yüzde 4.5). Ekonomik istikrarın kalıcılığı açısından ekonomik büyümedeki dönemsel düşmeler olumlu olarak algılanmalıdır.
Son on iki aylık ortalama GSMH büyümesi yüzde 5.3 olmuştur. Bir başka ifade ile geçen yılın ikinci yarısı ile bu yılın ilk yarısı bütününde milli gelirimiz bir önceki aynı döneme göre reel olarak yüzde 5.3 artmıştır. Bu artış da son 35 yıllık ortalamanın bir puandan fazla üzerindedir. Yani, işler kötü gitmiyor.
Son dört, üç aylık dönemde, üç aylık büyüme rakamları hafif aşağı yönde bir eğilim sergilemektedir. Bu eğilim grafikten de açıkça görünmektedir.
Geçen yıllarla bu yılın ilk altı ayında arasında ekonomik büyümenin kaynakları (sektörleri) değişmektedir. Örneğin, ekonominin yüzde 8’ler civarında büyüdüğü dönemlerde büyümenin önemli bir kısmı sanayi sektörü üretiminden kaynaklanıyordu. Hizmetler sektöründe ve özellikle geleneksel olarak büyümenin motoru sayılan inşaat sektöründe bir kıpırdanma yaşanmamıştı.
Bu yıl durum değişti. Son üç yıldır kıpırdanmayan inşaat sektörü bu yıl parlak dönemlerinden birini yaşıyor. İnşaat sektörü reel olarak ilk üç ayda yüzde 16.5, ikinci üç ayda da yüzde 22.2 büyüdü.
Konut sahipliğindeki büyüme hálá çok küçük. Bu kalemdeki ortalama büyüme yılın ilk yarısında yüzde 1.5’de kaldı. Halbuki, konut kredilerindeki patlama konut sahipliğinin ciddi boyutlarda artış olması gerektiğine işaret ediyor.
Ticaret sektöründeki büyüme de göreli olarak düşük kaldı. İnşaat sektörünün patladığı, ithalatın hala yüzde 20’ler düzeyinde arttığı bir ortamda, ticaret sektöründeki büyümenin yüzde 5’lerde kalması şaşırtıcı oldu.
Bu yıl, genel izlenim, tarım üretiminin geçen yıllara göre iyi olduğu, ama fiyatların arzulanan seviyelerde olmadığı yönündedir. Fiyatların çok düşmesi nedeniyle tarım ürünlerinin tarlada kaldığı yönünde söylentiler vardır. Belki de bu nedenle, bu yılın ilk yarısında tarım sektöründeki büyüme reel olarak yüzde 0.1’de kalmıştır.
YUMUŞAK İNİŞ Mİ?
Yılın ilk altı ayında gözlenen eğilimler bu yılın tümüne yönelik olarak milli gelir (GSMH) büyümesinin tahmin edilen yüzde 5’in altında kalabileceğini göstermektedir. Belki de, yakın tarihimizde ilk kez, ülkeye giren yabancı kaynakların arttığı bir dönemde ekonomik büyümede geçen yıllara göre bir düşüş yaşanacak. Halbuki, geçmiş deneyimler ekonomiye giren yabancı kaynaklar arttıkça ekonomik büyümenin de hızlandığı yönündedir.
İlginç bir yıl yaşıyoruz. Ekonomiye giren yabancı kaynakların ekonomik büyümeye olan katkısı geçen yıllara göre daha düşükmüş gibi görünüyor. Dalgalı kur rejiminin cari işlemler açığı sorununa çözüm getirebileceği iddia edildi. İddialar çok doğru çıkmadı. Artan cari işlemler açığına rağmen döviz kurları kıpırdamadı. Hatta, reel ve nominal olarak düştü.
Son veriler, cari işlemler açığına ‘uyumun kurlardan değil de, ekonomik büyümeden mi geldiği’ yönünde düşündürücü ipuçları veriyor. Yani, yumuşak inişin ilk işaretlerini alıyor olabiliriz.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2005
<B>DEVİRLER </B>değişiyor. Ama, <B>insanlar çabuk değişemiyor</B>. Oyunun kuralları değişiyor. Ama, insanlar değişen kurallara uyum sağlamakta zorluk çekiyorlar. Uyum sağlamakta zorluk çekenlerin tepkileri farklı oluyor. Kimileri oyunun kurallarını yine eski haline getirmeye çalışıyorlar. Kimileri yeni kuralları yozlaştırmak için çaba harcıyorlar. Kimileri de yeni kurların sonuçlarını kuralları uygulayanlara fatura etme eğilimine giriyorlar. Yeni kurallarla eski oyunun oynanması arzu ediliyor.
Aslında, bütün bu çevrelerin asıl sorunu yeni kurallarla yaşamakta zorluk çekmeleridir. İster, istemez buna da alışacaklardır. Ama, alışana kadar, yıkıp dökmeye devam edip önemli bir iş becerdiklerini sanacaklardır.
UCUZ KARALAMA
Yılın ilk altı ayında Merkez Bankası kısa vadeli faizleri her ay düşürdü. Kimilerine göre, Merkez Bankası faizleri daha hızlı düşürmeliydi. Ama, bu çevreler bir ölçüde buna da razı oldular. Ardından durum değişti.
Son üç aydır Merkez Bankası kısa vadeli faizleri değiştirmiyor. Faizleri neden değiştirmedi yönündeki görüşleri de kendine göre kamuoyu ile paylaşıyor. Hiç kimse Merkez Bankası’nın görüşleri ile fikir birliği içinde olmak zorunda değildir. Ama, aynı fikirde olmamak Merkez Bankası’nın davranışlarında kasıt aramayı ya da beğenmediğimiz fikirlerin oluşumunda katkı yapan kişileri karalamayı gerektirmez. Aslında, bu davranış içine giren kesimler kasıtlı davranıyorlardır. Onlar karalanmalıdır. Kişiler değil, fikirler eleştirilmelidir.
Gelecek yıl Merkez Bankası Başkanı’nın görev süresinin dolacak olması da Merkez Bankası’nın kararlarına olan tepkiyi farklılaştırıyor. Bazı kesimler alınan kararlara gösterdikleri tepkilerle Başkan’ın yeniden atanma olasılığı ile kendilerince oynamaya çalışıyorlar. Bu halleriyle onu da becerebildikleri söylenemez.
Faizlerin geçen Cuma günü de değiştirilmemiş olması mutlaka tepki çekecektir. Merkez Bankası ve idarecileri kasıtlı hareket etmekle (hatta, daha açık bir ifadeyle, hükümeti sabote etmekle) ve iş bilmezlikle suçlanacaktır. Bu kampanya kendine göre başladı bile.
Bu çeşit eleştiriler ucuz saldırılardır. Ciddiye alınıp üzerinde fazla durulmamalıdır. Para politikası çok önemli ve çok teknik bir konudur. ‘Ağzı olanın konuştuğu’ bir ortamda böyle ucuz tartışma yaratmak para politikasına haksızlık olur.
TEK ÇAPA
Her şeyden önce, Merkez Bankası’nın tek ve öncelikli hedefinin faizleri düşük tutmak değil, ekonomideki ortalama fiyat artışlarını düşük tutmak olduğunu kafamıza kazımalıyız. Tartışma yapılacaksa, ki abesle iştigal olur, bu konuya odaklanılmalıdır.
Enflasyonu düşük tutmanın maliyeti faizlerin yüksek kalmasıysa, bunu da kabullenmekten başka bir seçeneğimiz yoktur. Yıllarca, bunun tersini becermeye çalıştık, başarımız ortada!
Bundan böyle, ekonomik istikrar yolunda en işlevsel ve en belirgin ‘çapa’ para politikası olacaktır. Hatta, para politikası ekonomik istikrar açısından tek ‘çapa’ olacaktır. Dolayısıyla, Merkez Bankası politikalarının eleştirisi faizlerin düzeyi üzerinde değil, fiyat istikrarı ekseninde olmak zorundadır.
Bu açıdan da bakıldığında, Merkez Bankası’nı başarısız bulmak olanaksızdır. Otuz yıldır başarılamayan başarılmıştır. Bu başarının arkasında Merkez Bankası’nı göremiyorsak, kasıtlı davranıyoruz demektir.
Aldırmayalım, buna da alışacağız.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
<B>EĞİTİMDE </B>mali kaynaklar önemlidir. Ama, belki de, <B>mali kaynaklardan daha önemlisi öğreticinin kalitesidir</B>. Kalite her zaman para ile satın alınamayabiliyor. Üniversitelerimizdeki iktisat eğitimi tartışılırken göz ardı edemeyeceğimiz alanlardan biri de <B>öğreticinin kalitesi</B> olmalıdır. Öğreticinin kalitesi terimiyle yalnızca öğretenin kalitesi anlaşılmamalıdır. İktisat alanında birçok Nobel Ödülü almış insan vardır. Ama, bu kişilerin tümünün iyi öğretmen oldukları iddia edilemez. Hiç şüphesiz hepsi birinci sınıf iktisatçı ve bilim adamıdırlar.
Bilim adamı olmak bir şey, iyi eğitici olmak bir başka şeydir. Lisans düzeyindeki eğitimde bu farklılık özellikle önem kazanmaktadır.
YARIM ZAMANLI HOCALAR
Son yıllarda, arzu edilen eğitim kalitesine ulaşmak için gerekli ve yeterli kaynakların çok üzerinde üniversite açıldı. Belki, nitelikten çok niceliğe önem verildi. Neredeyse, bütün illerimizde artık bir üniversite var. Bunların yanında, giderek yaygınlaşan vakıf üniversiteleri var. Laboratuar gibi maliyetli öğretim aracına ihtiyaç göstermediği için, bütün üniversitelerimizde iktisat bölümleri de var. Bütün bu iktisat bölümlerinde yeterli sayıda ve nitelikte öğretici var mı?
Elbette, çeşitli dersler çeşitli öğreticilerle götürülmeye çalışılıyor. Kimi üniversitede bir hoca haftada 4-5 farklı ders veriyor, kimi üniversitelerde de bir hoca haftada 2 farklı ders veriyor. Bir hocanın üstlendiği ders sayısı arttıkça, o hocanın verimliliği doğal olarak düşüyor. Öğretici kendi başına çok iyi olsa da, üzerindeki ders yükü nedeniyle, öğretimin kalitesi kaçınılmaz olarak düşüyor.
Eskiden bazı üniversite hocaları özel sektörde danışmanlık yaparlardı. Bu hocalara ‘holding profesör’ denirdi. Yanlış ya da doğru, bu kişiler benzer danışmanlık görevleri almayanlar ya da alamayanlar tarafından eleştirilirdi. Şimdi, asıl işi üniversite dışında olan kişilerin üniversitelerde dersler vermeye başladığını görüyoruz (ben de bunlardan biriyim).
Üniversite dışından gelen kişiler genellikle haftada bir gün derslere girip ortadan kayboluyorlar. Üniversitede bulunmaları verdikleri dersin süresi ile sınırlı. Öğrenci hocasını ders dışında görmek istese, hoca ortada yok. Bu da eğitimin kalitesini düşüren bir unsurdur. Üniversite eğitiminde ders içi eğitim kadar ders dışı eğitim de önemlidir. Normal şartlarda, bir üniversite hocası verdiği ders saati kadar bir süre kendini öğrencilerinin ders saatleri dışında görebilmeleri için hazır bulundurması gerekir.
Yarım zamanlı diye adlandırılan üniversite dışındaki kişilerle böyle bir standardı tutturabilmek doğal olarak mümkün değildir. Onlar da haklı olarak, esas işlerine zaman ayırmak zorundadırlar. Onlar üniversite hocalığını büyük ölçüde zevk için yapmaktadırlar.
FARKLI YÖNTEM
Böyle kişilerin üniversitelerimize yarar sağlamadığını söylemek istemiyorum. Bu kişilerden de üniversiteler faydalanmalıdır. Ama, faydalanma yöntemi üniversite dışından gelenlere ders verdirme yoluyla değil, onlara konferans verdirerek ya da tartışma panellerinde rol vermek suretiyle olmalıdır. Üniversite eğitiminin ayrılmaz parçalarından biri de zaten budur. Özellikle iktisat alanında, teori kadar pratik de önemlidir.
Kısacası, iktisat eğitiminde üniversitelerimizde insan kaynağı sıkıntısı vardır. Üniversite dışından gelenlere ders verdirmek göze ve kulağa hoş gelmektedir. Ama, çoğu zaman eğitimin kalitesini düşürmektedir.
Şimdilik bu kadar. İleride, zaman bulup yeniden bu konuya dönmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2005
<B>ENFLASYON </B>ekonomide hantallık yaratıyor. İktisadi kararların alternatif maliyetleri saklanabiliyor. Bir anlamda, <B>enflasyonist ortamda pislikler halının altında saklanabiliyor</B>. Yanlış fiyatlama yapmanın maliyeti artan fiyatlarla gizlenebiliyor. Stok tutmanın karlı olabileceği bir ortam yaratabiliyor. Kısacası, enflasyon kıt kaynakların en verimli şekilde istihdamını çarpıtabiliyor.
Fiyat artışlarının düşük olduğu ortamlarda ise yanlış iktisadi kararların maliyeti anında cebe yansıyor. Stok tutup fiyatların artarak stok maliyetinin üzerinde para kazanmak zorlaşıyor. Yanlış fiyatlandırma üreticileri piyasadan atabiliyor. Maliyetlerini kontrol edemeyenler doğru fiyatlandırma yapamıyorlar.
Doğru fiyatlandırma, maliyetleri veri kabul eden fiyatlandırma değildir. Doğru fiyatlandırma, piyasada alıcı bulabilecek fiyatlandırmayı kárlı kılacak maliyetlerle çalışmak demektir. Yani, artık verimlilik ön plandadır. Bu yaklaşım göreli olarak Türkiye için yeni bir olgudur.
ENERJİ
2001 yılında yaşanan krizden bu yana iki önemli olgu bir arada yaşanmaya başladı. Tüketici daha seçici olmaya başladı. Tüketicilerin yeni davranışı karşısında, üreticiler maliyetlere daha dikkat ermek zorunda kaldı. Fiyat artırma olanağı azaldıkça (ücret artışları da dahil) hem üretici hem de tüketici iktisadi hantallığı üzerilerinden atmak zorunda kaldılar.
Rakamlar da bunu kanıtlıyor. 2002 yılında bu yana milli gelirimiz yüzde 25’in üzerinde arttı. Aylık bazda hesaplanan endekse göre, aynı bazda, ortalama imalat sanayi üretimi yüzde 36’nın üzerinde arttı. Aynı dönemde, elektrik üretimindeki artış yüzde 26 oldu.
Enerji tüketimindeki artış daha da düşük oldu. Anketler yoluyla Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yaptığı çalışmalara göre, 2001 yılından bu yana toplam enerji tüketimi yüzde 18 arttı. Enflasyon ortamında bu ilişkiler tam tersiydi. Kısacası, artık üreticiler çok ciddi boyutlarda enerji tasarrufu yapıyorlar. Demek ki, bu tasarrufu yapabilecek olanaklar varmış.
EMEK
Emek istihdamında da benzer bir gelişme söz konusudur. 2002 yılından bu yana toplam istihdam 20.3 milyon kişiden 21.5 milyon kişiye (2005 yılı ocak-mayıs ortalaması) çıkmıştır. Yani, emek istihdamındaki artış yalnızca yüzde 6.1 olmuştur. Emek istihdamındaki tasarruf enerji tasarrufundan çok daha büyük olmuştur. Buna karşılık 2002 yılından bu yana 15 yaş üstü nüfus yüzde 8.3 artmıştır. İşsizlik oranının göreli olarak sabit kalması işgücüne katılma oranındaki değişme ve gizli işsizliktir.
Önümüzdeki dönemde de emek istihdamı Türkiye ekonomisinin önemli sorunlarının başında gelecektir. Sorunla mücadelenin önemli bir boyutu emek piyasasına esneklik kazandırmaktır. Bütün dünya emek piyasasına esneklik kazandırma yolunda adımlar atmaya çalışırken, biz tam tersini yaptık.
Yeni dönemde üretim yapısındaki değişme sosyal içerikli yasal düzenlemelere bakış açımızı yeniden gözden geçirmeye zorlayacaktır.
Yazının Devamını Oku