3 Ekim 2005
<B>GELİŞMİŞ</B> ülkeler içinde en hızlı büyüyen ve sorunları da en çok konuşulan ülke <B>Amerika Birleşik Devletleri</B>. Amerikan ekonomisi yılda hala yüzde 3’ün üzerinde büyüyor. Geçen yılki büyüme yüzde 4.2 olmuştu. Yani, her yıl bir Türkiye ekonomisinden daha büyük bir ekonomi Amerikan ekonomisine ekleniyor.
Amerika’da devlet giderek artan finansman açıkları veriyor. Özel sektör tasarruf yapmıyor. Dolayısıyla, toplam tasarruf açığı yurt dışından karşılanıyor. Sonuç olarak, Amerika’da cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 6’sına yaklaştı.
Hem bütçe hem de dış açık olgusuna ‘ikiz açıklar’ deniyor. Son yıllarda Amerika’nın ikiz açıkları çok konuşuluyor. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, birçok iktisatçı Amerikan ekonomisinde ciddi boyutlarda bir düzeltme olması gerektiğini düşünüyor. Kısacası, ‘düzeltme,’ faizlerin daha da yükselmesi ve doların değer yitirmesi anlamına geliyor.
REKORLAR
İktisatçılar Amerikan ekonomisinde bir düzetme bekleye dursunlar, şirketlerin karları artıyor. Amerika’daki şirketlerin yıllık ortalama kar artışları yüzde 10’un üzerinde gerçekleşiyor. Geçen yıl şirketlerin kar artışı yüzde 21 olmuştu. Şirketlerin reel yatırım harcamaları da yılda yüzde 10’un üzerinde artmaya devam ediyor.
Beklentilerin gerçekleşmelerle aynı paralelde gitmemesi nedeniyle, Hisse Senetleri Borsası artmıyor. Yani, şirketlerin piyasa değeri artmıyor. Şirketlerin göreli potansiyelini gösteren kazanç-fiyat oranları çok yükseliyor. Bu oran 2000 yılında yüzde 4’ün altına gelmişken, şimdi yüzde 6’yı geçti.
Anketlerde, bizde olduğu gibi, ‘tüketici güven endeksi’ düşmeye devam ediyor. Hatta, bir ayda bu endeksteki düşüşler tarihi rekorlar kırıyorlar. Ama, Amerikan tüketicisi harcamaya devam ediyor. Amerika’da perakende satışlar yıllık yüzde 10’un üzerinde gerçekleşiyor. Güven azalıyor, ama harcamalar artıyor.
Son on yılda Amerikan ekonomisindeki kişisel gelirler neredeyse ikiye katlandı. Tüketicilerin servetleri de aynı şekilde ikiye katlandı. Gelir ve servet artışları tüketim patlaması yarattı. FED Başkanı Greenspan’in Amerika’daki ev fiyatlarının artmasından kaygı duymasının ardında bu gelişmeler var. Bir tahmine göre, Amerikan hane halkları toplam varlıklarının yüzde 20’si kadarını borçlanma ile karşılıyor. Geri kalanı kendi sermayeleri. Bu gelişmiş bir ülke için çok büyük bir rakam.
Ev fiyatları son yıllarda yüzde 10’un üzerinde artıyor. Ama, ev satışları da artıyor. Eskiden yapılıp en az bir kez satılmış evlerin satışında önemli bir patlama yaşanıyor. Ağustos ay itibariyle bu kalemdeki artış yüzde 7.3 oldu.
FED faizleri ölçülü bir biçimde artırıyor. Ama, faizlerin artması Amerikan tüketicisini kesmiyor. FED’in beklentilerinin aksine, uzun vadeli faizler kısa vadeli faizler kadar artmıyor. Daha fazla tüketim daha fazla üretim ve daha fazla istihdam anlamına geliyor. Son verilere göre, Amerika’da işsizlik yüzde 4.9 civarında. Enflasyon yüzde 3 civarında. ‘Temel enflasyon’ dedikleri ve para politikasının ölçü aldığı enflasyon ise daha istikrarlı ve yıllık yüzde 2 civarında oynuyor.
DENGESİZLİK
Bu denli ekonomik faaliyetin arttığı bir ekonomi doğal olarak ithalatını da artırıyor. Amerika’ya ihracat yapan ülkeler de Amerikan ekonomisindeki büyümeden az ya da çok faydalanıyorlar. Amerika toplam dünya nüfusunun yüzde 5’ine sahip. Ama, dünyada üretilen toplam milli gelirin yüzde 21’i Amerika’ya ait. Dünyadaki şirketlerin toplam değerinin yüzde 40’ı Amerika’daki şirketlerden oluşuyor. Dünyadaki dengesiz bölüşüm bu rakamlardan da çok iyi anlaşılıyor.
Sürdürülemez denen sorunlarına rağmen Amerikan ekonomisi dünya ekonomisinin lokomotifi olmaya devam ediyor. Lokomotif durursa, dünya ekonomisinin nereye savrulacağı çok büyük bir bilinmeyen olarak herkesi tehdit etmeye devam ediyor. Gelinen noktada, herkes Amerikan ekonomisine bağımlı halde.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2005
BEĞENMEDİĞİMİZ dengeleri beğendiğimiz yönde değiştirmeye yönelik devletin fiyata ya da miktara müdahaleleri ekonomide mutlaka çarpıklıklar yaratırlar.Çarpıklıklar bazen karaborsa olarak karşımıza çıkarlar, ama her zaman kurala uymayarak rant elde edilmesini sağlarlar.Örneğin, petrol fiyatı çok yükseldi diye benzini devletin hala ucuza satması kamu finansmanını bozar. Bir gün, hem karaborsa oluşur hem de sonunda devlet fiyatları artırmak zorunda kalır. Bu çeşit dengeler sürdürülemezler.Aynı şekilde, devletin bir malın miktarına karışması da çarpıklık yaratır. Örneğin, araba başına haftada 20 litre benzin verilmesi kararlaştırıldığında, bu kural çok çabuk bozulacaktır. Haftada 20 litreden fazla benzin kullanan araç sahipleri benzin istasyonları ile anlaşarak ve daha yüksek fiyat ödeyerek benzin almaya devam edeceklerdir. Bu olmazsa, uydurma plakalar icat edilerek benzin alınmaya devam edilecektir.AHLAKİ SORUNSon aylarda tüketici kredileri ve kiralar üzerinde yapılan tartışmalar müdahaleci içgüdümüzün depreştiğini gösteriyor. Devletin her iki alana da müdahaleleri bu piyasaları bozacak nitelikte olacaktır. Sonuçta, herkes kaybedecektir. Kredi kartı limitinin kredi kartı sahibinin geliri ile sınırlandırılması düşünülüyor. Kimileri halkın bankalar tarafından soyulduğunu düşünüyor. Kimileri de bankaların herkese kredi vererek ne yaptığını bilmediğini sanıyor. Halbuki, gerçek ikisi de değil.Bir bankanın kime ve hangi limitle kredi kartı verdiği banka ile müşterisi arasındaki bir ilişkidir. Kredi kartı alan, borcunun tamamını ödemezse ne kadar faiz vermek zorunda olduğunu baştan bilmektedir. ‘Faizler çok yüksek o nedenle ödeyemiyorum’ bahanesi çok ciddiye alınacak bir sav değildir. Faizlerin yüksek olduğu bilindiği halde, neden ödeyemeyecek kadar borç altına girildiği irdelenmelidir. Bu konuda ahlaki bir sorun söz konusudur.Bazı kart sahipleri işlerini kaybettikleri için kredi kartı borçlarını ödeyemediklerini ifade etmektedirler. İnsanın işini kaybetmesi her zaman bir risktir. Borçlanma bu riski göz önüne alarak yapılmalıdır. Risk gerçekleştiğinde, bir takım varlıkların kaybedilmesi olağandır. Bu bahane de iktisadi anlamda çok geçerli değildir.Bazıları mali açıdan güç duruma düştükleri için kredi kartlarına borçlanmaya zorlandıklarını iddia etmektedirler. Yani, faizi ne olursa olsun, borçlanarak hayatlarını devam etmek istemektedirler. Elbette, bu yaklaşımın sonuçlarına katlanacaklardır.Şikayet edilen tüm konular kredi kartlarının kötü kullanılması anlamına gelmektedir. Kredi kartının kötü kullanılması bankaların kredi kartı vermesinin kısıtlanmasını haklı göstermez. Bu konuda hesap yapması gereken bankalardır. Onlar da, bu hesabı yaptıkları için kredi kartı faizleri çok yüksektir.Birçok banka kredi kartı faizlerini yüzde 100 civarında tutmaktadırlar. Yani, kredi kartı borçlarının yüzde 50’si batsa dahi, bankalar hala karlı durumdadırlar. Faizler çok yüksekse, kredi kartı satamayacaklardır. Faizler çok düşükse, zarar edecekleridir. Zarar, sermayenin erimesi demektir. Yeterli sermayeleri varsa, bu konu da bankalardan başkalarını ilgilendirmez.HERKES KAYBEDERKısacası, tüketici olarak hoşumuza gitmese bile, kredi kartlarına sınırlama getirmek yanlış bir uygulamadır. Bugün bu konuda yapılacak yanlışlar yarın konut kredilerine de sıçrayabilecektir. Çünkü, konut kredilerinde de benzer şikayetler duyma olasılığı çok fazladır. Devletin bu konularda, hem de yasalar yoluyla, bankalar ile müşterileri arasına girmesi çok sakıncalıdır. Ahlaki sorunun boyutları artacaktır. Halbuki, bu sorunu en iyi şekilde piyasa mekanizması çözer. Devlet bu işe bununu soktuğunda, ya bankalar ya müşteriler ya devlet ya da hepsi kaybeder.
button
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2005
<B>IMF </B>Başkanı <B>Rato</B>, başında bulunduğu kuruluşun yoğunlaşması gereken yeni alanları vurgulamaya çalışırken üzerinde durduğu konulardan biri de <B>IMF’nin ortaklık yapısı</B> oldu. Ortaklık yapısı değişmeden IMF’nin yeni bir misyon edinmesinin zor olduğunu söyledi. Dünya ülkeleri arasında ortaklığın daha adil dağılmasını vurguladı.
IMF, İkinci Dünya savaşı sonunda oluşturulmuş uluslararası bir kuruluştur. Doğal olarak, Savaş’ın galiplerinin öncülüğünde ve onların öncelikleri doğrultusunda yapılandırılmış bir organizasyondur. O kadar ki, IMF’nin yapısını radikal bir biçimde değiştirmeye yönelik her karar ortakların yüzde 85’inin olumlu oylarını almak zorundadır. Amerika’nın oyu IMF’de yüzde 17’nin biraz üzerindedir. Dolayısıyla, Amerika’nın oluru olmadan IMF’nin yapısını değiştirmek mümkün değildir.
OY DAĞILIMI
Dünya ekonomilerinin göreli durumu değiştikçe, IMF’nin ortaklık yapısı da gözden geçiriliyor. Milli gelirleri diğerlerine göre daha hızlı artan ekonomilerin doğal olarak IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardaki ortaklık payı da artıyor. Artışa karar vermek için ‘kota gözden geçirilmesi’ adı altında bir çalışma yapılıyor. Bu çalışma hem IMF’nin sermayesinin artıp artmaması hem de ortaklık dağılımı konularında öneriler hazırlıyor. Ortakların yüzde 85’inin üzerinde kabul gören öneriler uygulamaya geçiyor. Bir başka ifadeyle, Amerika’nın kabul etmediği öneriler uygulamaya koyulamıyor.
2003 yılındaki son ‘kota gözden geçirilmesi’ çalışması IMF’deki ortakların göreli oy oranlarının değiştirilmesini önerdiyse de, Amerika’nın kabul etmemesi nedeniyle, ortaklık yapısı değişmemişti. Şimdi, yeni Başkan bir kez daha konuyu gündeme taşımak istiyor.
Rato’nun önerisi temelde çok haklı. Asya ekonomileri son yıllarda hızla büyüdükleri halde, IMF’deki ortaklık oranları dünya ekonomisindeki ağırlıklarını yansıtmıyor. Örneğin, Çin, dünya ekonomisinde yüzde 4’den fazla bir paya sahipken IMF’deki ortaklık oranı yüzde 3’ün altında. Aynı şekilde, Güney Kore ekonomisi dünya ekonomisinde yüzde 1.7 gibi bir paya sahipken, IMF’deki ortaklık payı yüzde 0.76 civarında bulunuyor. Bu ülkelerin IMF’deki ortaklık payını artması Amerika’nın ortaklık payının düşmesi anlamına geliyor. Amerika’da kendi payının yüzde 15’in altına düşmesine doğal olarak izin vermeyecektir.
Türkiye’nin IMF’nin sermayesine katkısı 1 milyar SDR’ın biraz altındadır. Oy oranı olarak kabul edilen sermaye oranımız toplamın yüzde 0.45’idir. Büyük bir olasılıkla, milli gelirimizin bugün geldiği göreli büyüklüğü itibariyle, bizim de IMF’deki oy oranımız artmalıdır. Bizim ve Asya ülkelerinin IMF’deki oy oranlarının artması IMF’nin çalışma biçimini ve önceliklerini değiştirecek midir?
DURUM DEĞİŞMEZ
Bu sorunun yanıtı olumlu değildir. Dolayısıyla, IMF’nin önceliklerinin yeniden yapılandırılması sürecinde sonucu etkileme gücü olmayan konularla zaman kaybetmek asıl amaçtan uzaklaştırıcı bir işlev görecektir. Yeni Başkan Rato’nun son çıkışı Avrupa’nın Amerika’ya karşı güç gösterisi gibi görünse de, sonucu değiştiremeyeceği gibi, IMF’nin önceliklerini yeniden oluşturma projesini engelleyici ya da geciktirici bir rol oynayacakmış gibi görünmektedir.
Yüzde 15 gibi bir oya sahip oldukça, Amerika, IMF’nin statüsündeki her türlü değişikliği engelleyebilecek bir güce sahip demektir. Bu gerçeğin bilincinde olarak, bizim gibi ülkelerde önceliklerini iyi tespit etmek zorundadır. Üzüm mü yemek istiyoruz, yoksa bağcıyı mı dövmek istiyoruz?
Gelinen noktada, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarda Amerika’nın ağırlığını azaltmak olanaksız gibi görünmektedir. Bu kurumlar, başkanları kim olursa olsun, giderek Amerika’nın dış ekonomik ilişkiler kuruluşları gibi çalışmaktadır.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2005
<B>1970’li </B>yılların sonuna doğru Asya’nın göreli olarak küçük olan ekonomileri yıldızlaşmaya başlamıştı. <B>Tayvan, Güney Kore, Singapur, Malezya, Endonezya ve Tayland</B> gibi ülkeler ‘<B>Asla Kaplanları</B>’ olarak nitelendirilmişti. 1997 yılı ortalarında patlayan <B>Asya Krizi</B> ile bu ülkeler çok ciddi darbe aldılar. Şimdi, yeniden toparlanıyorlar. 1990’lı yıllarda Çin ekonomisi konuşulmaya başlandı. Bir milyarın üzerindeki nüfusuyla her yıl yüzde 10’a yakın büyüyen Çin herkesin dikkatini çekmeye başladı. Çin’de üretilen malların dünya pazarlarını istila etmesi birçok ülke için önemli bir tehdit oluşturmaya başladı. Açıkçası, dünya, Çin ile ekonomik alanda nasıl mücadele edebileceğini henüz bilmiyor.
İŞGÜCÜ ESNEKLİĞİ
Çin konuşulmaya devam ederken, bir başka büyük Asya ülkesi, Hindistan yıldızlaşmaya başlıyor. Hindistan’daki ekonomik gelişmeler diğer ülkeler için henüz bir tehdit aşamasına gelmiş değil. Aksine, Hindistan birçok gelişmiş ülke açısından bir fırsat olarak görülüyor. Ama, ileride bu da değişebilir. Benzer bir süreç Çin’de de yaşanmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik kalkınma modelleri oluşturulurken Hindistan model ülkelerden biriydi. ‘Kalkınma İktisadı’ kurucularının ellerindeki en büyük örneklerden biri Hindistan ekonomisi olmuştu. O dönemin ‘ithalatı kısıtla, içeride üretimi teşvik et’ sloganıyla Hindistan’da korkunç bir ekonomik bürokrasi yaratıldı. Son otuz yıldır, 1940’lı yıllarda yaratılan ekonomik kontrol mekanizmasının gevşetilmesi yeterince becerilemiyor. Katı bir sistemi yumuşatmak kolay olmuyor.
Yakın bir gelecekte Çin’in nüfusunu da geçmesi beklenen Hindistan çalışanların haklarını koruma adına son derece katı bir sistem oluşturmuş. ‘1948 Fabrika Yasası’ yoluyla sanayi sektöründe işçi çıkarmayı neredeyse olanaksız hale getirmiş. Dolayısıyla, 1980’li yıllar sonrasında artan sermaye akımları ortamında, Hindistan, sanayi sektörüne diğer Asya ülkelerine ve büyüklüğüne göre ciddi boyutlarda yabancı sabit sermaye yatırımı çekemiyor. Ama, hizmetler sektörüne çok ciddi yabancı sermaye çekebiliyor. Çünkü, doğru dürüst hizmetler sektörünün olmadığı dönemde, 1948 yılında çıkarılan ‘Fabrika yasası’ hizmetler sektörünü kapsamıyor. Dolayısıyla, ekonominin dinamizmi şimdilik hizmetler sektöründen geliyor.
Bilgisayar hizmetleri sektöründe Hindistan’ın yıllık cirosu bu yıl 40 milyar dolar ı geçmiş durumda. Döviz rezervleri iki yılda iki misli arttı ve 140 milyar doları geçti. Firma karları yılda yüzde 25 civarında artıyor. Ekonomik büyüme yüzde 10’a yaklaşma eğiliminde. Enflasyon yüzde 4’ün altına düşerken, nominal faizler de yüzde 5 civarında dolaşıyor. Bütçe açığı milli gelirlerinin yüzde 4’üne düştü.
ÜCRET FARKLARI
Son beş yılda gerçekleştirdikleri ekonomideki yapısal reformlar bugün Hindistan’da ekonomik büyümenin arkasındaki en büyük nedenlerden biri. 1948 Fabrika Yasası’nı yumuşattıklarında, Hindistan’da sanayi sektörü de patlayacaktır. O taktirde, Asya ekonomileri içinde parmakla gösterilecek ülkelerden biri Hindistan olabilecektir. Çin’den sonra, Hindistan da dünya ekonomileri için baş ağrısı olamaya başlayacaktır.
Hindistan ekonomisinde yaşanan olumlu gelişmelerin arkasında elbette uluslararası piyasalarda yaşanan iyimserliğin önemli bir payı var. Ama, yapısal reformlar yoluyla ekonomisinin önünü açan ülkelerin başında Hindistan geliyor. Hindistan ekonomisinin de uyanmasıyla önümüzdeki dönemde Asya ekonomileri ve bu ekonomilerin diğer ülkeler ekonomileri üzerinde oluşturacakları tehditler çok konuşulacaktır.
Sınırların kalktığı küreselleşme sürecinde Asya ile dünyanın diğer taraflarındaki ücret farklılıklarının zaman içinde azalması kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan piyasalara (emerging markets) akan paranın bu yıl <B>350 milyar doların</B> üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Finans piyasaları ellerindeki paraları nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Dolayısıyla, birçok ülkede şirketlerin fiyatları da giderek artıyor. Bu gelişmeyi Türkiye’de de çok açık görüyoruz.
Daha düne kadar bizdeki bankaların öz kaynaklarının iki katının üzerinde yabancılara satılmasına hayret ediyorduk. Halbuki, Slovakya gibi yapısal reformlarını da yapıp reel faizleri makul düzeylere düşürmüş ülkelerde bankaların fiyatı öz kaynaklarının üç katını geçmiş durumda.
Rusya’da öz kaynağının dört katı fiyatına banka alan büyük yabancı bankalar var. Bu bankalardan bazıları Türkiye’de geçen yıl öz kaynağın iki katından düşük fiyatlara pahalı diyorlardı.
UYARILAR
Yalnızca küresel para bol değil. Küresel parayı çeviren ve yönlendiren finans kuruluşlarının karları da patlamış durumda. Amerikan bankaları bu yıl belki de tarihlerinin en yüksek karlarını elde ediyorlar.
Yalnızca başkalarının paralarını değil, finans kuruluşları, kendi paralarını da nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Bir tahmine göre, birçok Amerikan finans kurumu borsadan kendi hisse senetlerini almayı (Amerika’da bu mümkün) planlıyor. Doğal olarak, Amerikan bankacılar da hayatlarından memnunlar. Yıl sonunda karlar üzerinden alacakları ikramiyeleri düşünüyorlar. Bu gelişmeler uluslararası finansçıları daha da iyimser yapıyor.
Tecrübeli bankacılar konuya biraz daha temkinli yaklaşıyorlar. IIF (Institute of International Finance) Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve gelişmekte olan piyasaların duayeni denebilecek Bill Rhodes Washington’daki IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları sırasında ilginç bir gözlemde bulundu.
1996 yılında da gelişmekte olan piyasalara akan para 300 milyar doları geçmişti. Finans piyasaları her şeyin iyi gittiğini sanıyorlardı. Birden bire Asya Krizi ile tanışıldı. Ardından da, Rusya patladı. Bankacıların sorumsuzca kararlar almamaları gerektiğini vurguladı. Kısacası, ‘tokadın nereden gelebileceği belli olmuyor’ dedi.
Benzer bir uyarıyı IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları için Washington’da bulunan G-7 Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları yaptı. Gelişmekte olan piyasalara verilen borçlarda faiz çok düştü. Amerikan bonolarına göre, gelişmekte olan piyasaların ödedikleri faiz farkı yüzde 3’ün biraz üzerinde.
Faizlerin düşüklüğü borç verenleri gelişmekte olan piyasalara iterken, borç alanların da iştahını açıyor. Çok da iktisadi anlamı olmayan harcamalar bu yolla finanse edilebiliyor. G-7 yetkilileri, sorumsuzca borçlanmamaları için gelişmekte olan ülkeleri uyardı. Uyarının işe yaramayacağını onlar da biliyorlar. Piyasalar coşmuş durumda. Ama, coşku bir kaza getirirse pisliği temizlemek yine G-7 ülkelerine ve onların kontrolündeki IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara düşecek.
BAHANELER
Piyasadaki coşkuyu körükleyen bir diğer unsur da bankacıların bugün yaşananların 1990’lı yılların ortasında yaşananlardan faklı olduğuna kendilerini inandırmış olmaları. Bankacılara göre, gelişmekte olan piyasalarda uygulanan ekonomi politikaları bugün geçmişe göre çok daha sağlam. Gelişmekte olan ekonomiler bugün şoklara karşı çok daha dayanıklı durumdalar.
Görüntünün böyle olmasının ne kadarının kendilerinin yönelttiği paraların bu ekonomilere akmasında kaynaklandığını analiz etmek isteyen pek fazla insan yok. Bu konuları dile getirmek isteyen G-7 ülkelerinin yetkililerinin çıkışları dahi ‘pişmiş aşa su katmak’ olarak nitelendiriliyor.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2005
<B>Bir </B>açıdan bakıldığında, her şey çok iyi gidiyormuş gibi görünüyor. Dünyanın bütün bölgelerinde ekonomik büyüme tarihsel ortalamaların üzerinde gerçekleşiyor. Enflasyon birçok ülkede düşme eğiliminde görünüyor. Döviz rezervleri artıyor. Birçok ülkenin parası gelişmiş ülkelerin paralarına göre değer kazanıyor. Dış borçlanmalarında faiz farkı (Amerikan bonosu faizi üzerine ödenen ek faiz) düşüyor.
Petrol fiyatları artıyor. Ama, birçok gelişmekte olan ülke için bu bir tehdit değil, önemli bir fırsat yaratıyor. Diğer hammadde fiyatları da artıyor. Aynı şekilde, bu da birçok gelişmekte olan ülke için bir sorun yaratmıyor.
Küresel düzeyde para çok bol. Küresel para gidecek yer arıyor. Doğal olarak, gözlenen olumlu gelişmelerin ne kadarının küresel para bolluğundan geldiği ne kadarının ülkelerin uyguladıkları ekonomi politikaları sonucunda oluştuğu önemli bir soru haline geldi. Yani, küresel para bolluğu olmadan da gelişmekte olan ekonomiler bugünkü performanslarını devam ettirebilirler mi?
DURUM HER YERDE AYNI
Gelişmekte olan ülkelerdeki temel eğilimler şöyle özetlenebilir:
Çin ekonomisi alınan bazı göstermelik önlemlerle soğuyacakmış gibi bir görünüm verdi. Halbuki, görünüm yanıltıcıydı. Çin ekonomisi büyümeye devam ediyor. Her zamanki gibi, Çin politikası ‘çok geç ve çok yetersiz’ (too late, too little) olarak devreye girdi.
Çin’in de önemli bir biçimde katkı yaptığı hammadde talebi devam ediyor. Dolayısıyla, petrol dahil, hammadde fiyatları artıyor. Latin Amerika bu gelişmelerden olumlu etkileniyorlar. Arjantin dahi dahil, bütün bölgede büyüme artıyor. Cari işlemler dengesi fazla veriyor. Döviz rezervleri birikiyor. Paraları değer kazanıyor. Kamu maliyesi düzeliyormuş izlenimi veriyor.
Çin dışındaki Asya ekonomileri de olumlu bir görünüm sergiliyorlar. Onlarda da enflasyon düşüyor. Paraları değer kazanıyor. Döviz rezervleri artıyor. Son dönemlerde Güney Kore’nin cari işlemler fazlası azalırken, Tayland’ın cari işlemler dengesi açık vermeye başladı. Ama, enflasyon bu ülkelerde de kontrol altında.
Dikkat edilirse, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşananlar cari işlemler dengesi hariç olmak üzere Türkiye’deki gelişmelere çok benziyor. Yani, başka yerlerde ne oluyorsa, yaklaşık bizde de aynı şey oluyor. Bu benzerliğin arkasında küresel paranın bolluğunun oynadığı rolü küçümsemek çok gerçekçi bir yaklaşım değildir.
REEL FAİZLER
Tüm gelişmekte olan ülkelerin benzer bir diğer tarafı tümünün gündemlerindeki yapısal reformları savsaklamasıdır. ‘Nasıl olsa işler iyi gidiyor’ yaklaşımı içinde siyasi otoriteler ekonomideki olumlu eğilimleri kalıcı yapıcı yapısal reformları devreye sokmaktan çekiniyorlar. Her zamanki gibi, siyasiler olumlu gelişmelerin tümünü kendi marifetleri sanıyorlar.
Bu yaklaşımın fiyatını da ödüyorlar. İşlerin iyi gittiği gözlenen ülkelerin çoğunda reel faizler yüksek. Aynı bizde olduğu gibi, Brezilya’da da, Meksika’da da, Kore’de de, Tayland’da da, Malezya’da da reel faizin yüksekliğinden şikayet ediliyor. Yani, bir şekilde, mali piyasalar, işlerin iyi gittiğini görüyor, ama iyi gidişin kalıcı olup olmadığından şüphe duyduğundan risk primini yüksek tutarak reel faizlerin yüksek kalmasını sağlıyor.
Yalnızca bu gözlem dahi bugünkü küresel bazdaki iyi gidişin küresel paranın bolluğundan kaynaklanıp fiyat istikrarı içinde sürdürülebilir büyümenin sağlanabilmesi için yapısal reformların önemini gösteriyor.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku