Ercan Kumcu

IMF kendini sorguluyor

26 Eylül 2005
<B>İSPANYA </B>eski Maliye Bakanı <B>Rodrigo de Rato</B> yaklaşık bir buçuk yıl önce <B>IMF</B> <B>Başkanı </B>oldu. Çok geziyor, fazla bir şey yapmıyor diye eleştirildi. Eleştiriler çok haklı değildi. O konumdaki bir kişinin ofisinde oturduğundan daha fazla seyahat etmesi normaldir. Çünkü, IMF 180’den fazla ülkenin ekonomisini gözetlemekle sorumludur.

Rato göreve geldikten az sonra IMF’nin misyonunun ve çalışma biçiminin yeniden gözden geçirilmese olanak verecek bir raporun hazırlanması için bir komisyon kurdurdu. Komisyonun raporu çeşitli defalar IMF Yönetim Kurulu’nda tartışıldı. Şimdi, raporun bulguları ve önerileri kamuoyunun ve siyasi otoritelerin tartışmasına açılıyor.

ESKİ UĞRAŞLARI

İkinci Dünya Savaşı
sonrasında altın standardına geçilen dünya ödemeler sisteminde, IMF, ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarını çözmesine yardımcı olmak üzere kurulmuştu. Üye ülkelerin ekonomilerini yakından gözlemesi ve olası riskleri tespit etmesi önemli görevlerinden biriydi. Üye sayısı 50’nin altındaydı.

1970’lerin başında Amerika’nın doların değerini altına bağlama ilkesinden vazgeçmesiyle, dünyanın gelişmiş ülkeleri dalgalı kur sistemine geçtiler. Teorik olarak, ödemeler dengesi sorunu yaşamanın olasılığı azaldı. IMF daha çok üye ülkelerin ekonomilerini yakından gözleme işleviyle meşgul olmaya başladı. Üye sayısı giderek arttı.

Ödemeler dengesi ve finansmanı uluslararası finans piyasasına açılabilme olanakları az olan gelişmekte olan ülkelerde sorun oldu. IMF kendini bu konulara yoğunlaştırdı. Petrol Krizleri’nin yol açtığı ekonomik yıkıntıların tamiri ile uğraştı. 1980’li yılların başında, artan faizlerin neden olduğu ödemeler dengesi sorunlarının üstesinden gelmeye çalıştı. Bir anlamda, IMF ‘borç krizleri’ çözme merkezi haline gelmeye başladı.

1990’ların başında Sovyet Blok’unun dağılmasıyla, bu ülkelerin piyasa ekonomisine uyum sorunlarıyla uğraşmak da IMF’ye düştü. Üye sayısı 180’i aştı.

Küreselleşme süreci hızlandıkça, uluslararası sermayenin dünya çapında serbestçe hareket etmesi bu kez sermayenin hızlı hareketiyle oluşan krizleri gündeme getirdi. Son yıllarda, IMF, küresel ‘kriz idaresi’ merkezi haline geldi. Kaynaklarının çok önemli bir bölümünü içinde Türkiye’nin de bulunduğu 3-4 ülkede yoğunlaştırmasının nedeni de buydu. Bazı ülkelerde yaşanan sermaye çıkışlarının olası yıkım etkisi IMF kaynaklarının devreye girmesiyle hafifletilebildi.

YENİ MİSYON

Artık, IMF ‘kriz idaresi’ merkezi olmaktan çıkıp krizleri önleyici makro ve mikro politikaları oluşturan bir düşünce merkezi olmak istiyor. Sermayenin küresel düzeyde serbestçe hareket etmesinin dinamiğini, anlamını ve sonuçlarını daha iyi analiz etmek istiyor. Bürokrasiyi azaltıp küreselleşmeden yeterli ve gerekli faydaları sağlamakta zorluk çeken ülkelere yardım etmek istiyor. Bu anlamda, Dünya Bankası ile aynı işleri yapmak istemiyor, ama Dünya Bankası’nın yaptığı çalışmaları tamamlayıcı bir rol oynamak istiyor.

IMF gelişmeye çalışan düşük gelirli ülkelere yoğunlaşmak istiyor. Bu ülkeler de birbirlerinden farklılıklar gösteriyor. Kimisi borçlarının silinmesine ihtiyaç duyuyor. Kimisi, ucuz dış kredi ihtiyacı içindeler. Kimisi de, teknik düzeyde politika tavsiyelerine ihtiyaç duyuyorlar. Bu farklılıkların bilincinde olarak IMF bu alanlara yoğunlaşmak istiyor.

Rato’nun sözleriyle, IMF dünya ekonomilerindeki hızlı değişmelere ayak uyduramadığı taktirde, kurum olarak anlamsızlaşacaktır. Anlamlı bir misyonla IMF’nin yoluna devam etmesi ise üyelerin IMF’deki göreli konumlarının yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır.

Konunun bu tarafını bir başka yazıda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku

Kendini anlatabilmek

25 Eylül 2005
EĞİTİLMİŞ insan gücü çeşitli toplumlarda çeşitli şekillerde algılanıyor. Bizde eğitilmiş insan gücü diploma sahibi kişiler olarak algılanıyor. Halbuki, gerçek anlamda eğitilmiş olmak için bir noktaya kadar diploma gerekliyse dahi, yeterli değildir.Türkiye çok uzun süre doktor, mühendis, avukat yetiştirmenin insan gücü eğitiminin hedefi gibi gördü. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde tıp, mühendislik ya da hukuk okumadıysanız, aldığınız diplomanın ne anlama geldiği sorgulanırdı. Diğer meslekler ancak 1970’lerden sonra Türkiye’de biraz daha popüler olmaya başladı.İFADE ÖZÜRLÜYÜZMatematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi dersler orta öğrenimde tedrisatın en ağırlık verilen alanları oldu. Lise düzeyinde fen ya da edebiyat kollarından birini seçerken, toplumsal baskı hep fen bilimleri yönünde oluştu. Kısacası, biraz abartılı da olsa, herkesi mühendis yapmaya çalışan bir eğitim sistemi oluşturuldu. Geçmişteki siyasi liderlerimizin birçoğunun mühendis kökenli olması tesadüf değildir.Edebiyat, felsefe, tarih ya da coğrafya gibi konular sanki birer disiplin değillermiş de, ‘genel kültür’ kapsamında öğrencilere verilmeye çalışıldı. Bir çocuk büyüyünce ‘tarih öğretmeni’ olmak istiyorum dediğinde, bir tek tarih öğretmeni buna sevinirdi. Diğer öğretmenler ‘o halde neden okuyorsun?’ diye sorarcasına çocuğun suratına bakarlardı.Bu bakış açısıyla, eğitim sürecinin bir insana vermesi gereken en önemli ögelerden birini, ‘insanın kendini anlatabilmesini’ öğretmeyi ihmal ettik. Yetişen yeni nesiller kendilerini yazılı ve sözlü olarak ifade edebilmekten aciz bir halde okullardan mezun oluyorlar. Bu ihmal hálá sürüyor.Türkçe derslerinde adet yerini bulsun diye verilen ‘kompozisyon’ ödevleri çocukların kendilerini yazılı olarak ifade etmelerine yönelik olarak böyle bir eğitim vermiyor. Sözlü sınavlar da çocukların kendilerini sözle ifade etmelerine bir katkı yapmıyor. Sonuçta, kendini yazılı ve sözlü ifade etmekten aciz insanlar topluluğunu okullardan mezun edip diploma veriyoruz.Lise ve üniversitelere giriş sınavlarının ‘çoktan seçmeli’ olması belli bir düzeyde öğrencilerin kendilerini yazılı ve sözlü ifade edebilmelerinin önemini de azalttı. Kendini çok iyi ifade edebilmek, eğitimde başarının bir ön şartı olmasıyken, üzerinde dahi durulmayacak bir konu haine geldi. Ama, bazı kurumların açtığı işe giriş sınavlarında eğitim sistemimizin bu açığı çok belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. YAZI YAZMAKHarfleri yan yana getirdiğimizde yazı yazdığımızı sanıyoruz. Okullarımızdan mezun olan çoğu gençlerin el yazıları ‘kargacık, burgacık’ diye nitelendirilemeyecek kadar kötü. Şimdi, bilgisayarlar marifetiyle artık gençlerin elle yazmaları da gerekmiyor. Bu şartlarda, gençlerimize yazı yazmayı öğretmek çok daha önemli hale geliyor.Her milletin kendine göre karakteristik bir el yazısı biçimi vardır. Kendini tanımasanız dahi, eğitilmiş birçok Amerikalının el yazıları birbirine çok benzer. Gördüğünüzde, çoğu zaman bu yazıyı bir Amerikalı yazmış diyebilirsiniz. Almanlar ya da İngilizler için de durum böyledir. Ya bizde?Eğitim sistemimizdeki ‘kendimizi yazılı ve sözlü ifade etme’ konusundaki bu kalite düşüklüğü kendini birçok yerde gösteriyor. Örneğin, bizim dakikalar hatta saatler harcayarak anlatmaya çalıştığımız bir derdimizi yabancılar üç-beş cümlede anlatıveriyorlar. Biz hayretler içinde kalıyoruz. Yabancıların kendilerini daha iyi anlatabilme üstünlüğü, çoğu zaman bizlerin düşündüğü gibi, lisana olan hakimiyetlerinden gelmiyor. Kendilerini ifade edebilmeyi öğrenmişler. Bu, onlara lisanı kullanmakta da bir hakimiyet sağlıyor.Yazma özürlü olduğumuz bizim gibi yazmayı sonradan öğrenmeye çalışıp gazetelerde ‘yazar’ olmaya çalışanların verdikleri ürünlerden de anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku

Piyasa ile dost olmak

23 Eylül 2005
KAMU finansmanındaki bozulmanın giderek arttığı dönemlerde Hazine borçlanması başlı başına bir olay olurdu.

. Çünkü, giderek borçlanma ihtiyacı artan Hazine’nin pazarlık gücü kalmamıştı. Piyasa ne kadar kaçtan verirse, Hazine ‘evet’ demek zorundaydı.Reel faizler görülmemiş düzeylere çıkmıştı. Her Hazine iç borçlanma ihalesinden önce nefesler tutulurdu. Hazine’nin ihtiyacı kadar borçlanıp borçlanamayacağı konuşulurdu. Borçlanabilse dahi, faizlerin ne olacağı merak edilirdi. Son derece teknik bir konu olmasına rağmen, borçlanma ihalesinin nerede kesileceğine başbakanlar karar verirdi. Piyasa tarafından her defasında kandırıldığını ve sömürüldüğünü düşünen Hazine genelde piyasalara, özelde de bankalara düşmen gözüyle bakardı. İşin gülünç tarafı, o dönemde Hazine’nin kendisine kazık attığını düşündüğü bankacılık sektörü kendi denetimi ve gözetimi altındaydı. Hazine’nin çaresizlikten içinde bulunduğu ruh hali iç borçlanma piyasasında faaliyet gösteren kesimlere Hazine’nin ‘reaya’ gibi bakmasına neden oldu. ‘Benden bu kadar faiz isterlerse, ben de vururum kafalarına alırım paraları geri’ anlayışı hakim oldu. 1999 yılının son günlerinde geçmişte satılmış Hazine bonolarının getirileri üzerine stopaj koymak bu ruh hainin ürünüydü. 2000 yılındaki Kasım Krizi’nin arkasında Hazine’nin piyasayı ‘reaya’ gibi görmesinin etkisi küçümsenemez.ARTIK HABER DEĞİLŞimdi durum değişti. Kamu finansmanı ve genelde makro ekonomik ortam olumluya döndükçe, Hazine ile piyasa ilişkisi de olumlu yönde değişti. Her şeyden önce, Hazine piyasa dostu bir yaklaşım benimsedi. Hazine’nin bu tutumu her türlü takdirin üzerindedir.Hazine bugün piyasada olan bitenler konusunda çok daha bilgilidir. ‘Ben mazlum, piyasa zalim’ bakışı ile değil, Hazine, mali piyasalarda, piyasa şartları içinde en uygun ve hedefleri doğrultusunda alış-veriş yapmaya çalışan bir tüccar konumuyla hareket etmektedir.Bir anlamda, Hazine, geleneksel olarak dış borçlanmalarda gösterdiği özeni iç borçlanmalarında da göstermeye başlamıştır. Bunun da meyvesini yemektedir. Hazine iç borçlanma ihaleleri artık günlük haber olmaktan çıkmıştır. Bu piyasada ne olduğu artık yalnızca piyasada faaliyet gösterenleri ilgilendirmektedir. Zaten, böyle de olmalıdır.Piyasa yapıcılarından oluşan bir iç borç danışma kurulu vardır. Belli aralıklarla Hazine yetkilileri bu kurulu toplayarak piyasa dinamiklerini piyasada faaliyet gösterenlerle tartışma olanağı bulmakta, fikir alış-verişinde bulunmaktadır. Bu yolla, Hazine’nin piyasayı daha yakından takip edebilmesi mümkün olmaktadır. BİR ÖNERİİç borç danışma kurulu çok yerinde bir oluşum olmakla birlikte, kapsamı dar tutuldu. Böyle bir işlevi gören kurulun üyeleri yalnızca Hazine’nin iç borç ihalesine giren kurumlar olmamalıdır. Bu kurula, piyasa yapıcılarının bir bölümü kurumsal kimlikleri ile katılmalı, ek olarak, iç borçlanma piyasasında faal olan, ama piyasa yapıcısı olmayan sigorta şirketleri gibi kurumların yanında akademisyenler de bulunmalıdır. Kurulun hem kurumsal hem de şahsi üyeleri belli aralıklarla değişmelidir.Yani üyelik, bir anlamda dönüşümlü olmalıdır.Bu şekilde iç borç danışma kurulu bir dinamizm kazanacaktır. Beli bir dönemde kurul üyelerinin farklılaşmasıyla, Hazine açısından, piyasaya farklı açılardan bakma olanağı artacaktır.Türkiye’de devlet iç borçlanma piyasası hale gelişmekte olan bir piyasadır. Geliştikçe, piyasa derinleşecek ve teknik yanı daha ağır basacaktır. Bu süreçte, iç borç danışma kurulunun da hem daha teknik hem de daha dinamik bir hale getirilmesi Hazine için de, piyasanın aktörleri için de daha işlevsel olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Piyasa ile dost olmak

23 Eylül 2005
<B>KAMU </B>finansmanındaki bozulmanın giderek arttığı dönemlerde <B>Hazine borçlanması</B> başlı başına bir olay olurdu. Hazine’nin mazlum, bankaların zalim konumunda oldukları düşünülürdü. Çünkü, giderek borçlanma ihtiyacı artan Hazine’nin pazarlık gücü kalmamıştı. Piyasa ne kadar kaçtan verirse, Hazine ‘evet’ demek zorundaydı.

Reel faizler görülmemiş düzeylere çıkmıştı. Her Hazine iç borçlanma ihalesinden önce nefesler tutulurdu. Hazine’nin ihtiyacı kadar borçlanıp borçlanamayacağı konuşulurdu. Borçlanabilse dahi, faizlerin ne olacağı merak edilirdi. Son derece teknik bir konu olmasına rağmen, borçlanma ihalesinin nerede kesileceğine başbakanlar karar verirdi.

Piyasa tarafından her defasında kandırıldığını ve sömürüldüğünü düşünen Hazine genelde piyasalara, özelde de bankalara düşmen gözüyle bakardı. İşin gülünç tarafı, o dönemde Hazine’nin kendisine kazık attığını düşündüğü bankacılık sektörü kendi denetimi ve gözetimi altındaydı.

Hazine’nin çaresizlikten içinde bulunduğu ruh hali iç borçlanma piyasasında faaliyet gösteren kesimlere Hazine’nin ‘reaya’ gibi bakmasına neden oldu. ‘Benden bu kadar faiz isterlerse, ben de vururum kafalarına alırım paraları geri’ anlayışı hakim oldu. 1999 yılının son günlerinde geçmişte satılmış Hazine bonolarının getirileri üzerine stopaj koymak bu ruh hainin ürünüydü. 2000 yılındaki Kasım Krizi’nin arkasında Hazine’nin piyasayı ‘reaya’ gibi görmesinin etkisi küçümsenemez.

ARTIK HABER DEĞİL

Şimdi durum değişti
. Kamu finansmanı ve genelde makro ekonomik ortam olumluya döndükçe, Hazine ile piyasa ilişkisi de olumlu yönde değişti. Her şeyden önce, Hazine piyasa dostu bir yaklaşım benimsedi. Hazine’nin bu tutumu her türlü takdirin üzerindedir.

Hazine bugün piyasada olan bitenler konusunda çok daha bilgilidir. ‘Ben mazlum, piyasa zalim’ bakışı ile değil, Hazine, mali piyasalarda, piyasa şartları içinde en uygun ve hedefleri doğrultusunda alış-veriş yapmaya çalışan bir tüccar konumuyla hareket etmektedir.

Bir anlamda, Hazine, geleneksel olarak dış borçlanmalarda gösterdiği özeni iç borçlanmalarında da göstermeye başlamıştır. Bunun da meyvesini yemektedir. Hazine iç borçlanma ihaleleri artık günlük haber olmaktan çıkmıştır. Bu piyasada ne olduğu artık yalnızca piyasada faaliyet gösterenleri ilgilendirmektedir. Zaten, böyle de olmalıdır.

Piyasa yapıcılarından oluşan bir iç borç danışma kurulu vardır. Belli aralıklarla Hazine yetkilileri bu kurulu toplayarak piyasa dinamiklerini piyasada faaliyet gösterenlerle tartışma olanağı bulmakta, fikir alış-verişinde bulunmaktadır. Bu yolla, Hazine’nin piyasayı daha yakından takip edebilmesi mümkün olmaktadır.

BİR ÖNERİ

İç borç danışma kurulu çok yerinde bir oluşum olmakla birlikte, kapsamı dar tutuldu
. Böyle bir işlevi gören kurulun üyeleri yalnızca Hazine’nin iç borç ihalesine giren kurumlar olmamalıdır. Bu kurula, piyasa yapıcılarının bir bölümü kurumsal kimlikleri ile katılmalı, ek olarak, iç borçlanma piyasasında faal olan, ama piyasa yapıcısı olmayan sigorta şirketleri gibi kurumların yanında akademisyenler de bulunmalıdır. Kurulun hem kurumsal hem de şahsi üyeleri belli aralıklarla değişmelidir.Yani üyelik, bir anlamda dönüşümlü olmalıdır.

Bu şekilde iç borç danışma kurulu bir dinamizm kazanacaktır. Beli bir dönemde kurul üyelerinin farklılaşmasıyla, Hazine açısından, piyasaya farklı açılardan bakma olanağı artacaktır.

Türkiye’de devlet iç borçlanma piyasası hale gelişmekte olan bir piyasadır. Geliştikçe, piyasa derinleşecek ve teknik yanı daha ağır basacaktır. Bu süreçte, iç borç danışma kurulunun da hem daha teknik hem de daha dinamik bir hale getirilmesi Hazine için de, piyasanın aktörleri için de daha işlevsel olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Bize mutlaka dışarıdan dayatma gerekiyor

22 Eylül 2005
<B>ÇEŞİTLİ </B>nedenlerle aklın ve mantığın gerektirdiği işleri yapmaktan kaçınıyoruz. <B>Dışarıdan dayatma</B> gelince de, sanki o ana kadar hiç düşünülmemiş bir <B>reform</B> yapıyormuşuz gibi dayatmalara boyun eğiyoruz. Akla ve mantığa uygun öneri bir Türk’ten geliyorsa kıymeti fazla olmuyor. Ama, benzer bir öneri İngilizce ya da Fransızca olarak yabancı birinden gelirse dikkate değer oluyor. Hele, öneriyi yapanlar yabancı IMF, Dünya Bankası, OECD gibi dayatma gücü yüksek bir kuruluşta çalışıyorlarsa, öneri daha da kıymetleniyor. Kısacası, zamanında kendi adamlarımıza kulak asmıyoruz. Böyle bir adet geliştirdik.

KAÇIŞIMIZ YOK

1980
’li yılların ikinci yarısında bankacılık sektörünün denetim ve gözetiminin Hazine’den alınıp siyasetten bağımsız bir kuruluşa verilmesi için çok çaba harcandı. Kurumlar arası egemenlik mücadelesi buna izin vermedi. Siyasi otorite de aynı fikirde olunca, böyle bir düzenleme rafa kaldırıldı.

1999 yılı sonunda IMF ile bir program üzerinde anlaşmanın zorunlu hale gelmesiyle, IMF dayattı ve bankacılığın denetim ve gözetiminden sorumlu bağımsız bir kurum kurulmasına karar verildi. BDDK’nın kurulması daha önce hiç akıllara gelmemiş bir reform sanıldı. Sonuçta, boşuna yıllar heba edildi.

Düzenlemeye ve denetlemeye tabi sektörlerde dayatmayla Üst Kurullar oluşturuldu. Şimdi, hiçbir Üst Kurul kendi egemenlik alanına başka kimseleri sokmak istemiyor. ‘Rekabet olacaksa, ona da biz bakarız’ mantığı ile her Üst Kurul kendi baktığı sektörde Rekabet Kurumu’nun işe karışmasını yasaya hükümler koyarak engellemeye çalışıyor. Bu yaklaşımın yanlış olduğunu daha önce birkaç yazıda dile getirmiştim.

Geçenlerde, aynı konuya bir toplantıda OECD elemanları da parmak basmış. Rekabet Kurumu’nun dışlandığı bir sektör olmaması gerektiğini dile getirmişler. Yarın, aynı konuya ‘yapısal reformlar’ başlığı altında IMF de girebilecektir. IMF atlarsa, Avrupa Birliği bizi bu konularda zorlayacaktır. Çünkü, akıl ve mantık bunu söylemektedir.

Ekonomide ‘rekabet’ topyekun olacak bir olgudur. ‘Çimento ve gübre sektörlerinde rekabet olsun ve oralara Rekabet Kurumu baksın, ama bankacılıkta ya da telekomünikasyonda rekabet olmasa da olur ya da rekabet olacaksa oraya da Üst Kurulları bakar’ mantığı yanlıştır. Rekabet Kurumu ekonomideki tüm sektörlerdeki rekabet şartlarını izlemelidir. Kamu kurumları da buna dahil olmalıdır.

Ekonominin yarısına yakını kamu sektörünün elindedir. Ama, kamu kuruluşları rekabet mevzuatının dışındadır. Böyle komik bir durum olabilir mi? Dışarıdan dayatmalarla bir gün mutlaka bu konularda da aklımız başımıza gelecektir. Çünkü, biz ancak dayatmalardan anlıyoruz, kendi aklımızı ve mantığımızı kısa vadeli kısır çekişmeler nedeniyle kullanmaktan çekiniyoruz.

KİM SÖYLÜYOR?

Başbakanlığı döneminde rahmetli Turgut Özal
’a ekonomideki riskler anlatılırdı. ‘Sizler de çok abartıyorsunuz’ edasıyla teknisyenlerin kaygılarını pek dinlemek istemezdi. Kısa bir süre sonra IMF ya da Dünya Bankası teknisyenlerince aynı konulara parmak basan ve aynı önerileri yapan bir rapor yayınlanırdı. Özal, ‘yahu, adamlar doğru şeyler söylüyorlar’ derdi.

Onlar yabancıydılar. İngilizce yazıyorlardı. Türk olup da Türkçe konuşup yazmak bizim ülkemizde çok itibar görmüyor. Bu da insanın gücüne gidiyor.
Yazının Devamını Oku

Konuşunca dinlenen adam

21 Eylül 2005
<B>İLK </B>duyulduğunda çelişkili de gelse, aslında, <B>merkez bankası başkanları, iktidardan daha fazla, muhalefetten destek gördüğü zaman başarılı sayılırlar</B>. FED Başkanı <B>Alan Greenspan</B> böyle bir başkandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yirmi yıl dışarıda bırakılırsa, Alan Greenspan’in FED Başkanı olduğu on sekiz yıl, Amerika’nın tarihindeki sayılı bu denli uzun fiyat istikrarı içinde kesintisiz büyüme dönemi olmuştur. Bir merkez bankası için bu büyük bir başarıdır. Bu başarıda, FED’in ve onunla özdeşleşen Greenspan’in payı küçümsenemez.

KİMİN SÖYLEDİĞİ ÖNEMLİ

Greenspan
hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat Başkanlar döneminde görev yaptı. Onu Reagan seçmişti. Şimdi, dördüncü başkan ile çalışıyor. Demokrat Başkan döneminde Cumhuriyetçiler ekonomik başarının arkasında Greenspan’i gördüler. Cumhuriyetçi Başkan döneminde de, Demokratlar Greenspan’i ekonomik başarının mimarı olarak kabul ettiler.

Kongre’nin tümünden destek alan bir FED Başkanı olarak Greespan’in işi oldukça kolaylaştı. Kamuoyunu ikna etmek zorunda değildi. Aksine, kamuoyu onun söyledikleri ile ikna olmaya hazırdı.

O kadar ki, iki yıl önce, daha faizleri artırma sürecine girilmemişken, Greenspan faizlerin piyasaları rahatsız etmeyecek bir biçimde artırılmasının zamanı geldiğini ima etmeye başladığında, açıkça faizlerin artması gerektiğini telaffuz eden ilk siyasi, Hazine Bakanı Snow olmuştu. Bir Maliye Bakanı’nı bir merkez bankası başkanının böyle konuşturması başarının da üzerinde bir olgudur.

1990’larda IMF’nin sermayesinin artması gündeme gelmişti. Yüzde 18’den fazla paya sahip olan Amerika uzun süre bu konuya sıcak bakmadı. Dünya ekonomilerindeki çalkantılar ve IMF’nin giderek ‘kriz idaresi’ işlevinin öne çıkması, sonunda Clinton İdaresi de ikna edildi. Amerika da IMF’nin sermaye artışına olumlu bakmaya başladı. Amerika’nın IMF’nin sermaye artışına katılması Kongre’nin onayına sunuldu.

Kongre’de Bütçe Komisyonu’nda Hazine Bakanı olarak Rubin ve Amerika’nın IMF’deki Guvernörü olarak Alan Greenspan Kongre üyelerinin konu hakkındaki sorularını yanıtlıyorlardı. Rubin bir türlü Kongre üyelerini IMF’nin sermayesinin artması konusunda ikna edemedi. Tartışma o hale geldi ki, ‘bizim paramızla IMF olmadık ülkelere yardım yapıp Amerika karşıtı, solcu ve terörist milletleri besliyor’ diyen Kongre üyelerinin saçmalıkları arasında öneri reddedilme aşamasına geliyordu.

O ana kadar hiçbir şey söylemeden yerinde oturup işin giderek çıkmaza girdiğini gören Alan Greenspan elini kaldırıp söz aldı. ‘Kaygılarınızı anlıyor ve saygı duyuyorum, ama, IMF’nin önerilen sermaye artışına Amerika’nın katılması Amerika’nın ekonomik ve siyasi çıkarları açısından hayatı önemdedir’ deyip sustu.

Az evvel tasarıya itiraz eden tüm Kongre üyeleri ‘bunu daha önce neden söylemediniz Mr. Greenspan’ deyip tasarıya olumlu oy verdiler. Farklı cümlelerle aynı şeyleri Rubin de söylemişti. Ama, çoğu zaman ne söylendiği kadar, kimin söylediği de çok önemli olmaktadır. Greenspan kendini böyle bir konuma getirmeyi başarmıştı.

GÖLGESİ KALACAK

Yalnız Amerika’da değil, tüm dünyada, Greenspan konuştuğunda, herkes dinler
. FED Başkanı tüm dünya için önemlidir. Ama, Greenspan’in, bu konumunun da üzerinde bir ağırlığı olmuştur.

Amerika şimdi bu alışkanlıkla yeni bir FED Başkanı arayışı içinde. Yeni Başkan kim olursa olsun, Greenspan’in gölgesi hep FED’in ve yeni başkanın üzerinde olacaktır. Greenspan’in elde ettiği konum yeni başkanın işini zorlaştıracaktır.
Yazının Devamını Oku

Bir efsane bitiyor

20 Eylül 2005
<B>BİR </B>merkez bankası başkanı olarak efsaneleşmiş çok fazla kişi yoktur. Olduğunda, gerçekten büyük işler başarılmış demektir.Son dönemlerin efsanevi merkez bankası başkanı hiç şüphesiz Amerikan Merkez Bankası, FED, Başkanı Alan Greenspan olmuştur.

Alan Greenspan 1987 yılında FED Başkanı oldu. Kendinden önce sekiz yıl başkanlık yapmış olan Paul Volcker’dan sonra nasıl bir başkan olacağı tüm dünya tarafından merak ediliyordu. O dönemde herhalde hiç kimse bir efsanenin başladığını düşünemedi.

Greenspan on sekiz yıl FED Başkanı görevini sürdürdü. Gelecek yılın başında görevinden ayrılıyor. Bir efsane bitiyor. Şimdi, onun yerini kimin doldurabileceği konuşuluyor.

YAKIŞTIRMALAR

Merkez bankası başkanları
için çeşitli şeyler söylenir. Örneğin, merkez bankası başkanları için ‘çok konuşmayan, konuştuğunda da fazla bir şey söylemeyen insan’ yakıştırması yapılır.

Bir başka yakıştırmaya, ‘davette herkes sarhoş olmaya başlayıp iyi vakit geçirmeye başladığında içkileri toplayan insan’ ancak bir merkez bankası başkanı olabilir, şeklindedir.

Birçok ülkede merkez bankası başkanları en üst karar organı olan İdare Meclisi’nin başkanıdırlar. Doğal olarak, diğer şirketlerde olduğu gibi, alınan kararlarda diğer üyeler gibi bir oyları vardır. Birçok başarılı merkez bankası başkanları için ‘onların İdare Meclisi’nde iki oyları vardır’ denir.

Alan Greenspan için bu yakıştırmaların tümü doğrudur. Hatta, çoğu vardır, azı yoktur. Gerçekten de, Greenspan az konuşan birisidir. Konuştuğunda da, dinleyenler ne demek istediğini çok iyi anlayamazlar. Onu dinlemeden önce kafalarının karışık olduğunu düşünenlerin kafaları daha da karışır. O kadar ki, şimdiki eşi, kendine Greenspan’in evlenme teklif etmek istediğini ancak üçüncü tekrardan sonra anlayabilmiş. Bu bir şaka değil. Eşinin kendi itirafı.

İkinci yakıştırma belki de Greenspan için icat edilmişti. Herkesin işlerin iyi gittiğini düşündüğü dönemlerde riskleri hatırlatan demeçleriyle ‘pişmiş aşa su katan’ bir merkez bankası başkanı olarak ün yaptı. New York Borsası’nın herkesi sevindiren çıkışlar yaptığı dönemde Borsa endeksinin o denli artmasının olumsuz yansımalarından söz etti.

Son günlerde de, Amerika’da konut fiyatlarındaki artışın yarattığı riskleri gündeme getirmesi aynı bakış açısının ürünüdür. Belki de, varlık fiyatlarındaki enflasyonu (asset price inflation) gündeme sistematik olarak getiren merkez bankası başkanları içinde bir ilk olmuştur.

FAZLASINI BAŞARDI

Merkez bankası başkanlarının karar organlarında iki oyu olabilir. Herhalde, Alan Greenspan’in bu organlarda ikiden de fazla oyu vardı. Bir kurum olarak FED, Alan Greenspan adıyla bütünleşti.

FED’in en saygı duyulan başkanlarından Paul Volcker’ı solladı, geçti. Başkan’ın iki oyu vardır söylevi başlarda Volcker için uydurulmuştu. Çünkü, çok zor dönemlerde Volcker çok zor kararları FED’in İdare Meclisi’nden çıkartabilmişti.

Alan Greenspan daha fazlasını yaptı. Göreve geldiğinin ikinci ayında New York Borsası çöktü. Amerikan ekonomisi ciddi bir daralma yaşamadı. Asya ve Rusya Krizleri’nin tahribatını asgaride tutmayı başardı. 11 Eylül saldırılarının dünya ekonomilerinde yarattığı şokların hasarsız atlatılmasının mimarlarındandı. Dolayısıyla, yalnız Amerika içinde değil, Amerika dışında da saygınlık kazandı. Devamı var.
Yazının Devamını Oku

Motor hızla çalışıyor araba yavaşlıyor

19 Eylül 2005
<B>TÜRKİYE</B> ekonomisinde büyümenin motoru yurt dışından döviz girişidir. Ekonomi dışa kapalı olduğu 1980 öncesi dönemde de, dışa açıldığı 1980 sonrası dönemde de durum hep aynı olmuştur. Döviz girdiğinde ekonomi canlanır, döviz girmediğinde ya da çıktığında ekonomik kriz yaşanır.

Doğru dürüst yabancı sabit sermaye yatırımı gelmediğinden, yurt dışından daha fazla borçlanabildiğimiz dönemlerde ekonomik büyüme rekorlar kırmıştır. Yurt dışından borçlanamadığımız ve aldığımız borçları net bazda geri ödemek durumunda kaldığımızda da ekonomi küçülmek zorunda kalmıştır. Geçmişte de bu böyleydi, şimdi de aynı.

1980 öncesinde devletin borçlanıp elde ettiği dövizleri özel sektöre satması söz konusuydu. 1980 sonrası dönemde özel sektör de borçlanabildiğinden, devletin kendi ihtiyaçları dışında borçlanmasına gerek kalmadı. Ekonomik büyüme ile yurt dışı borçlanma ilişkisi hiç değişmemiştir. Son altı yıllık veriler grafikte gösterilmektedir.

DÖVİZ GİRİŞİ

Ekonominin daha fazla borçlanabilmesi birkaç anlama gelmektedir. Birincisi, yurt dışından bize borç verenlerin de ileriye dönük beklentileri olumlu demektir. Aynı beklenti içeride de oluştuğundan, döviz kurlarındaki istikrarla beraber iç talep artar. İkincisi, yurt dışından daha fazla borçlanma daha fazla ithalat olanağı demektir. Daha fazla ithalatla daha fazla üretim yapmak mümkün olmaktadır.

2001 yılındaki krizden sonra, son üç yıldır ekonominin kesintisiz olarak yılda yüzde 7-8 civarında büyümesinin arkasında da kesintisiz bir biçimde borçlanma olanaklarının açık olması vardır. Geçmişte, Türkiye’nin borçlanma olanakları iki-üç yılda bir sekteye uğradığından, ekonomik büyüme de sekteye uğrardı.

Türkiye hala yurt dışı borçlanma olanakları açık bir ülkedir. Bu olanakları da sonuna kadar kullandığı yönünde bir izlenim vermektedir. Ama, yayınlanan verilere göre, ekonomik büyüme düşmektedir.

RİSK BÜYÜYOR

Grafikten de görüldüğü gibi, Türkiye ekonomisine net sermaye girişi kararlı bir artış içindedir. Buna karşılık 2004 yılının üçüncü çeyreğinden bu yana, yıllık milli gelir büyümesi azalma eğilimine girmiştir. Bir başka ifade ile, ülkeye giren yabancı mali sermayenin ekonomiyi büyütme gücü düşmektedir. İlk kez, eğilimler değişmediği taktirde, döviz girişi olanca hızıyla devam ettiği halde, ekonomik büyümenin uzun dönemli ortalamasının altına geldiğine şahit olacağız.

Benzer bir gelişme ara malları ithalatı ile sanayi üretimindeki artış arasındaki ilişkide de gözlenmektedir. Sanayi üretimindeki artış yavaşladığı halde, ara malları ithalatı artışındaki yavaşlama daha az olmaktadır. Bu iki konu elbette birbirleriyle çok yakından ilgilidir.

İç üretim giderek daha fazla ithal girdilere dayanmaktadır. Dolayısıyla, ithalatın üretime katkı gücü azaldığı gibi, dış borçlanmanın da ekonomik büyümeye katkısı geçmişe göre azalmaktadır. Cari işlemler açığını daha makul sınırlara çekebilmek için, bu eğilimler paralelinde, ekonomik büyümeden eskiye göre daha fazla fedakarlık etmek durumunda kalınacaktır.

Cari işlemler açığı, ekonomik istikrar açısından, geçmişe göre daha büyük bir risk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yazının Devamını Oku