EĞİTİLMİŞ insan gücü çeşitli toplumlarda çeşitli şekillerde algılanıyor. Bizde eğitilmiş insan gücü diploma sahibi kişiler olarak algılanıyor. Halbuki, gerçek anlamda eğitilmiş olmak için bir noktaya kadar diploma gerekliyse dahi, yeterli değildir.Türkiye çok uzun süre doktor, mühendis, avukat yetiştirmenin insan gücü eğitiminin hedefi gibi gördü. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde tıp, mühendislik ya da hukuk okumadıysanız, aldığınız diplomanın ne anlama geldiği sorgulanırdı. Diğer meslekler ancak 1970’lerden sonra Türkiye’de biraz daha popüler olmaya başladı.İFADE ÖZÜRLÜYÜZMatematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi dersler orta öğrenimde tedrisatın en ağırlık verilen alanları oldu. Lise düzeyinde fen ya da edebiyat kollarından birini seçerken, toplumsal baskı hep fen bilimleri yönünde oluştu. Kısacası, biraz abartılı da olsa, herkesi mühendis yapmaya çalışan bir eğitim sistemi oluşturuldu. Geçmişteki siyasi liderlerimizin birçoğunun mühendis kökenli olması tesadüf değildir.Edebiyat, felsefe, tarih ya da coğrafya gibi konular sanki birer disiplin değillermiş de, ‘genel kültür’ kapsamında öğrencilere verilmeye çalışıldı. Bir çocuk büyüyünce ‘tarih öğretmeni’ olmak istiyorum dediğinde, bir tek tarih öğretmeni buna sevinirdi. Diğer öğretmenler ‘o halde neden okuyorsun?’ diye sorarcasına çocuğun suratına bakarlardı.Bu bakış açısıyla, eğitim sürecinin bir insana vermesi gereken en önemli ögelerden birini, ‘insanın kendini anlatabilmesini’ öğretmeyi ihmal ettik. Yetişen yeni nesiller kendilerini yazılı ve sözlü olarak ifade edebilmekten aciz bir halde okullardan mezun oluyorlar. Bu ihmal hálá sürüyor.Türkçe derslerinde adet yerini bulsun diye verilen ‘kompozisyon’ ödevleri çocukların kendilerini yazılı olarak ifade etmelerine yönelik olarak böyle bir eğitim vermiyor. Sözlü sınavlar da çocukların kendilerini sözle ifade etmelerine bir katkı yapmıyor. Sonuçta, kendini yazılı ve sözlü ifade etmekten aciz insanlar topluluğunu okullardan mezun edip diploma veriyoruz.Lise ve üniversitelere giriş sınavlarının ‘çoktan seçmeli’ olması belli bir düzeyde öğrencilerin kendilerini yazılı ve sözlü ifade edebilmelerinin önemini de azalttı. Kendini çok iyi ifade edebilmek, eğitimde başarının bir ön şartı olmasıyken, üzerinde dahi durulmayacak bir konu haine geldi. Ama, bazı kurumların açtığı işe giriş sınavlarında eğitim sistemimizin bu açığı çok belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. YAZI YAZMAKHarfleri yan yana getirdiğimizde yazı yazdığımızı sanıyoruz. Okullarımızdan mezun olan çoğu gençlerin el yazıları ‘kargacık, burgacık’ diye nitelendirilemeyecek kadar kötü. Şimdi, bilgisayarlar marifetiyle artık gençlerin elle yazmaları da gerekmiyor. Bu şartlarda, gençlerimize yazı yazmayı öğretmek çok daha önemli hale geliyor.Her milletin kendine göre karakteristik bir el yazısı biçimi vardır. Kendini tanımasanız dahi, eğitilmiş birçok Amerikalının el yazıları birbirine çok benzer. Gördüğünüzde, çoğu zaman bu yazıyı bir Amerikalı yazmış diyebilirsiniz. Almanlar ya da İngilizler için de durum böyledir. Ya bizde?Eğitim sistemimizdeki ‘kendimizi yazılı ve sözlü ifade etme’ konusundaki bu kalite düşüklüğü kendini birçok yerde gösteriyor. Örneğin, bizim dakikalar hatta saatler harcayarak anlatmaya çalıştığımız bir derdimizi yabancılar üç-beş cümlede anlatıveriyorlar. Biz hayretler içinde kalıyoruz. Yabancıların kendilerini daha iyi anlatabilme üstünlüğü, çoğu zaman bizlerin düşündüğü gibi, lisana olan hakimiyetlerinden gelmiyor. Kendilerini ifade edebilmeyi öğrenmişler. Bu, onlara lisanı kullanmakta da bir hakimiyet sağlıyor.Yazma özürlü olduğumuz bizim gibi yazmayı sonradan öğrenmeye çalışıp gazetelerde ‘yazar’ olmaya çalışanların verdikleri ürünlerden de anlaşılıyor.