Bize bir şey olmaz

TOPLUM olarak, hangi riskle karşılaşırsak karşılaşalım, ilk tepkimiz riski inkar etmek oluyor. Ardından, riski inkar edebilmenin yolu kalmadığında, ‘bize bir şey olmaz’ yaklaşımı ile umursamaz bir tavır alarak kamuoyunu rahatlattığımızı düşünüyoruz.

Halbuki, bu yolla kamu otoritesi de, riskleri ölçüp önlem alması gereken özel sektör kuruluşları da inandırıcılığını kaybediyor. Toplumun kamu otoritesine karşı güveni sarsılıyor. Bireyler toplumsal risklere karşı kendi bireysel çözümlerini üretmeye başlıyorlar. Sonunda, oluşan risklerin topluma toplam maliyeti çok daha yüksek oluyor.

1980’li yılların ortasında Sovyetler Birliği’ndeki nükleer kaza sonrasında Türkiye’nin tavrı önce komikti. Sonra, sonuç çok hazin oldu. Bize bir şey olmaz anlayışıyla nükleer kazanın olumsuz olabilecek sonuçları bir tarafa bırakılıp idarecilerimiz televizyon ekranlarında çay içerken görüntülendi. On beş yıl sonra, Karadeniz bölgesinde gencecik insanlar kanserden ölmeye başladılar.

GELENEKSEL TEPKİLER

Kuş gribine
karşı tepkimiz de en az nükleer kazaya tepkimiz kadar komik, üzücü, düşündürücü ve tüyler ürpertici bir hale geldi. Avrupa Birliği canlı kuş alımını Türkiye ve Romanya’dan durdurdu. Türk üreticiler cevap verdiler: ‘Biz Avrupa’ya canlı kuş satmadığımızdan bizi etkilemez.’ ‘Avrupa’nın kararından çok etkilenmeyiz, ama Türkiye’deki tüketicilerin kararı ve karşı karşıya kaldıkları riskler bizim için çok daha önemlidir’ deselerdi çok daha güven verici olurlardı.

Kuş eti satan şirketlere ne yaptıkları soruluyor. Onlar da cevap veriyorlar: ‘Bizim etlerimiz gayet temiz ve iyidir.’ Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘üretimi ve satışları durdurduk, hayvan alımından kesimine, kesiminden paketlemesine kadar üretim hattımızın bu çeşit risklere karşı korunduğundan emin olduktan sonra yeniden işe başlayacağız’ demedi.

Göstermelik de olsa, hiç kimse böyle bir yaklaşımı benimsemedi. Bu yaklaşım elbette maliyetli olacaktı. Ama, gıda sektöründe güven kaybolduğunda onu yeniden kazanmanın ne denli zor olduğunu herhalde gıda sektöründekilerden başka hiç kimse daha iyi bilemez.

Halbuki, böyle bir yaklaşım, zaten kuş gribi konusunda bilgisizlikten kırılan kamuoyuna bir güven verecekti. Belki, beyaz et sektörünü küçümsenmeyecek bir krize sokabilecek bir risk çok daha çabuk ortadan kaldırılabilecekti. Hiçbir şey yapılamasa, gıda üreticileri toplumsal sorumluluklarının bilincinde olduklarını göstereceklerdi.

RİSK İDARESİ

Şimdi, kamuoyu kendi bireysel çözümlerini üretiyor. Beyaz et almıyor
. Toplu yemek çıkan iş yerleri ve okullarda beyaz et verilmiyor. Bakan tavuk eti yemenizde bir sakıca yok dese de, hiçbir inandırıcılığı olmuyor. Kısacası, Türkiye beyaz et yemeyi kesmiş gibi görünüyor. Birçok açıdan, gelinen noktanın ekonomik maliyeti çok daha büyük olacaktır. Panik yaratmayalım anlayışıyla şeffaflıktan kaçınmanın maliyeti daha büyük ve gereksiz panik yaratmak oluyor.

Avrupa Birliği’nin bir üyesi olma yolunda geleneksel tepkilerimizi değiştirmek zorundayız. Önce, riskleri algılamak (risk recognition) zorundayız. Daha sonra, riskleri hesaplamak (risk calculation) durumundayız. Bilgilerimizi kamuoyu ile paylaşıp şeffaf olmak (transparency) gereğini duymalıyız. En sonunda da, risklere karşı gerekli önlemleri oluşturup (risk prevention) kendimizi kamuoyunu bilgilendirmek için sorumlu hissetmeliyiz.

Türkiye’deki kuş gribi virüsünün en tehlikeli cinsten olduğunu Avrupa Birliği yerine Sağlık Bakanlığı’ndan öğrenmemiz daha doğru olmaz mıydı? Kümeslerde tavuk ve hindileri boğazlamakla sorun çözülmüyor.
Yazarın Tüm Yazıları