Ercan Kumcu

Günah keçisi bulmak kolaydır

20 Ocak 2006
ÇEŞİTLİ makro ekonomik sorunların sorumlusu olarak para politikasını ve onun uygulayıcısı merkez bankasını görmek her yerde adettendir. Türkiye de bu konuda fazla farklı bir görüntü vermiyor. Cari işlemler açığı büyüyor, sorumlusu para politikası gösteriliyor. Bazı ihracatçı sektörler zorlanıyorlar, para politikası sorumlu tutuluyor. Ekonomi büyüyor, ama istihdamda aynı paralelde artışlar sağlanamıyor. Para politikası yine günah keçisi oluyor. Yüksek faizlerden şikayet ediliyor, para politikası eleştiriliyor.

Tüm sorunlarımızın kaynağı düşük kur, yüksek faiz ve yetersiz krediler olarak görülüp aslında ekonomideki büyük bir kesim düşük enflasyonla yaşamakta zorluk çektiğini söylüyor.

FİYAT İSTİKRARI

Bütün bu eleştirileri göz önüne alınca, insan, "vay canına bu para politikası da neymiş?" diye kendine sormadan edemiyor. Belli ki, birçok kesim para politikasını her derde deva bir ekonomi politikası aracı olarak görüyor. Gerçek ise çok daha farklı.

Aslında, para politikası sanıldığı kadar her derde deva bir ekonomi politikası aracı değildir. Şimdiye kadar böyle düşünüldüğü için fiyat istikrarı Türkiye’de rafa kaldırılmıştı. "Sıkışırsak, basarız parayı" anlayışı Türkiye’de ekonomiyi allak bullak etmişti. "Parasal tedbirleri Merkez Bankası alsın, gerekli maliye politikaları önlemlerini sonra alırız" anlayışıyla hareket edip hiçbir maliye politikası önlemi almayan hükümetler sayesinde Türkiye ekonomisi tarihinin en acı krizlerini yaşadı.

Para politikasının başarısını gösteren tek bir ölçüt vardır: fiyat istikrarı. Fiyat istikrarını riskli hale sokmayan bir para politikası başarılıdır. Fiyat istikrarı elbette bir ekonomideki en son hedef değildir. Hedef, sürdürülebilir yüksek ekonomik büyümeyi sağlayarak halkın refahını artırmaktır. Ama, fiyat istikrarı, ekonomideki son hedefe yaklaşmak için "olmazsa olmaz" koşuldur. Fiyat istikrarından bir şekilde ödün verilerek sağlanabilecek ekonomik büyümenin ek istihdamın orta ve uzun dönemde sürdürülebilirliği söz konusu olamaz. Bu gerçeği en iyi bizlerin biliyor olması gerekir.

ÇÖZÜM BAŞKA YERDE

Sorunlarımızın çözümünü başka yerlerde aramamız gerekiyor. Para politikasını günah keçisi yapmak çoğu zaman işin kolayına kaçmaktır. Hükümetin maliye politikalarına ve yanlış tercihlerine dil uzatmaktansa, Merkez Bankası gibi, hükümetin dışındaki bağımsız bir kuruluşu eleştirmek çoğu zaman hem kolaydır hem de hükümetin karşısındaymış gibi bir görüntü vermeyi önler. Çünkü, çoğu zaman, hükümetler de ekonomide oluşan risklerin ve olumsuzlukların sorumluluğunu para politikasına ve onun uygulayıcısı Merkez Bankası’nın üzerine yıkma eğilimindedirler.

Ekonomide sorun bitmez. İyi gelişmelerin yanında, başka alanlarda riskler de olacaktır, ağırlaşan sorunlar da. Riskleri azaltacak önlemleri ve sorunların çözümünü daima fiyat istikrarından ödün vermeden bulmaya çalışmalıyız. Aksi taktirde, çok farklı riskler ve sorunlarla boğuşmak zorunda kalırız.

Aslında, bugünkü sorunlarımızın büyük bir bölümünün çözümü enflasyonu olabildiğince kısa sürede yok etmekten geçmektedir.
Yazının Devamını Oku

Ekonomik büyüme hızlanma eğiliminde

19 Ocak 2006
BAYRAM tatilinden hemen önce kasım ayına yönelik sanayi üretim endeksi açıklandı. 2005 yılının kasım ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre, toplam sanayi üretimi yüzde 10.7, imalat sanayi üretimi yüzde 10.5 arttı. Geçen yılın ikinci yarısından itibaren sanayi üretiminde belirgin bir sıçrama yaşanıyor.

Geçen yılın üçüncü çeyreğine yönelik milli gelir istatistikleri toplam ekonomik büyümenin yılın ikinci yarısında hızlandığına işaret ediyordu. Ama, milli gelir büyümesinin büyük bir bölümü sanayi üretimi artışından değil, başta inşaat ve iç ticaret olmak üzere hizmetler sektöründen geliyordu.

Son aylara yönelik sanayi üretimi verileri bundan böyle milli gelir büyümesine sanayi sektörünün de önemli bir katkı yapacağını gösteriyor./images/100/0x0/55eb3f87f018fbb8f8b4e0c4

YILDIZ SEKTÖRLER

Sanayi üretimindeki
eğilimleri ölçebilmek için endeksteki üçer aylık ortalama değişmeler oldukça iyi fikir vermektedir. Bu bazda, geçen yılın haziran ayında yüzde 3’e kadar düşen sanayi üretimi endeksi artışı kasım ayı itibariyle yüzde 8.6 oldu. Aynı dönemde, imalat sanayi üretimindeki artış yüzde 2.2’den yüzde 8.6’ya fırladı. Grafikte, her ay üçer aylık ortalamalar bazında sanayi üretiminin bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde artışları gösteriliyor.

Sanayi üretimindeki artış elbette alt sektörler itibariyle yeknesak değil. Örneğin, geleneksel ihracatçı sektörlerimizden tekstil ve giyim eşyasında üretim azalmaya devam ediyor. Özellikle giyim eşyası üretimindeki düşüş artarak devam ediyor.

Buna karşılık, kimyasal maddeler ve plastik gibi alanlardaki üretim tüm 2005 yılı boyunca güçlü büyümesini sürdürdü. Göreli olarak yeni ihracatçı sektörlerimizde ise üretim artarak büyümesine devam ediyor. Geçen yıl ortasında üçer aylık büyümesi eksiye dönen radyo-TV gibi elektrikli eşyalar üretimi eylül-kasım döneminde bir önceki yıla göre yüzde 20’nin üzerinde büyüdü. Aynı şekilde, taşıt araçları üretimi artışı üç aylık bazda yıl ortasında yüzde 10’un altına düşmüşken, son üç ayda yüzde 25’in üzerinde seyrediyor.

Toplam milli gelir büyümesi de, sanayi üretimi büyümesi de bir yapı değişikliği içinde. Toplam üretimde yapı değişirken, geleneksel sektörler büyüme sorunu yaşıyorlar. Sanayi kesiminde yeni "yıldız sektörler" oluşuyor.

YÜZDE 10 BÜYÜME

Sanayi üretimi
verilerinde yılın son ayında radikal bir revizyon yapılmayacağı (son zamanlardaki veri revizyonları göz önüne alınırsa, bunun olasılığı yok değil!) varsayımı altında, yılın son çeyreğinde sanayi üretimi büyümesi yüzde 8’ler dolayında olacaktır. Aynı bazda, geçen yılın son çeyreğinde sanayi sektörü büyümesi yüzde 4 olmuştu. Bu yılın üçüncü çeyreğinde ise sanayi sektörü büyümesi yüzde 5.6’ydı.

Bu veriler ışığında ve hizmetler sektöründeki eğilimlerin devam ettiği varsayımı altında 2005 yılının son üç ayında milli gelir büyümesinin yüzde 10 civarında olması şaşırtıcı olmayacaktır. Tarım sektörü büyük bir sürpriz yapmadığı taktirde, bu rakamlar 2005 yılının tümünde ekonomik büyümenin yüzde 6’yı aşabileceğini göstermektedir.

Kısacası, 2005 yılının ortalarına doğru yavaşlayan ekonomik büyüme yılın ikinci yarısından itibaren yeniden hızlanma eğilimine girmiştir. Dolayısıyla, cari işlemler açığı ve açığın yarattığı kırılganlık gündemdeki yerini bu yıl da koruyacaktır.
Yazının Devamını Oku

Yatırımcı güveni için iletişim

18 Ocak 2006
YATIRIMCILARIN güvenini sağlamak ve korumak için yalnız doğru politikalar uygulamak yetmiyor. Yatırımcılara doğru bilgileri zamanında ve olabildiğince sık aralıklarla vermek de güvenin önemli bir parçası oluyor. Bu konuda Türkiye’nin karnesi geçmişte çok iyi değildi. Dış borçlanmalarda son derece dikkatli davranan Türkiye iç borçlanmalarında yatırımcılara "reaya" gözüyle bakardı. Örneğin, 1994 Krizi’nin önemli etkenlerinden biri bu bakış açısıydı.

İç borçlanmalarda uluslararası yatırımcıların ağırlığı arttıkça, iç borçların müşterisi durumundaki yatırımcılara saygı arttı. 2001 krizi ile birlikte iç borçlanmalara da belli bir disiplin geldi. Geçmişte kamuoyunun dikkatine sunulmayan bir çok veri artık herkesin kullanımına açık. Özellikle kamu finansmanına yönelik veriler konusunda çok mesafe alındı.

KRİZ ÖNLEME

Borçlanmalarda piyasa şartlarını göz önüne alıp disiplin içinde bir program uygulamak yetmiyor
. Yatırımcıların ekonomi hakkında zamanında bilgilendirilmesi de önemli oluyor. Yani, yatırımcılara aldıkları riskleri ölçebilecekleri verileri zamanında ve doğru olarak sunmak yatırımcı ilişkileri açısından gerekli oluyor. Aksi taktirde, yatırımcıların daha önce öngöremedikleri bir riskin gerçekleşmesi durumunda, piyasaların tepkisi çok daha sert oluyor. Krize bir anlamda davetiye çıkarılmış oluyor.

Türkiye bu alanda da çok yol aldı. Veri üreten çeşitli kamu kuruluşlarının internet sayfalarından ekonomik verilere ulaşmak artık çok kolaylaştı. Kullanıcıların bilgisine sunulan veriler oldukça ayrıntılı. Ayrıca, farklı iletişim araçları yoluyla daha ayrıntılı verilere ulaşmak da olanaklı hale geldi. Türkiye, çok doğru bir yaklaşımla, 2005 yılının ağustos ayında Hazine Müsteşarlığı bünyesinde Yatırımcı İlişkileri Ofisi kurdu.

Küresel sermaye akımı arttıkça "kriz önleme" çalışmaları da yoğunluk kazandı. Krizleri önlemenin ya da olası krizlerin tahribatlarını asgaride tutabilmenin önemli bir boyutu yatırımcıların aldıkları riskler konusunda bilgi sahibi olmalarıdır. Alınan riskler ancak doğru ve zamanında bilgilendirme yapıldığında ölçülebilir.

TÜRKİYE BAŞARILI

Üyeleri dünyanın çeşitli bankalarından oluşan Uluslararası Finans Enstitüsü
(IIF) kriz önleme konusunda oldukça fazla mesai harcıyor. Bu çerçevede, ülkelerin yatırımcıları bilgilendirme konusundaki performansları incelendi. Saptanan 20’den fazla kriter içinde en az 20 kriteri tutturan ülkeler arasında Türkiye de var. Diğerleri, Brezilya, Şili, Meksika, Peru, Uruguay, Bulgaristan, Hırvatistan ve Güney Afrika. Türkiye bilgi vermede "en iyi" ülkeler arasında bulunuyor.

Buna karşılık aynı kriterlerin 4 ya da daha azını tutturan ülkeler de var. Bunlar da Çin ve Vietnam gibi ülkeler.

Artan küresel sermaye akımlarından beslenen Türkiye gibi ülkelerin ekonomileri belli bir kırılganlık riski içindeler. Bu kırılganlığı azaltmanın bir yolu yurt dışı sermaye akımlarına olan ihtiyacı makul düzeylerde tutmaksa, bunu tamamlayan önemli bir boyut da yatırımcıların aldıkları riskleri ölçebilmelerine izin verecek ekonomik verilerin doğru ve zamanında yatırımcılara ulaştırılmasıdır.

Son beş yıldır gösterilen ilerlemeyle Türkiye bu konuda başarılıdır. Bu başarısıyla Türkiye hem yatırımcıların ilgisini çekmektedir hem de borçlanılabilir fon hacmini genişleterek borçlanma maliyetini düşürebilmektedir. Olumlu gelişmeleri son dönemdeki iç ve dış borçlanmalarda görebiliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Ekonomiye güveni ve ilgiyi artırmanın yolu

17 Ocak 2006
ÇOK fazla deneyimimiz olmayan bir dönemden geçiyoruz. Makro ekonomik veriler ileriye dönük olarak umut veriyor. Kamuda mali disiplin sürüyor. Para politikası fiyat istikrarına odaklanmış durumda. Özelleştirmede önemli kazanımlar sağlandı. Dış piyasaların Türkiye ekonomisine yönelik ilgileri ve bilgileri giderek artıyor.

Ekonomik istikrarın tesisi için önemli adımlar atıldı. İç ve dış yatırımcılar gözünde belli bir güven sağlandı. Yine de, "acaba ekonomide hava değişir mi?" sorusu gündemi meşgul etmeye devam ediyor. İyimser bir yaklaşımla, sağlanan güvenin yanında ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerinde ihtiyatlı olduğu söylenebilir.

İLKE DEĞİŞMELİ

Ekonomik istikrarın
kalıcı olarak sağlanmasına yönelik olarak ekonomik birimlerin güveninin artması "olmazsa olmaz" koşullardan en önemlisidir. Güvenin artması ekonomik programın ödün verilmeden uygulanması şarttır. Ama, daha da önemlisi, kamu sektörünün (devletin) ekonomiye bakış açısının değişmesi gerekmektedir.

Geçmişten gelen alışkanlıklarımızla, Türkiye ekonomisinde kazançlar bireysel, kayıplar kamusaldır. Yani, alınan riskler gerçekleşip kayıplar söz konusu olduğunda, kişileri ve şirketleri devletin kurtarması beklenir. Dolayısıyla, risk almanın önemi azalır, ama kazançları artırmanın fırsatları yaratılır. Neredeyse, bu bakış açısı bir ilke haline gelmiştir. Devletin bu ilkeyi değiştirmesi lazımdır.

Devlet yaptığı harcamaların her kuruşunu hesaplamak ve tutumlu davranmak zorundadır. Verdiği hizmetlerin bedelini kullanandan almak, toplumsal kullanıma açık hizmetleri de vergi yoluyla finanse etmek devletin vazgeçilmez ilkesi olmalıdır. Bu çerçevede, köprü ve otoyollardan geçişlerin dini bayramlarda ve bayramı takip eden hafta sonunda ücretsiz olması doğru değildir. Gelir kaybı toplam içinde az da olsa, feragat edilen bu çeşit gelirlerin bu hizmetleri kullanmayanlardan alınan vergilerle karşılanması anlamına gelir.

Kamu yatırımlarının verimliliği ön plana çıkmalıdır. Devletin aldığı hizmetlerin asgari maliyetlerde sağlanması her harcama kalemindeki ölçütlerin başında gelmelidir. Ekonomik faydadan çok, sosyal fayda içeren harcamalarda da "harcamaların verimliliği testi" yapılmalıdır. Faydası ölçülemeyen, sosyal fayda yarattığı düşünülen kamu harcamaları genellikle faydadan çok ayırımcılık getirir, ekonomide rant yaratır.

Bütün bunlar kamu finansmanındaki disiplinin kalıcı olacağı yönünde atılmış adımlar olacaktır. Vergi hukuku, sosyal güvenlik reformu ve kamu kuruluşlarının işetmelerine yönelik programlanan yapısal reformların tamamlayıcısı, ama vazgeçilmez parçalarından olacaklardır. Bunu başarabildiğimizde, Türkiye ekonomisi sürdürülebilir büyümeyi başarabilecek altyapıya kavuşmuş olacaktır.

DIŞ DESTEK

Beğensek de, beğenmesek de, Türkiye ekonomisinin uzun dönemli büyümesi yurt dışından sermaye ithali yoluyla hem sağlanabilecek hem de güçlenecektir
. Dolayısıyla, yurt dışından ihtiyaç duyulan fonların büyük bir bölümünün borçlanma yoluyla değil, doğrudan yabancı sermaye girişi yoluyla gelmesi Türkiye ekonomisinin uzun dönemli büyümesini sürdürülebilir yapacaktır.

Doğrudan yabancı sermaye çekebilmenin en önemli unsurlarından biri makro ekonomik dengelerin ileriye dönük riskleri asgaride tutacak bir biçimde oluşması ve bu dengelerin kalıcılığı (sürdürülebilirliği) yönünde ekonomik birimlerin güvenin sağlanmasıdır. Yani, "böyle gitmez" beklentisinin kırılması gerekmektedir.

Dengelerin kalıcılığı yönünde güven oluşturabilecek en önemli etken de kamu finansmanındaki disiplinin kalıcılığı yönünde atılacak adımlardır.
Yazının Devamını Oku

Faizlerin geleceği

16 Ocak 2006
BİZLER dokuz günlük bayram tatili yaparken, yurt dışı piyasaları Noel ve yılbaşı tatillerini bitirip işbaşı yapmışlardı. Yurt dışı piyasaları tatil rehavetini üzerinden attı. Bizler işe alışma konusunda herhalde birkaç gün bocalayacağız. Geçen haftanın ortasında Avrupa Merkez Bankası (AMB) geçen ay 0.25 puan artırdığı kısa dönemli faizleri bu ay değiştirmeme kararı aldı. Ama, Euro Bölgesi ekonomileri hakkında AMB’nın görüşleri çok değişmemişe benziyor.

DIŞARIDA FAİZLER

Euro Bölgesi’nin büyük ekonomilerinden son dönemde bazı iyi haberler geldi
. Ekonomik büyümenin canlanabileceği ve işsizlik oranının düştüğü yönünde gelen haberler Euro Bölgesi için sevindiriciydi. Bu haberlerle, AMB’nın faiz artırımına devam etmesi, doğal olarak, "pişmiş aşa su katmak" olacaktı. Beklendiği gibi, AMB pişmiş aşa su katan bir merkez bankası olmaktan kaçındı. Halbuki, fiyat istikrarını kendine tek hedef olarak benimsemiş merkez bankaları için "pişmiş aşa su katmak" çok doğaldır. Bu tavırları o merkez bankalarına her şartta fiyat istikrarını koruyacakları yönünde paha biçilmez itibar kazandırır.

Bir merkez bankası bir hükümetle başa çıkmakta zorlanırken, AMB Euro kullanan devletlerin farklı hükümetleriyle işbirliği yapmak zorundadır. Tek bir hükümeti ikna etmek zor ve zaman isteyen bir işken, AMB on iki farklı hükümeti ikna etmek gibi neredeyse olanaksız bir göreve soyunmuş durumdadır. Dolayısıyla, AMB para politikasında zamanında karar almakta zorlanmaktadır. Aralık ayında Euro bölgesinde kısa dönemli faizleri artırmak ne kadar güç idiyse, bu ayki toplantılarında faizleri aynı bırakmak o denli kolay oldu.

Avrupa ekonomilerinin özellikle küçük ülkeleri ihracata dayalı ekonomik büyüme gerçekleştiren ülkelerdir. Son dönemde büyüme ve işsizlik konularında gelen olumlu veriler iç talebin büyümekte olduğunun işaretleriyse, AMB er ya da geç faizleri artırmaya devam edecektir. Avrupa’da enflasyonist baskılar artmakta olabilir. Özellikle, Amerika’da kısa dönemli faizlerin artıyor olması, sermaye hareketlerinin tetiklediği dengelerle Avrupa’yı da faizleri artırmaya zorlayabilecektir.

REEL FAİZLER

İki yıl önce
, kısa vadeli merkez banaksı faizleri Amerika’da yüzde 1, Avrupa’da yüzde 2 idi. Bugün, aynı faizler Amerika’da yüzde 4.25, Avrupa’da yüzde 2.25’dir. Yani, Avrupa ve Amerika arasındaki faiz farkı +1 iken 2’ye gelmiştir. Teoride, bu gelişme döviz kurlarının uyumunun gerektiğine işaret eder. Önümüzdeki dönemde, doların değer yitireceği, Euro’nun değer kazanacağı beklentilerinin faizlere yansıdığı düşünülür. Ama, kısa dönemde ders kitaplarındaki teoriler ile gerçek hayattaki gerçekleşmeler aynı olmuyor.

Geçmişteki hızında olmasa da, Amerika’da kısa dönemli faizler bir miktar daha artacakmış gibi görünmektedir. Büyük bir olasılıkla, önümüzdeki bir yıl içinde Avrupa ile Amerika arasındaki faiz farkı dolar lehine biraz daha artabilecektir. İki para arasında faiz farkı ne olursa olsun, bizim açımızdan, iki para arasındaki ağırlıklı ortalama faiz artmaya devam edebilecektir.

Dünyanın belli başlı paralarında faizlerin artıyor olması Türkiye’de kısa vadeli faizlerin çok daha fazla düşme olasılığını giderek azaltmaktadır. Uluslararası sermaye hareketlerindeki gelişmelere göre, enflasyon hedefiyle tutarlı Türkiye’deki kısa vadeli faizler dış dünya ile oluşacak faiz farkını geçmişe göre daha fazla gözetmek durumunda olacaktır. Dolayısıyla, enflasyon hedefiyle tutarlı bir gelişme karşısında, önümüzdeki dönemde Türkiye’de reel faizlerin arzulandığı ölçüde daha fazla düşme olasılığı oldukça azdır.
Yazının Devamını Oku

Kur sorunsa çözüm ne?

9 Ocak 2006
TÜRKİYE ekonomisinde ekonomik birimlerin bir bölümü döviz kurlarının geldiği noktadan giderek daha fazla rahatsızlık duyuyorlar. Cari işlemler açığının giderek yükselmesi bu kesimlerin şikayetlerinin haklı olabileceği izlenimini yaratıyor.

Merkez Bankası verilerine göre, üretici fiyatları baz alınarak yapılan hesaplamada, Türk Lirası yabancı paralara göre 2000 yılından bu yana yıllık ortalamada yüzde 25 değer kazandı. Değerlenme, aynı dönemde, tüketici fiyatlarına göre yüzde 17.2 oldu.

2001 yılındaki ani ve derin değer kaybından sonra, Türk parasının diğer paralara göre sürekli olarak reel anlamda değer kazanmasına paralel olarak yıllık bazda cari işlemler açığı milli gelirimizin yüzde 2’si civarından yüzde 6’sına fırladı. 2005 yılında cari işlemler açığının 22 milyar dolar civarında olması bekleniyor.

HİÇBİR ŞEY AYNI KALMAZ

Cari işlemler açığının alışılmamış boyutlara gelmesi ve açığın finansmanının büyük ölçüde dış borçlanmalar yoluyla sağlanması ileriye dönük olarak ekonomide ciddi bir risk unsurudur. Dış borçlanma piyasasının cömert olmadığı bir döneme gelindiğinde, finansman bulunamadığından, ekonominin çok daha küçük bir cari işlemler açığı vermeye kısa sürede zorlanması bugün memnun olduğumuz diğer bütün dengeleri alt-üst edebilecektir.

Dolayısıyla, cari işlemler açığını daha makul düzeylere çekmek ihtiyatlı ekonomi politikalarının amaçlarından biri olmalıdır. Ama, bu amaca ulaşabilmek için Türk parasının reel olarak değer kaybetmesini bir araç olarak görmek hiç gerçekçi değildir.

Türkiye dalgalı kur sistemi içinde yaşamakta zorlanıyor. 2001 yılında da zorlanmıştı. Ama, o dönemde, döviz kuru fırladıkça, bugün kurdan şikayet eden kesimler dalgalı kur sistemine methiye düzüyorlardı. Şimdi, Türk parası reel olarak değerleniyor. Dalgalı kur sistemine eleştiriler de artıyor.

Beş yıl evvel dalgalı kur sistemine uygulandığı biçimiyle geçmemizin maliyeti olabileceğinden çok daha derin bir ekonomik küçülme olmuştu. Dalgalı kur sistemi o nedenle tercih edilmemesi gereken bir rejimdi. Döviz rezervlerimizi koruma güdüsüyle ekonominin çökmesine seyirci kalmıştık.

Şimdi, dalgalı kur sisteminden vazgeçmenin maliyeti enflasyon konusunda alınan mesafeden ödün vermek anlamına gelecektir. "Merkez Bankası şu kadar milyar dolar daha döviz alsaydı kurlar buralarda olmazdı" gibi cümleler kurmak kolaydır. Ama, aynı şekilde, "Merkez Bankası şu kadar daha fazla döviz alsaydı, enflasyon yüzde 8’in altına düşer miydi?" sorusuna yanıt da verilmelidir. Merkez Bankası daha fazla döviz alarak Türk parasının reel değerlenmesini engelleseydi, Hazine iç piyasada yıllık yüzde 13’lerden 3-5 yıl vadeli borçlanabilecek miydi? Bütçe açığı milli gelirin yüzde 3’ünün altına gelecek miydi? Ekonomi yüzde 5’in üzerinde büyüyebilecek miydi? Dolar kuru 1.340 YTL yerine 1.5 YTL olsaydı, her şey aynı mı kalacaktı?

Ekonomide bir değişken ile oynayıp diğer büyün değişkenlerin aynı kalacağını varsayarak analiz yapmak çok kolaydır. Ama, gerçekçi bir analiz yaklaşımı değildir. Genellikle bu çeşit analizler öğrencilere belli bir iktisadi mantığı öğretebilmek için ders kitaplarında yapılır. "Döviz kuru artsaydı, her şey iyi olurdu, bu arada cari işlemler açığı sorunu da bu denli büyük olmazdı" gibi bir yaklaşım hem yanıltıcıdır hem de yanlıştır.

GERİ DÖNMEK

Diş macunu tüpten çıkmıştır. Macunu tüpe geri sokmak olanaksızdır. Dalgalı kura geçişin ilk maliyeti çok acı bir biçimde ödenmiştir. Dalgalı kur sistemi ile yaşamanın maliyetini bir takım kesimler ve sektörler yüklenmeye devam edeceklerdir. Bu maliyet enflasyonsuz ya da düşük enflasyonla yaşamanın maliyetidir.

İleriye dönük riskleri azaltmanın yolu döviz kurlarıyla oynamaya çalışıp yeni riskler oluşturmak değil, iç talep büyümesinin kontrolü yoluyla ithalat talebindeki büyümeyi kontrol etmektir. Paramızı hırpalayarak bir yere varamayız. Aksine, ileride paramızın hırpalanma riskine karşı stratejiler geliştirmeliyiz.

Enflasyon yaratarak ekonomik sorunlarımıza çözüm arama alışkanlığımızdan vazgeçmek durumundayız. Aksi taktirde, başladığımız yere geri döneriz.

Bayram süresince yazılarıma ara veriyorum. İyi bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku

Eğitim ekonomisi (4)

8 Ocak 2006
EĞİTİM denince akıllara genellikle sonunda diploma alınan bir süreç geliyor. Halbuki, diplomaya yönelik okullarda verilen eğitim insanın eğitilme sürecinin yalnızca küçük bir parçasıdır. Eğitimin çok daha büyük bir bölümü insanın işinde aldığı eğitimle kendi kendine aldığı eğitimdir. Eğitim öğrenmeyi sevmekle başlar.

Eğitime "bir diploma almak" olarak bakıldığında, eğitimin sağlaması gereken fayda da azaltılmış oluyor. Diploma almak için alınan eğitim aslında insanlara öğrenmeyi sevdirmesi, merak etmeyi teşvik etmesi ve soru sormayı öğretmesi gerekir. Amaç bir diploma almak olunca, eğitimin bu boyutu çok çabuk gözden kaçabiliyor.

OKUMUYORUZ

Diploma vermeyi amaç edinmiş bir eğitim sistemi içinde okul öncesi eğitimin önemi yeterince vurgulanamıyor
. Konu ciddiye alınmıyor. Okul öncesi eğitime çocukları evden uzaklaştırıp anne-babalara boş zaman yaratan bir faaliyet olarak bakılabiliyor.

Zorunlu eğitim beş yılken, anne-babalar öğretmenler ricada bulunurlardı: "hocanım bizim çocuğu ne olur mezun edin, zaten biz onu daha fazla okutmayıp bir işe vereceğiz." Zorunlu eğitim sekiz yıla çıkınca, herhalde geçmişte 5. sınıfta yapılan ricalar şimdi 8. sınıfta yapılıyor. Yani, verilen diplomanın bir şekilde işe yaramayacağını bilen sistem laf olsun diye eğitim vermekten çekinmeyebiliyor.

Aynı sistem, öğrencilerine ana dilinde öğrenmeyi sevdirememişken, merak etmeyi alışkanlık haline getirememişken, soru sormasını öğretememişken yabancı bir dil öğretmeye çalışmaktadır. Doğal olarak, onu da öğretememektedir.

Her yıl liselerimiz 1.5 milyona yakın çocuğa diploma veriyor. Son otuz yıl içinde, istatistiklere göre, Türkiye’de okuma- yazma oranı ciddi bir biçimde arttı. Ama, 73 milyona yakın nüfusuyla Türkiye’de günlük gazetelerin satışı 4-5 milyon civarında kaldı. Herhangi bir kitap 5-10 bin civarında satıldığında, çok satan kitap olarak nitelendiriliyor.

Kısacası, herhangi bir yılda 20 milyona yakın insanımıza diploma alabilecekleri bir eğitim veriyoruz, ama Türkiye’de insanlar okumuyorlar. Okuyanı olmayan toplumun doğal olarak çok fazla yazarı da olamıyor.

EKSİKLER VAR

Bu acıklı durumu Türkiye’de oturanların ekonomik durumlarıyla açıklamak mümkün değildir
. Türkiye’de gazeteler de, kitaplar da dünya ortalamasının çok altında fiyatlarla satılmaktadır. Sorun, iktisadi olmaktan çok, yoğun bir biçimde bir tercih sorunudur. Hali vakti yerinde olanlar arasında da okuma alışkanlığının çok yaygın olduğunu iddia edemeyiz. Eğitime bakış açımız toplum olarak tercihlerimizin okuma yönünde oluşmasını teşvik etmemektedir. Okumuyoruz, seyrediyoruz. Doğal olarak, magazin çok daha çekici oluyor.

Zorunlu eğitim yılını artırarak diploma veren eğitime belli ölçüde talep yaratmak olağandır, eleştirilecek bir yanı yoktur. Ama, zorunlu eğitim döneminde, insanların kendiliklerinden eğitime talep yaratmasına yönelik ortamın yaratılması zorunlu eğitim kadar önemlidir. Bu başarılamadığında, diplomalı, ama eğitimsiz insan gücü yetiştirme olasılığı çok fazladır. Bu alanda toplum olarak önemli eksiklerimiz vardır.
Yazının Devamını Oku

Vergi toplayabilmenin yöntemi

6 Ocak 2006
EKONOMİDE, ekonomik birimlerden birinin kazancı bir başka ekonomik birimin harcaması olmaktadır. Örneğin, bir şirkette çalışanın aldığı ücret (gelir) o şirketin maliyetinin (harcama) bir parçasıdır. Aynı şekilde, bir manavdan aldığımız bir kilo domates için ödediğimiz para o manavın cirosunun bir parçasıdır. İdeal vergilendirme sisteminde devlet ekonomideki tüm birimlerin harcamasını bilse, aynı birimlerin gelirlerini de biliyor demektir. Şirketlerde maliyet unsuru harcamalarının toplam cirodan düşüldükten sonraki bakiye (kar) üzerinden vergi matrahının çıkması dolayısıyla, şirketlerin masrafları yoluyla bazı birimlerin gelirleri öğrenilebilmektedir.

Bütün bunları kanıtlayabilmek için gelir elde eden harcama yapana bir belge verir. Bu belge fatura ya da yaygın deyimiyle fiş olabilir. Fiş ve fatura harcamanın ve cironun kanıtıdır. Bu kanıtlar yoluyla devlet ekonomik birimlerin doğruyu raporlayıp raporlamadığını kontrol edebilmektedir. Raporlanan vergi matrahının doğruyu yansıtıp yansıtmadığı konusunda bir fikir elde edebilmektedir. En azından, ortada bir fatura ya da fiş olduğunda, bilerek yanlış raporlama olasılığı çok azalmaktadır.

GELİR BEYANI

Bu genel çerçeveden yola çıkarak, bir çok ülkede devlet vergi mükelleflerinin tüm gelirlerinin raporlanmasını ister
. Vergi yasaları çerçevesinde bazı gelirler vergiden muaf olabilirler. Bazı gelirler farklı vergi oranlarına tabi olabilir. Bazı gelirler üzerinden çıkan vergi yükümlülüğü kaynakta kesildiği için devlete ek bir vergi borcu söz konusu olmayabilir. Durum ne olursa olsun, tüm vergi mükelleflerinin tüm gelirlerini raporlamaları ve raporlanan gelirler üzerinden yasada belirtilen vergi oranları çerçevesinde vergi vermeleri esastır. Vergi toplamakta zorlanan bizim devletimizin yaptığı en önemli uygulama hatalarından biri budur.

Türkiye’de mevduat faizi gelirleri stopaja tabidir. Yani, devletin mevduat faizine kazançlarına koyduğu vergi bankalarca kaynakta kesilir. Dolayısıyla, mevduat faizi kazancı olanlar bu kazançlarını devlete bildirmek zorunda değillerdir. Bu yanlıştır. Buna benzer, telif kazançları da dahil olmak üzere, başka gelir kalemleri de benzer muameleye tabi tutulmaktadır. Halbuki, tüm gelirler vergi beyannamesinin konusu olmalıdır, ama vergi konusu olmayabilirler.

KOLAYLIK

Devletimizin yaptığı bir diğer yanlış harcama ve kazançların ispatı olan fiş ya da fatura biriktirmeyi özendirecek uygulamalardan kaçmaya çalışmasıdır
. İdeal sistemde, harcamacı mutlaka yaptığı harcamanın ispatını istemelidir. Gelir elde eden ise elde ettiği geliri ispatlayan vesika vermekten elbette çekinecektir. O halde, gelir ve harcamaların ispatı ancak harcamacıların fiş ve fatura istemesinin özendirilmesiyle olabilecektir.

Emeklilerin artık fiş ve fatura biriktirmek zorunda tutulmamaları bu açıdan talihsiz bir karar olmuştur. Bazı emekliler belki yine fiş ve fatura toplayacaklar ve bunları o vesikaları toplamak suretiyle vergi iadesi alanlara satacaklardır. Ne olursa olsun, fiş ve faturaların vergi iadesi için ispatlayıcı vesika olmaktan çıkması (daha düşük iade oranı ile dahi olsa) zaten çok az olan fiş ve fatura verme disiplinini daha da azaltacaktır. Fiş almamanın cezası uygulamada göstermeliktir. Gelişigüzel uygulamaların bir parçası olmaktadır.

Bu uygulamanın kamuoyunda "kolaylık" olarak nitelendirilmesi çok daha vahimdir. Fiş ve fatura toplamayı bir "zorluk" olarak niteleyen bakış açısıyla Türkiye’nin kayıt dışı ekonomiyi daraltabilmesi mümkün değildir.
Yazının Devamını Oku