ANKARA SİYASET ve medyada çalışmanın ortak kaderi sabırdır.
Çarpıcı bir iddia gündeme gelir ama ortada kanıt yoktur.
Hele itham edilen işbaşındaki hükümetse kaynaklar tamamen kurur.
Ta ki hükümetin oyu düşene veya seçim yaklaşana kadar.
İşte o zaman dosyalar muhalefete ve medyaya akmaya başlar.
Siyasete damgasını vuran çoğu büyük yolsuzluk dosyasının macerası yıllara yayıldı.
Örneğin Tansu Çiller, 13 yıl önce yine bir 18 Ağustos günü Başbakanlık Konutu’nda TOFAŞ hisselerinin satışına ilişkin ihaleye verilen teklif zarflarını açtı. Refahlı Şevket Kazan ve 56 arkadaşı, üç yıl sonra meseleyi Meclis gündemine taşıdı. Çiller talihin cilvesine bakın ki başbakanı olduğu Refahyol koalisyonu sayesinde Yüce Divan’da yargılanmaktan kurtuldu.
Mesut Yılmaz, 1997 yılında Başbakanlık Konutu’nda Türkbank ihalesine ilişkin olarak işadamlarıyla görüşmenin bedelini çok daha ağır ödedi. Yılmaz bu nedenle Yüce Divan’da yargılandı.
Yukarıdaki iki örneğe bakarak, Laraport ihalesinin zamanlaması ve galibini hayli yadırgadığımı söyleyebilirim. Nitekim, Hürriyet Ankara Bürosu muhabirlerinden, AKP’lilere "Bu meselede siyasi etik açısından bir sorun görüyor musunuz?" sorusunu yöneltmesini istedim. Görüşü alınan ama ismini vermeyen önemli bir yetkili, "Şeffaf bir ihalenin sonucunun Başbakan ile ve onun tatil köyünde kalmasıyla ne alakası var? Başbakan kendi imkánlarıyla tatilini yapıyor. Burada kalmasa başka yerde kalacaktı. Zaten Fettah Tamince’yi yeni tanıyor değil. Eskiden beri tanıyordu" dedi.
Bu yanıta kesinlikle katılmıyorum; çünkü Türk siyaseti ve hukuku yukarıdaki iki örnekten de anlaşılacağı üzere, niyet kadar şekil şartına da itibar eder.
Başbakan Erdoğan’ın misafirliği de, ihalenin sonucu da kaçınılmaz olarak tartışılacak.
Bu iktidarda veya bir başkasının döneminde tarihin tanıklığı ve hakemliğine başvuracağız.
Beraat mi, yoksa siyasi fatura mı çıkacak muhtemelen yıllar sonra göreceğiz.
Aceleye hiç gerek yok!
Yolun adı yok ama çilesi çok
ŞAİRİN yanıtı ne yazık ki hükmünü yitiriyor.
"Ankara’nın en çok neyini seversiniz?"diye sorana, "İstanbul’a dönüşünü" demek artık mümkün değil. Hatta İstanbul’a dönen bin pişman oluyor.
İstanbul Belediyesi bu kenti her geçen gün daha zor yaşanır, en kısa mesafeleri bile ulaşılmaz hale getiriyor. Yüzü aşkın yol çalışması için gereken koordinasyon ve hız sağlanamıyor. Ne mühendisim ne de kent planlamacısı. Ama aynı kavşaklardan günün değişik saatlerinde geçiyorum. İş makineleri çalışmıyor, ortada işçi gözükmüyor. İşin bitmesine fiilen imkán yok!
Buna karşılık yeni taşındığım başkentte bazen sabaha karşı, kimi zaman gün ortasında kullandığım havaalanı yolunun yenilenmesini adım adım izledim. Gecenin karanlığında ışıldaklar yakıldı, gündüz kamyon konvoyları hepimizi çileden çıkardı. Ama her an, her saniye çalışıldı. Sonuçta 30 Ağustos’ta resmi törenle açılacak protokol yolu daha bu aybaşında devreye girdi.
Şimdi tüm Türkiye ve dolayısıyla İstanbul, bu yola Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın isminin verilmesini tartışıyor. Bu siyaseten çok tartışılır ama hiç değilse biz Ankaralılar yolumuzu kullanabiliyoruz. Ya siz İstanbul sakinleri; belki yolunuzun ismi yok, ama çilesi çok.
Üstelik 15 ay sonra seçim olduğu ve AKP’nin de İstanbul’u kaybetme şansının bulunmadığını düşünürsek... Melih Gökçek’in İstanbul adaylığı gibi bir sürpriz çok ihtimal dışı gözükmüyor, haberiniz olsun.