ANKARA SANIRIM AKP’nin fanatik hayranları ile yeminli düşmanları hariç tutulursa kahir ekseriyetin kafası karışık. Çünkü savcı, AKP’yi şeriat düzeni kurma amacıyla itham ediyor, kanıt sunuyor. Oysa sokaktaki vatandaş, aynı partinin tam aksi yöndeki icraatını görüyor, yaşıyor.
Hafta başında bu köşede, "Ama hangi Tayyip?" diye sormuştum.
Aynı akıl yürütme, "Bu dava hangi Tayyip’e" sorusunu da zorunlu kılıyor. Çünkü;
Bu dava, Türkiye’yi Avrupa Birliği ile müzakere masasına oturtan, çağdaş demokrasi ve hukukun gereği yasal düzenlemeleri Meclis’ten geçiren Tayyip’e mi açılıyor?
Hiç sanmıyorum...
Enflasyonu tek haneli rakama çekip, faiz yükünü üçte birine düşüren, bütçesi fazla veren, yabancı yatırımlarda rekor kıran, küreselleşen ekonominin kaptanı Tayyip’e mi açılıyor?
Asla öyle düşünmüyorum...
* * *
Peki o zaman dava hangi Tayyip’e açılıyor?
2005’te Lübnan dönüşünde uçakta Kuran kurslarında yaş sınırını tartışmaya açan... Yeni Anayasa’yı sanki parti tüzüğü gibi hazırlatıp toplumsal uzlaşma aramadan dayatmaya çalışan... Türbanı yüzünden eğitim alamayan binlerce genç kızın hak mücadelesini siyaseten yönetmeyi beceremeyip toplumda zıtlaşmaya yol açan siyasetçiye olmasın?
O yüzden kusura bakılmasın ama, bu davada 16 milyon 500 bin AKP seçmenini tanık göstermek, sadece meselenin özünü tamamen ıskalamak anlamına gelir.
Çünkü 16 milyon 500 bin oy, memleketi şeriat düzeniyle idare etmek isteyen partiye atılmadı. Bu ülkede din düzenini arzu edenlerin oyu birkaç puanı geçmez.
Zaten eğer Tayyip Erdoğan oyların gösterdiği mecburi istikameti takip etseydi, Avrupa ve küresel ekonomi yolundaki adımlarını hızlandırsaydı, başına bu dava da gelmezdi...
Tekrar ediyorum, gelmezdi. Üstelik bu iddia, bir temenni değil kanıtlı tespit. Çünkü örneğin Avrupalı olsaydık... Parti kapatma konusundaki hükümlerde şu sınırlama yer alacaktı:
"Siyasi partilerin yasaklanması ya da kapatılması, ancak partilerin anayasa ile güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak şekilde, demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddet kullanılmasını savunması ya da şiddeti politik bir araç olarak kullanması durumunda haklılaştırılabilir. Bir partinin anayasanın barışçıl yollarla değişmesini savunması, o partinin yasaklanması veya kapatılması için yeterli gerekçe oluşturmaz." (AB Venedik Komisyonu raporundan aktaran Doçent Oktay Uygun)
* * *
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Siirt konuşmasında yazının girişinde dikkati çektiğimiz Avrupa Birliği mesaisi ve küresel ekonomiye entegrasyon performansıyla övündü.
Ekrandan gördüğüm kadarıyla kendisinin ve partisinin bu davayla haksızlığa uğradığı hissiyatını yansıtıyor ve maalesef iki önemli yanlışta ısrar ediyordu:
1) Demokrasilerde mesele liderin samimiyetine inanmak ve/veya sorgulamaktan ibaret değildir. Bendeniz, Erdoğan’ın "demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti" vurgusunu son derece önemsiyorum, yeterli güvence sayıyorum. Ama demokrasi, kişi değil kurum rejimidir. Padişahın söyleyip, tebaanın dinlediği günler geride kaldı. Demokrasilerde partiler siyasi projelerini topluma anlatır, benimsetir, iktidara gelirler. AKP’nin projesi AB ve küresel ekonomiye uyumlu, daha zengin ve demokratik bir Türkiye idi. Bu proje ile oy aldı. Bugün sorgulanan da Tayyip Erdoğan’ın niyeti değil, bu projede neden topallamaya başladığıdır, karıştırılmasın.
2) Yine demokrasilerde parti kapatma davalarını oy oranlarıyla izaha kalkışmak en hafif deyimiyle "şık" olmaz, kuvvetler ayrılığı mantığına ters düşer.
Son söz... Zaten 50 küsur yaşında, kimbilir kaçıncı kez parti kapatma üzerine kalem oynatmak yeterince moral bozuyor. Bir de gelen tepkilerin seviyesini görünce daha da üzülüyorum.