Enis Berberoğlu

Ekonomik sünnet

16 Temmuz 2001
<B>HERKESİN </B>hemfikir olduğu konulara biraz kuşkuyla bakarım... Örneğin, son günlerde yeniden üretim ve istihdam artışı gibi yüce amaçlar uğruna gerekirse demokrasinin şöyle azıcık ucundan sünnet edilebileceği fetvası verildi... Hay hay, eğer çimento üretimini artıracaksa, hemen Meclis'i kapatalım. Ağır sanayi yatırımlarını kamçılayacaksa, Enis Öksüz'e ömür boyu siyaset yasağı koyalım. Memur ve emekliye insani maaş için yeterliyse, tüm parti merkezlerini ıssız adaya taşıyalım. Hatta doları yeniden 1 milyon 300 bin liranın altına itebilmek amacıyla veya protesto mahiyetinde Taksim Meydanı'nın en yüksek binasının tepesinde akşama kadar tek ayak üstünde dikilmeye bile razıyım.

Meramımı herhalde anlatabildim... İş ve aş için her zulme katlanmaya, her cin fikri dinlemeye, en az hepiniz kadar hazırım. Ne var ki hayat bize lafla peynir gemisinin yürümediğini daha genç yaşta öğrettiği için az buçuk şüpheciyim...

* * *

Nasıl ki parti içi demokrasi eksikliği ve seçim yasası defosu siyasette kan damarlarını tıkayıp felç yaratıyorsa, ekonomide de piyasaların kilitlenmesi üretim ve istihdama engeldir. Örnek arıyorsanız, son iki-üç haftayı hatırlayın. Telekom konusunda peş peşe patlak veren iki kriz ve beş bankanın fona alınması, piyasaların asabını bozdu. Dövizini alan üzerine oturdu.

Üretim ve tüketim kararları ertelendi. Hafif hafif canlanma emarelerine rastlanan reel sektörde yeniden yaprak kımıldamaz oldu. Siyasilerin hatadan dönmesi, IMF parasının gelmesi bile şimdilik işe yaramadı.

Genel durgunluğa iki istisna, ihracat ve turizm sektörleri... Turizmci hizmet vermeye devam edebilmek için, ihracatçı üretim amacıyla ithalat mecburiyetinden döviz bozduruyor. Başka herkes oyun dışı... Varsa dövizini saklıyor, yoksa ucuzladığı anda dövize geçmenin fırsatını arıyor.

Yani eldeki avuçtaki değişim değeri amaçlı kullanılmıyor. Tam tersi, kişisel ve kurumsal servetlerin değerinin korunması asıl amaç olarak seçiliyor.

Doğaldır ki bu seçimde TL, dolar karşısında yaya kalıyor.

Dövize talep artıyor, krizden çıkış gecikiyor.

* * *

Mali piyasalardaki kilidin açılması, üretim ve istihdam açısından önkoşuldur. Bırakın ayı haftayı, ertesi günkü ithal girdinin maliyeti hep yukarı doğru dalgalanan dolar kuru nedeniyle hesaplanamıyorsa... Faizler hálá enflasyonun 30-40 puan üstünde seyrediyorsa, bu ülkede üretim de, işçi çalıştırmak da enayilik demektir. Dolayısıyla kat edilecek yol bellidir:

1) Önce kur oturacak.

2) Ardından faizler düşecek.

3) Eğer düşmezse ağır vergi gelecek.

Bu teknik operasyon için siyasi sistemde format değişikliği arayışına girmek abesle iştigaldir... Üstelik sanıldığı kadar orijinal fikir değildir.

1994 krizinde hükümetten umut kesenler yine benzer formül aradı. 12 Eylül Anayasası'nda amaca uygun madde bile bulundu:

‘‘Madde 119: 1. Tabii Afet ve Ağır Ekonomik Bunalım Sebebiyle Olağanüstü Hal İlanı. Tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir.’’

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, kriz mimarı Başbakan Tansu Çiller'di. O zaman bu maddeyi işletecek babayiğit çıkmadı, bugün de zor çıkar. Ayrıca çıkmasını beklemek de ayıptır.
Yazının Devamını Oku

Efsane rakamlar

14 Temmuz 2001
<B>İÇ</B> borç rakamları bir gecede değişmedi. Hep gözümüzün önündeydi, ama kimi zaman bu rakamları küçümsedik, son günlerde iyice abarttık. Bu açıdan bakıldığında Hazine Müsteşarı Faik Öztrak'ın dün verdiği rakamları son derece yerinde uyarı saymak zorundayız.

* * *

İç borç rakamlarına kuşbakışı analiz yöntemi korkutucudur: Yılbaşında 51 katrilyon lira olan borç stoku 12 Temmuz itibarıyla 92 katrilyon liraya yükseldi (Artış yüzde 76.9).

Ama rakamların alt dökümüne baktığımızda manzara farklıdır: Özel kesime dönük borç stoku 25 katrilyon liradan 29.9 katrilyona yükselirken (Artış 19.6), kamuya borç 26 katrilyondan 62 katrilyona çıktı (Artış yüzde 140.3).

Borcun özel ve kamu kesimine göre ayrımına gidildiğinde: Geçen yıl Hazine'nin kamu ve özel kesime borcu eşitti. (26 katrilyon kamuya, 25 katrilyon özele.) Oysa bu yılın ilk yedi ayında özel kesime dönük borcun payı toplamın üçte birine kadar geriledi.

* * *

Faik Öztrak'
ın borç stokundaki keskin tırmanışın kamu kesimi kaynaklı olduğu tespitinin ardından verdiği mesajın satır aralarını da okursak:

1) Stok ve nakit akımı farkı önemlidir... Çünkü 92 katrilyon liralık stokun sadece özel kesime dönük 29.9 katrilyonluk bölümünün vadesi kısa ve çevrilmesinde hüner gerekiyor. Kamunun elindeki káğıtların vadesi çok daha uzun, ayrıca bu káğıtların piyasada alım-satımı yapılmıyor.

2) Kur artışı Hazine'nin lehine çalışıyor. Çünkü borç idaresi için IMF'den sağlanan desteğin Türk Lirası karşılığı kurla birlikte artıyor.

3) Kamu kesimine gelince... Kamu ve fon bankaları nakit ihtiyaçlarını artık piyasadan gidermiyor, Hazine'nin verdiği káğıtları Merkez Bankası'na satarak kredi kullanıyor. Dolayısıyla ilk bakışta faizi yükseltecek gibi duran borç stok artışı, aslında tam tersine işliyor. Kamu bankalarının piyasadan çekilmesiyle faizler üzerindeki baskı hafifliyor.

4) Kamu mali dengesi düzeliyor. Faiz dışı fazla rakamı hedefin üstünde seyrediyor. Yeni borç ihtiyacı doğmuyor.

5) Ne var ki önümüzdeki kasım ayından itibaren Merkez Bankası'nın yeni yasası yürürlüğe giriyor. Merkez Bankası'nın kamuya kredi açması yasaklanıyor. Bu yüzden kamu bankalarının önünde kasım ayında iki seçenek kalacak: a) Hızla küçülüp Merkez Bankası kredisine ihtiyaç duymamak, b) Mevduat artışı veya piyasa borcuyla bu açığı kapatmak. (Ki borç yönetimi önünde siyaset dışı önemli bir risk bu noktada yatıyor.)

* * *

Rakamların dili böyle... Ama önemli olan icraat. Çünkü aynı rakamlarla bugün itibarıyla Hazine borç faizinin yüzde 70'ler, belki de yüzde 60'lar seviyesine inmemesi için hiçbir engel yoktu. Ne var ki malumunuz faizler düşeceğine yükseldi, yüzde 100'leri gördü. Paniğin sebebi iç borç rakamları değil, ödeyecek otoritenin niyetini bozduğu korkusuydu. Bu yüzden iç borç rakamlarının tek başına korkutucu olmadığını telkin gerekli ama yeterli değildir. Güven ortamının yeniden tesisi rakamlardan çok daha önemlidir.


KARŞI GÖRÜŞ-KATKI


‘‘Ben finansla ilgili olmayan bir işkolunda çalışıyorum, ancak garipsediğim bir şey var. IMF 15 milyar dolar için böyle bir sopa kullanıyorsa sizin cümle aralarında küçümsediğiniz ‘piyasaların' bu devlete 60 milyar dolar borç vermesi nedeniyle Enis Öksüz sopasının 4 kat daha kalın olması gerekmez mi? Ayrıca bizim ‘piyasalarda' bir kişi ortaya bir laf attığı zaman herkes onun peşinden gidiyor ve o konu sakız ediliyor. Öngörülebilir kur dışında hiçbir uzman, vadeli doviz borsasına işlerlik kazandırmak gibi bir fikirle ortaya çıkamaz mı?’’ (Şafak SOYSAL)

‘‘Susurluk'tan geriye susmak kaldı artık... Buharlaşan silahlar, zaman ve had aşımına uğramış davalar... İnanmak istemiyorum ama galiba siz de havluyu attınız artık.’’ (Necdet HOROZOĞLU)
Yazının Devamını Oku

Portakal gibi banka

12 Temmuz 2001
<B>SAKIN</B> başlığa kanmayın! Öykümüz <I>portakal gibi soyulan</I> değil <I>portakal gibi satılan</I> bankaya dairdir. Sanırım 1986 yılı yazıydı... Gazetelerde ‘‘Satılık banka aranıyor’’ diye bir ilan çıktı. İlan sahibi, her başkent gazetecisinin yakından tanıdığı ünlü emlak komisyoncusu Salim Taşçı idi.

Eski bir gazeteci olan Taşçı'nın iddiasına göre bu ilana sürpriz sayıda yanıt yağdı, yani küçük ilanlar marifetiyle bile satılacak banka çoktu.

Yine hatırladığım kadarıyla bu haberlere tek resmi tepki, dönemin Merkez Bankası'ndan geldi. Başkan Yavuz Canevi'nin ‘‘Portakal gibi banka satılmaz’’ sözü hafızalarda yer etti.

Ne var ki anlaşılan resmi müdahale lafta kaldı ki, geçenlerde Salim Taşçı'nın ‘‘Bankayı portakal gibi sattım’’ isimli kitabı çıktı.

* * *

Türkiye'de geçen on yılın yükselen değerlerini yetiştiren iki sektörden birisi bankacılıktı. Oysa bu yılın daha ilk üç ayında beş bine yakın bankacı işsiz kaldı. Şubat krizinin de etkisiyle 7 banka battı.

Bugünlere nasıl gelindiğini tartışmak için geç olsa bile... Hatırlatmak isteriz ki, Salim Taşçı portakal gibi sattı da, devlet geri kalmadı. İhalelerde en parayı bastırana teslim edilen bankalar, aynı hızla devlete geri döndü. Üstelik devlete ödenen paranın kat kat üstünde zararla.

O yüzden şimdi kalkıp ‘‘IMF istedi diye banka batırılır mı?’’ tartışması açmak bize göre abestir. IMF'nin niyeti, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'ndaki iç borç mimarisinden belliydi. Hazine'nin dün açıkladığı gibi iç borç rakamlarına muhtemel banka operasyonları için 5.5 katrilyon lira ek kaynak konuldu: ‘‘Mayıs ayında yayınlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nda, 2001 yılı sonunda GSMH'ye oran olarak 60.9 olarak gerçekleşmesi öngörülen iç borç stoku rakamlarında, bankacılık sektöründeki gerçekleşmesi muhtemel riskler için 5.5 katrilyon liralık muntemel ek kaynak ihtiyacı da dikkate alınmıştır. Dolayısıyla, söz konusu operasyonun (yedi bankanın fona devri) iç borç stoku ve borç dinamikleri üzerinde ilave bir etkisi olmayacaktır.’’ (Kaynak: Hazine Müsteşarlığı).

Dolayısıyla IMF'nin sadece niyetinden değil ciddiyetinden de emin olmak zamanıdır. Ne yazık ki ciddiyetsiz davranan Türk tarafıdır.

Ahbap çavuşa, aile yakınlarına bankacılık izni veren, avanta karşılığı lisans dağıtan, ihaleyle portakal misali banka satan biziz...

IMF istedi diye bankalara açılan dış kredileri garanti kapsamına alan, o yüzden banka tasfiye edemez hale gelen yine biziz...

Her tarafımız eğriyken IMF'ye kızmak neden?

* * *

Türkiye ve IMF arasındaki ilişkiyi çok özel sanmak cehalet eseridir. IMF gibi kuruluşlar, benzer programları en az birkaç ülkede uygular.

O yüzden uluslararası finans piyasaları bu ülkeleri aynı sepete koyar, birlikte izler, olası krizlerin erken uyarı işaretlerini gözler.

Mesela CNN-FN kaynaklı şu haber sizde ne gibi izlenim uyandırdı: ‘‘..... Hazine üç aylık bono ihalesinde piyasada beklentilerine uygun düşen faizle borçlandı. Ama ihale öncesinde yayılan kötümser hava, hatta ihalenin iptal edilebileceği söylentisi yatırımcıların tedirginliğini artırdı. Bu hava diğer gelişmekte olan ülke borsalarını da etkiledi.’’

Haber tahmin edeceğiniz gibi Türkiye'yle ilgili değil, Arjantin'i anlatıyor. Arjantin'de yeni kriz beklentisi, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu bazı piyasaları olumsuz etkiledi. Öyle ki yabancı olduğu varsayılan yatırımcıların bono ve hisse satıp, dövize dönmesi, kuru Merkez Bankası'nın sabahki ihalesine rağmen yukarı taşıdı.

* * *

Eski güzel günlerde ekonomi sadece kendi parametreleriyle tartışılırdı. Sonra siyasetin ekonomiyi nasıl etkilediğini öğrenmek zorunda kaldık.

Şimdi de küresel sermaye hareketlerinin cilvesini yaşıyoruz. Yani sadece yerli malı değil, ithal hataların da bedelini ödüyoruz.

Ve son bir soru: Dün Merkez Bankası'nın 150 milyon dolarlık satışına rağmen dışarı yönlü sermaye hareketi yüzünden kurda ciddi artış yaşandıysa bu dalgalı kur sisteminin başarılı testi sayılmaz mı? Eğer sabit kur sistemi sürseydi, muhtemelen Merkez Bankası'nın rezervi daha da erimeyecek miydi? Dahası, kur vaadini tutmak mümkün olabilecek miydi?


KARŞI GÖRÜŞ-KATKI


‘‘Öyle ya, kuru sabitlersin, kısa süreli (seçime kadar) sahte cennet yaratırsın, sonrası nasıl olsa tufan... Seçimden galip çıkarsanız, önünüzde beyaz sayfa açılır, kaybederseniz nasıl olsa gerisi sizi ilgilendirmez’’ demişsiniz. Sabit kuru kullanarak seçilen kişiler, seçildikten sonra, kur politikasının patlamasını beklemezler mi? Bu da açılan ‘‘beyaz sayfanın’’ ortasında kara leke olmaz mı? En nihayetinde seçilen insanların bilerek ve isteyerek kendi beyaz sayfalarını kirletmeleri, çok da fazla orada durmaya niyetleri ve durumları olmadığını göstermez mi? (Nihan ÇOLAK)

Yazının Devamını Oku

Sarhoş ayakkabı

11 Temmuz 2001
<B>BANKALARA</B> toptan operasyonun hemen ardından akla gelen iki soru hep aynıdır: 1) Arkası gelecek mi? 2) Operasyon maliyeti ne kadar? * * *

Devlet Bakanı Kemal Derviş daha Türkiye'ye geldiği ilk günlerde nabız tutmak amacıyla yakın arkadaşı işadamlarıyla sabah kahvaltısında buluştu.

Konu döndü dolaştı, o tarihte hálá artçı sarsıntıları yaşanan mali sektör depremine geldi. Bankaların mevduat kanamasının sürdüğünden yakınıldı. Banka sahibi olmayan, ama tamamen kilitli piyasalardan mustarip reel sektör temsilcisi işadamı, ruh halini Derviş'e fıkrayla aktardı:

- Zavallı adamın sarhoş komşusu varmış... Her gece sabaha karşı eve gelir, güç bela soyunur dökünür, sonra törenle önce bir ayakkabısını, ardından diğerini yere atarmış. Alt kattaki komşu da ancak sarhoş sızınca uykuya dalabilirmiş. Bir gece sarhoş evine gelmiş, mutat gürültü patırdan sonra bir ayakkabısını çıkarmış, diğeri ayağında sızıp kalmış. Bir süre sonra kapısı çalmış, zor bela kapıyı açmış. Bakmış komşusu, ‘‘Birader’’ demiş ‘‘At şu ikinci ayakkabıyı da uyuyabilelim’’.

Kıssadan hisse: Mali piyasalar müdebbir komşu gibi. Krizin mali sektöre etkisinin farkında, dolayısıyla hep sarhoş ayakkabı beklentisiyle yaşıyor. Gürültüyü duyunca rahatlayıp tavşan uykusuna yatıyor, ardından bir süre geçince yine ayakkabı nöbetine geçiyor.

* * *

Peki operasyon neden taksitle yapılıyor derseniz?

Gerekçesi maliyet kalemi ile izah ediliyor.

IMF'nin kasım krizi sırasında hükümete dayattığı garanti şartı, zor durumdaki bankanın Fon'a devrini zorunlu kılıyor. Çünkü tasfiye sürecinde hükümetin söz verdiği garanti mekanizması çalışmıyor.

Bu yüzden Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Fon'a yeni banka alırken maliyet boyutunu hesaba katarak hareket ediyor.

Nitekim BDDK son operasyon öncesinde de TBMM'den geçen ve birleşme/devir işlemlerinde vergi kolaylığı tanıyan yasanın ilk sonuçlarının beklenmesi taraftarıydı. Ama IMF bastırınca başka seçenek kalmadı.

BDDK Başkanı Engin Akçakoca'nın CNN Türk'te Erdal Sağlam'a verdiği bilgiye göre, son operasyonun maliyeti 3-3.5 katrilyon lirayı bulacak.

Tarıma faiz desteğinin 400 trilyonla sınırlı olduğu... Taban fiyatı artışı ile kamu işçilerine zam farkından oluşan 500 trilyon liralık açığın bile ek vergi/zamlarla kapatılmak zorunda kalındığı düşünülürse beş bankanın yükünün boyutu daha iyi anlaşılır.

* * *

Bankacılık operasyonu için danıştığımız piyasa oyuncuları iki ayrı vektörde yorum yaptı:

1) Operasyonun Hazine'ye yeni maliyet yükü getirmesi muhtemel. O yüzden zaten düşüş trendi sergilemeyen faize ek baskı yaratabilir.

2) Ama mali sektördeki ayıklamanın sürmesi iyi karşılanırsa faizdeki risk köpüğünü alabilir.

Bakalım önümüzdeki günlerde hangi vektör ağır basacak.

Eğer BDDK söz verdiği gibi gelecek hafta sonuna kadar iki fon bankasının satışını gerçekleştirse bu kez iki olumlu eksen yaratılacak:

a) Taze kaynak girişi faizleri yumuşatabilir.

b) Halen hiç kamu riski taşımayan bu iki banka, yeni sahipleriyle kamu kesiminin borç yüküne omuz verebilir.
Yazının Devamını Oku

Seçim kuru

10 Temmuz 2001
<B>IMF</B> ile siyasi krizin <I>dalgalı kur sistemini</I> tartışmaya açması kaçınılmazdı. Çünkü 22 Şubat gününden bu yana daha kurun aşağı doğru yüksek oranlı dalgalandığını görmek kısmet olmadı. Hükümetteki taban fiyatı kavgasını takip eden ve piyasaların asabını bozan kriz ortamı, kurun tek yönlü (yukarı) hareketini mecbur kıldı.

Dün bu köşede kafamıza takılan iki soruyu aktardık:

1) Siyasi riski yüksek ekonomide sabit kur tutar mıydı?

2) Merkez Bankası, döviz satışı ve faiz silahıyla kuru şimdikine göre daha öngörülebilir hale getirebilir miydi?

Dün sabah ekonomi yönetiminden kısa ama net iki yanıt geldi:

1) Sabit kurun dayanması mümkün değildi.

2) Döviz satışı kesinlikle işe yarar/yaradı. Ancak siyasi belirsizlik ortamı bu satışların devamına imkán bırakmadı. Faiz silahına gelince... Tartışmaya açık olmak koşuluyla faizin enflasyona karşı kullanılmasında yarar görülüyor.

* * *

Dalgalı kur sistemine akademik muhalefeti yorumlamak bilgi sınırımızın çok ötesine düşer. Ne var ki politik muhalefetin gerekçesini kestirmek o kadar da güç değil. Çünkü kur tercihi, politikacının manevra alanı, hata payı ve hatta daha açık deyişle saçmalama ihtimaliyle yakından irtibatlı.

Karışık geldiyse iki vaka analizine başvuralım.

Vaka bir: Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz 2000 yılında kur çıpası uygulanan programda Telekom özelleştirmesini geciktirdi. Piyasaların programa güveni aşındı, ama beklenen kriz kasım ayına kadar ertelenebildi.

Vaka iki: Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz dalgalı kura geçildiği 2001 programında bir değil iki Telekom krizine taraf oldu. Piyasalar her iki krizde de anında tepki verdi, kur yükseldi.

Demek ki neymiş?

Sabit kur sistemi, politik faturanın ekonomik parametrelere yansımasını geciktiriyor. Ama kuru savunmak için döviz rezervi tüketiliyor.

Merkez Bankası teslim bayrağı çektiğinde, a) Kur patlaması yaşanıyor, b) Elde döviz kalmıyor.

Buna karşılık dalgalı kur sisteminde hatanın faturası hemen kesiliyor. Piyasalar politikacıyı parametreyle terbiye ediyor.

* * *

IMF'nin neden dalgalı kuru tercih ettiği de belli...

Siyasilerin neden sabit kur sistemini özlediği de...

Ama haksızlık etmeyelim, öngörülebilir kurun sayısız ekonomik faydası var: Piyasalardaki krampın giderilmesi, dış ticarette fiyatlandırmanın kolaylaşması, dövize kayışın frenlenmesi gibi...

Ama bizim siyasiler ekonomiye bu kadar düşkün olsa, herhalde gün aşırı abes krizlerle uğraşmak zorunda kalmazdık öyle değil mi?

Peki o zaman sizce neden sabit kuru isterler ki?

Sakın seçim hesabı nedeniyle olmasın?..

Öyle ya, kuru sabitlersin, kısa süreli (seçime kadar) sahte cennet yaratırsın, sonrası nasıl olsa tufan... Seçimden galip çıkarsanız, önünüzde beyaz sayfa açılır, kaybederseniz nasıl olsa gerisi sizi ilgilendirmez.
Yazının Devamını Oku

Kriz dersleri

9 Temmuz 2001
<B>KRİZ </B>tırmandırma politikası diplomaside sıkça kullanılan yöntemdir. İlişkiyi kesme tehdidiyle kazanım öngören bu stratejide tek risk, taraflardan birisinin inadının kırılmasının gecikmesinden doğan tahribattır. Tıpkı Türkiye-IMF kavgası yüzünden hiçbir suçu-günahı olmadan sopa yiyen piyasalar örneğindeki gibi kriz öncesi günlere dönüş gecikebilir.

* * *

Gelinen noktada ve ödenen bedel dikkate alındığında Telekom'da uzlaşma formülü artık tali konudur... Krizden çıkarılması gereken iki ders bellidir:

1) IMF'nin ‘‘Türkiye'de iş yapma tarzı’’ diye tarif ettiği defonun siyaset ve ekonomi arasındaki vazgeçilmez hortum ittifakı olduğu gerçeğini kavradığı ortadadır... Dolayısıyla ekonomik reformun yolunu açmak amacıyla Telekom gibi siyasi sembollerle uğraşması kaçınılmazdır. Şu an için göze alamadığı tek risk, kredi musluklarını tamamen kapatarak erken seçimi zorlamaktır. (Ne var ki hükümetin ipi kendi eliyle boynuna geçirmesi ihtimali de unutulmamalıdır.)

2) IMF Başkanı Horst Köhler'in Başbakan Bülent Ecevit'e yolladığı son mektupta yer alan faiz uyarısının medyaya sızması, işleri daha da karıştıracak. Çünkü artık iç ve dış piyasalar biliyor ki:

a) Faiz bugünkü seviyesinden aşağı çekilemezse Hazine dört ayda borcunu çeviremez hale gelecek.

b) IMF'nin vaat ettiği paranın tamamını yollaması bile bu acı gerçeği değiştirmeyecek. Peki IMF işe yaramayacağını bile bile mali yardıma devam eder mi?

* * *

IMF krizinin bir başka sonucu da faiz-kur açmazını yeniden tartışmaya açmak oldu. Aralarında Ercan Kumcu ve Hasan Ersel gibi iktisatçıların da bulunduğu isimler, dalgalı kurun faiz ve enflasyonda gerilemeye izin vermediği kuşkusunu taşıyor. Başbakan'ın da aynı kanıda olduğu, önceki günkü basın toplantısında ‘‘Faizlerin yüksekliği IMF'nin bize dayattığı dalgalı kur sistemi yüzünden’’ demesinden belli. Oysa Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti, faizlerin düşmemesini ‘‘piyasada güven eksikliğine’’ bağlıyor. Dalgalı kurun tek yönlü (yukarı) hareketinin hükümetteki tarım fiyatları kavgasıyla başlaması, kamu işçi zammı ve Telekom kriziyle pekişmesi kesinlikle rastlantı sayılmaz.

Dolayısıyla sınırlı iktisat bilgimizle anlayabildiğimiz kadarıyla Türkiye'yi kritik şu iki soru bekliyor:

1) Şu anda sabit kur veya kur bandı sistemi uygulansaydı, örneğin yaşadığımız kriz ortamında çoktan patlamış olmaz mıydı? Türkiye gibi siyasi riski çok yüksek ülkede kur vaadi kolay tutulabilir mi?

2) Merkez Bankası, döviz satışı ve faiz silahıyla kuru daha tahmin edilebilir hale getirebilir mi?

Bu sorulara kestirme yanıt olmadığının farkındayız.

KARŞI GÖRÜŞ-KATKI

‘‘Radikallere oy verdiğimiz için değil ‘yerli' oluşumlara oy verdiğimiz için cezalandırılıyoruz. Türkiye'yi bugünkü hale getirenler, millete yabancılaşmış ceberrut CHP zihniyeti ile devlete yabancılaşmış popülist DP zihniyeti ve bunların devamları olduğunu iddia eden yapılanmalardır. Oysa MHP, toplumun dinamikleriyle ortaya çıkmış orijinal bir harekettir, milletin ta kendisidir. Dış dünyanın gözünde kusuru ise yerli olmak, onların kucağına oturmamaktır. En radikal görünen Tayyip bile Amerika'dan icazet aldıktan sonra zemzemle yıkanmış oldu. MHP'yi güdemedikleri için istemezler, radikal olduğundan değil.’’ (Burcu YAY)

‘‘Her millet layık olduğu şekilde yönetilir, derler. Doğruluğuna kesinlikle inandığım, ama kendimize uyguladığımda biraz da ağrıma giden bir söz bu. Türk milletinin layık olduğu yönetim hakikaten bu mu? Enis Öksüz ‘Yaptıklarımı Allah için, millet için yapıyorum' demek ihtiyacını neden hissediyor? MHP yönetimi ‘Sayın Derviş'in giderek sorun olmaya başladığını' düşünüyormuş. Adlarını yazmaya gerek bile duymadığım bazı bakanlardansa, Derviş gibi sorunları bin defa tercih ederim.’’

(Zeynep CALIN DA SİLVA)
Yazının Devamını Oku