17 Haziran 2007
ELİMDE bir anket formu. Hazırlayana ve uygulandığı yere dikkat ediniz! Bu anket Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okulda, İstanbul Göztepe’deki Hamit İbrahimiye Otistik Çocuklar Okulu’nda öğrenci velilerine dağıtıldı ve doldurmaları istendi. Engelli otistik çocukların anne ve babalarının ayrı ayrı doldurması istendi.
İşin ilginç yanı, anketi Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü hazırlamış!
İlk bölümde otistik çocuğun anne ve babasının yaşı, eğitim durumu, eş durumu, gelir düzeyi, çalışıp çalışmadığı, çocuğun cinsiyeti, yaşı gibi sorular yer alıyor.
Sonra tümüyle din soruları başlıyor. İşte size o okulda, devletin üniversitesi ile okul yönetimi işbirliği içerisinde sorulan sorulardan örnekler:
* * *
Soru 12: "Hayatınızın herhangi bir döneminde din eğitimi aldınız mı? Seçenekler: Evet, hayır.
Soru 13: Evet ise nerede? Seçenekler: Aile çevrem, Kuran kursu, din kitapları, cemaatler, cami hocası, din bilgisi dersleri.
Soru 14: Aldığınız din eğitimi çocuğunuzdan dolayı karşılaştığınız zorluk ve sıkıntıları kontrol etmenizde yardımcı oluyor mu? Seçenekler: Her zaman, çoğu zaman, bazen, hiç.
Soru 15: Aldığınız din eğitimi çocuğunuza karşı tutum ve davranışlarınızda etkili oluyor mu? (Aynı seçenekler.)
Soru 16: Çocuğunuzun otistik olduğunu öğrenince Allah ile ilgili duygularınızda nasıl farklılıklar oldu? Olumlu mu, olumsuz mu? Lütfen yazınız.
2. Bölüm: Lütfen aşağıdaki derecelendirmeyi kullanıp sizin için en geçerli olanını seçin: (Aşağıdaki maddeler için seçenekler: Hiçbir zaman, arasıra, bazen, sık sık, her zaman.)
Sıkıntılı anlarımda Allah’a dua ederek rahatlarım. Çocuğumun neden otistik olduğunu Allah’a sormak içimden gelir. Zihnimi çocuğumun sorunlarından uzak tutmak için din kitapları ve Kuran okumaya yöneldim. Allah’ın beni sevmediğine ve otistik bir çocukla cezalandırdığına inanıyorum. Sorunlarımı aşmada dindar insanların büyük desteği oldu. Allah beni cezalandırdığı için O’na kızıyorum. Çocuğumdan kaynaklanan sıkıntılar beni o kadar etkiledi ki, kendimi dini grupların, cemaatlerin içinde buldum. Allah’a isyan etmemeye gayret ediyorum. Kuran okuyarak ve dinleyerek sıkıntılı anlarımda rahatlarım.
Soru 20: Çocuğunuza bakış açınızda ve ona karşı davranışınızda Allah’a inancınızın bir etkisi oluyor mu? Nasıl? Lütfen yazınız.
3. Bölüm: Aşağıdaki maddelerden size uygun olanları işaretleyiniz: (Her madde için seçenekler: Hiçbir zaman, arasıra, bazen, sık sık, her zaman.)
Allah’ın varlığına kesinlikle inanıyor ve hiç şüphe duymuyorum. Beş vakit namazımı düzenli kılıyorum. Namaz kılar, oruç tutar ve dua ederken Allah’a yakın olduğumu düşünerek ürperti ve heyecan duyarım. İçki, kumar, faiz ve domuz eti yemek en büyük günahtır. Allah’ı hatırladıkça içimde bir sıkıntı ve isyan uyanıyor. Ölümden korkmuyorum. Ölüm korkusu benliğimi kuşatıyor ve içimi büyük sıkıntı kaplıyor. Ahiret gününe ve öldükten sonra tekrar dirileceğime inanıyor ve bu konuda hiç şüphe duymuyorum. Müslüman olmak için Kelime-i Şehadeti din görevlisinin önünde söylemek şarttır. Kuran okur ve dinlerken büyük huzur duymaktayım ve kendimi rahatlamış hissediyorum."
* * *
Evet, bu sorular Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okulda, küçücük otistik engelli çocukların anne ve babalarına soruluyor.
Soruları hazırlayan ve uygulamayı yapan ise Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Enstitüsü! Devletin üniversitesi!
Otistik çocuk velilerinin sorunları, duygu ve düşünceleri bu düzeye indirgenmiş.
Velilere bilimsel açıdan el uzatmak, yardımcı olmak, sorunlarına çözüm bulmak yerine, bu tür sorular soruluyor...
Ve anket formunda şu ifade yer alıyor:
"Bu anket, bilimsel bir araştırmada kullanılmak üzere düzenlenmiştir!"
Demek ki otistik-engelli çocuk anne ve babalarının sorunları böyle "bilimsel" yolla ortaya çıkarılacakmış!
Türkiye ne duruma geldi, "milli" eğitim kimlerin elinde kaldı!
Hem okul yönetimini, hem de Marmara Üniversitesi’ni kutlamak gerekiyor!
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size bir ibret belgesi daha sunuyorum. Vatanın çoğu yerinde milletin paraları har vurulup harman savrulurken, uzak taraflarında neler olduğunun kısa bir öyküsünü size anlatacağım. Hakkári’de, sınırımızın en uç noktasında bir askeri birliğimizin tuttuğu iki tepe noktasına su götürmek için çalışmalar yapılıyor. İşin toplam bedeli 25 bin YTL dolaylarında. Yeterli parasal olanak olmadığı için bu tepelerde mevzilenmiş birliklere suyu aşağıdan ya askerler taşıyor, ya da katır sırtında taşınıyor. Üstelik suyu 1400 metre yükseklikteki kaynaktan alıp 2100 metredeki birliğe taşıyorlar. Oysa taşıma yolları da güvenli değil. Önümüz yaz. Oralardaki sıcağı ve ıssız dağ tepelerinde su bekleyen askeri birliğimizi düşünün.
Bu birliğin adını vermiyorum. Şu kadarının bilinmesi yeter:
Bu birlik mensuplarından Binbaşı Murat Özyalçın birkaç gün önce şehit edildi. Tabutu ve bavulları İstanbul’da kamyonete konuldu!
Suyu aşağıdan yukarıya taşımak için boru hattı döşemek gerekiyor. Bir inşaat mühendisi bu hattı ücretsiz yapmayı üstlendi. Projesini yapacak, boruları döşeyecek. Ancak suyu 700 metre yukarıya basmanın zorlukları var.
Hat iki kilometre olacak. Arada depo yapılması, pompa konulması gerekiyor. Askerler depo istemiyor çünkü, dağdaki PKK’lıların suya zehir atma olasılığı gündeme geliyor.
Unutmayın, burası Türkiye’nin en uç noktası.
* * *
Birlik komutanı tarafından inşaat mühendisine gönderilen faksı özetliyorum:
"Irak sınırında bulunan iki hakim tepede nöbet tutan askerlerimizin moral seviyelerini yüksek tutmak ve kurak iklimi olan Hákkari’de su ihtiyaçlarını karşılamak maksadı ile bu tepelere boru sistemi ile su taşıma düşüncesi mevcut olup, bu konudaki yardımlarınızın kışlamıza büyük faydası olacağı görüşündeyim. (Faksın bu bölümünde teknik ayrıntılara yer veriliyor.) Bu konuda birliğimize yapacağınız yardımlardan ötürü ben, komuta heyetim ve askerlerim adına size teşekkürü borç bilirim. Komutan. (İsmini yazmıyorum.) İmza."
Dağ tepelerinde su isteyen askerlerimiz bekleyedursun! Bir de hemen birkaç kilometre ötedeki Kuzey Irak’a bakalım. Sınırın hemen ötesinde Köysancak, yeni adıyla Koya City beldesi var. Kadın kaymakamı ve korumaları çok iyi Türkçe konuşuyorlar. ABD oraya 25 milyon dolar para vermiş, su dahil pek çok sorun çözülmüş. Paranın en az yarısı da Barzani ve adamları tarafından hortumlanmış.
Kadın kaymakama Türkçe’yi nasıl öğrendikleri sorulduğunda verdiği yanıt ilginç:
"Dokuz yıl dağda, PKK saflarında görev yaptık. Türkçe’yi orada öğrendik."
* * *
Türkiye’nin bir kesiminde paralar oluk gibi akıtılıyor. Özellikle AKP’li büyükşehir belediyelerinde trilyonlar savruluyor. Seçmenden oy devşirmek için inanılmaz harcamalar yapılıyor.
Öte yanda ise Güneydoğu’da, dağ başlarında konuşlanmış askerlerimiz, birliklerimiz var.
Oralarda onlar vuruluyor, mayına basıyor, şehit oluyor, sakat kalıyor. Elleri kolları, ayakları bacakları kopuyor...
Ve uzaklarda askeri birlikler var. Kartal yuvası gibi dağ doruklarında konuşlanmış.
Güneş tepelerinde, sıcaklık 30’un üzerinde. Fakat su yok.
Su dağın 700 metre yukarısına askerlerin sırtında, ya da katırlarla çıkarılıyor.
İki kilometre boru döşenemiyor. Şu veya bu nedenle döşenemiyor. Ayrıntısını gerçekten bilemiyorum.
Devreye bir mühendis giriyor, "Bunu ben ücretsiz yaparım" diyor.
Türkiye’nin en uç noktasında durum böyle!
Dahası da var! Bir yanda yine seçim malzemesi olarak kullanılan her tarafı çökmüş duble yollar...
Ve öteki uçta askeri birliklerin sürekli kullandığı, ancak asfaltlanmayan ve üzerinde mayınlar patlayan yollar. Onlara para yok çünkü göz önünde değil ve oy getirmez!
Para gerçekten mi yok? Büyükşehirlere var. Oy devşirmeye var. Savurganlığın, hortumun, siyasi amaçla çarçur edilen paraların hesabını soran yok.
Hakkári dağlarının doruklarında ise askere su getirecek para yok. Size somut örneğini verdim, isimleri açıklamadım.
Türkiye böylesini az yaşadı. Bir yanda mayınlar, baskınlar, bombalar, şehitler, yaralılar... Öte yanda vaatler, nutuklar, geziler, düzmece açılışlar, palavralar!..
Ve orada bir askeri birlik var uzakta!.. Gözlerden uzak... Susuz!.. Şehit verdiği binbaşı dün gömüldü. Devlet nerede, hükümet nerede?
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2007
BAŞBAKAN konuştu: "Türkiye’deki 5000 terörist halledildi mi ki, Kuzey Irak’taki 500 teröristle uğraşalım..." Birincisi, devletin elindeki resmi rakamları bilmiyor. Türkiye’de dağlarda gezen silahlı terörist sayısı çok daha az. İkincisi, Kuzey Irak’taki sayı çok daha fazla. İç ve dış gezilerden fırsat bulup önüne getirilen raporları okuma zahmetine katlansaydı, bunları söylemezdi. (Abdullah Gül, Kuzey Irak rakamını dün 3500 olarak açıkladı! Hangisine inanacağız?)
Peki Başbakan niçin böyle konuşuyor?.. Çünkü ABD ve AB, bizim iktidara emrini çoktan verdi:
"Kuzey Irak’a girmeyin." Beyefendinin eli kolu bağlı. Başka ne desin! Zaten Barzani bile dün Kuzey Irak’tan desteğini iletti: "Erdoğan’ın sözleri doğru ve yerinde bir tespittir."
* * *
İki günde iki şehit daha verdik. Binbaşı Murat Özyalçın ve Uzman Onbaşı Cihan Kızıltaş. "PKK ile savaşta subaylar nerede" diye yazı döktürenlerin kulakları bir kez daha çınlasın! Şimdi siz siz olun, örneğin bugün Binbaşı Kızıltaş için İstanbul’da Levent Camisi’nde düzenlenecek cenaze töreninde sakın protesto gösterisi yapmayın, slogan atmayın.
Çok ayıptır! Camide böyle gösteri olur mu! Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir! Zaten slogan atanlar hakkında hükümetimiz soruşturma başlattı. Böylece yasalarda olmayan yeni bir suç oluşturuldu!
Türkiye’de miting meydanlarında, "Camiler kışlamız, müminler askerimiz, kubbeler miğferimiz, minareler süngümüz" diye bağırıp oy avcılığına soyunmak serbesttir!
Ama şehit cenazelerinde hükümeti protesto etmek ayıptır, günahtır, yakışıksızdır!
Geçmiş yıllarda camilerden çıkan kalabalıklar türban gösterisi yaparken ayıp, günah ve yakışıksız değildi. Oralarda hiç kimsenin tahriki yoktu! Geçmişteki Recep Tayyip Erdoğan o zaman ağzını açıp o gösterileri durdurmaya çalışmıyordu. Jeton, şimdi oklar yön değiştirince, şehit cenazelerinde düştü.
Evet! Siz siz olun, şehit cenazelerinde "ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" diye haykırın ki, hükümet zor durumda kalmasın... Tam tersine, hükümeti alkışlayın. Bugünden başlayarak "Allah sizi başımızdan eksik etmesin, daha nice şehitlere inşallah" diye bağırın!..
Bazıları yıllar boyunca siyaseti camilerde yaptı. Müslümanları, inançlı insanları kandırdılar. Hep birlikte malı götürdüler, iktidar bile oldular.
Şimdi şehit cenazelerinde sergilenen içten protestolar karşısında şaşkına döndüler!
Milletin tepkisi için "camide siyaset olmaz" diye ağlaşıyorlar. Günaydın bayım, günaydın!
ATATÜRK’Ü ÖRNEK VERENE BAK!
İKTİDARIN yazılı ve görsel basında açık destekçisi olan bazı tipler, şimdi hükümetin çaresizliğini, aymazlığını, yabancı ülkelerin karşısında çekmiş olduğu teslim bayrağını unutturmak için Atatürk’e sığınıp o doğrultuda yazılar döktürüyorlar:
"Efendim 1923 yılında, Misak-ı Milli sınırlarına dahil olduğu halde Atatürk Musul’a asker gönderemedi... Çünkü İngilizlerle savaşması gerekirdi ve bunu göze alamadı. O yüzden Musul, Irak’ta kaldı."
Bunları yazarak hükümete ve Başbakan’a -işin içine Atatürk’ü katarak- destek vermeye kalkışıyorlar.
Kuzey Irak operasyonunun Türkiye için büyük risk olduğunu kabul edenlerdenim. Ancak 1923 yılındaki Türkiye ile şimdiki Türkiye farklıdır. O zaman savaştan yeni çıkmış, yıpranmış, harap durumda bir ülke idik. Gücümüz kuvvetimiz sıfıra yakındı. Hangi ordu İngilizlerle savaşıp Musul’u alacaktı?
Daha da önemlisi, o kararı biz yabancı güçlerin etkisiyle almadık. Türk devletinin ve Atatürk’ün haklı değerlendirmesi idi. Maceraya girecek gücümüz yoktu. Şimdi koskoca Türkiye Cumhuriyeti var, güçlü ordusu var... Ama hükümet yabancıların güdümünden çıkamıyor. Aradaki fark günümüzde budur.
Kaldı ki, sonraki yıllarda Atatürk’ün Hatay’ı nasıl alıp Türk toprağı yaptığını da hiçbirimiz unutmadık.
Yabancıların güdümünde geçirdiğimiz, onların emrinde ve hizmetinde olduğumuz, onların direktiflerinden çıkamadığımız şu ortamda bunlar Atatürk’e sığınmasın, onu örnek göstermesin. Hele Atatürk’ün amansız karşıtları, Recep Tayyip Erdoğan’ı aklamak uğruna Atatürk’ün adını bile ağızlarına almasın.
Kimse yutmaz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bu yazıda yazacaklarımı başka hiç kimsenin yazması mümkün değildir. En baştan özetlemek isterim. Şöyle ki: Günde en az 200 e-posta mesajı, faks, mektup alıyorum. Bunlar kemiksiz! Yani basın bildirileri, fıkralar, gırgırlar falan filan yok.
Bunlar, bana siz Hürriyet okurlarından doğrudan gönderilen net mesajlar. Bazılarında yolsuzluk ihbarı, çoğunda yakınma, ülkenin genel gidişi konusunda endişeler... Öneriler, istekler, dertleşmeler, sırlar, övgüler, eleştiriler...
İyi bir avukat soranlar, derdini anlatanlar, kitap isteyenler, rüyasını anlatanlar, aklınıza ne gelirse! Hürriyet okurları beni bir dert babası, sırdaş olarak görüyor ve bundan gurur, onur duyuyorum.
Hele şu sıralarda mesaj sayısı bazen günde 500’ü aşıyor. Hepsini tek tek okuyorum. Ama burada itiraf edeyim, çoğuna yanıt vermem mümkün olmuyor. Eğer bunu yapmaya kalkışsam, inanın 24 saat yetmez. (Bana bu konuda lütfen kızmayın, gönül koymayın.)
Yıllar önce günde -zarfta- 30 mektup falan alırdım ve ellerim zarf yırtmaktan nasır tutardı! Şimdi mektup sayısı çok azaldı ve onun yerini internet olayı aldı. Aldığım faks sayısı da bu doğrultuda azaldı. Günde 30’u geçmiyor.
Bana yazdıklarınızdan sık sık yazı konusu çıkarıyorum. Sizden ricam, örneğin bir yolsuzluk olayı aktarıyorsanız, belgeli olsun. Ya da mesajlarınızın altına mutlaka telefon numaranızı da yazın ki, gerekirse sizi arayıp konuşmam mümkün olsun.
* * *
Şimdi gelelim bu yazıyı neden yazdığıma. Bana bugüne kadar gönderdiğiniz mesajların hiçbirini çöpe atmadım. Sağolsun, bizim sağ kolumuz Leyla, e-postaları bana káğıda çekip getiriyor. Fakslar ve mektuplar zaten káğıtta.
Ben bunları okuyorum, sonra tümünü biriktiriyorum. Nasıl yapıyorum? Her ay gelen binlerce belgeyi saklıyorum. Bunlar iki aylık olunca, büyük kutulara koyup kaldırıyorum. Kutunun üzerine de örneğin şöyle yazıyorum:
"Emin Çölaşan. Nisan-Mayıs 2007. Gelen mesajlar."
Şimdi belki soracaksınız: "Biriktiriyorsun da ne oluyor?"
İşte bütün mesele burada.
İki aylık káğıtları kutuladıktan sonra arkadaşlara veriyorum ve başka yer olmadığı için bunları bizim gazetenin kalorifer dairesine götürüyorlar.
Belgeler orada, kutuların içinde kuzu kuzu yatıyor!
* * *
Oysa o belgeler değil Türkiye’de, dünyada bile hiç kimsede, hiçbir gazetecide olmayan bir manevi hazine. Ben istiyorum ki, birileri bunları değerlendirsin...
Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Murat Vural birkaç yıl önce geçmişin belgelerini ekibiyle değerlendirmiş ve kitap yapmıştı: "Çölaşan’a Mektuplar."
Elimdeki belgelerde ülkemizin bir anlamda arşivi yatıyor. Biriken yüz binlerce káğıtta Türk milletinin, her kesim ve görüşten insanlarımızın son yıllardaki duyguları, düşünceleri, övgüleri, yakınmaları, sorunları, istekleri, hatta az da olsa bana karşı eleştirileri yer alıyor.
Belgeler kutuların içinde sırasıyla -ikişer aylık olarak- dizilmiş durumda. Şimdi soruyorum:
Hiç kimsenin ve hiçbir kuruluşun sahip olmadığı bu manevi hazineyi benden isteyen olur mu?
Bunları bir üniversiteye, bilim kuruluşuna armağan etmek istiyorum. Bir ekip kurulsun, üzerinde çalışılsın ve Türk insanının ne istediği, ne istemediği, nelerden yakındığı, her şeyi ile ortaya çıkarılsın.
Muhteşem bir arşivdir.
Bir gazeteci ile okurları arasında kurulmuş, eşi benzeri olmayan bir "güven ve sırdaşlık" köprüsüdür.
* * *
Böyle bir gazetecilik arşivi dünyanın hiçbir yerinde herhalde yoktur. Bunları, üzerinde ciddi çalışıp değerlendirmek amacıyla isteyip alacak bir üniversite veya başka bir bilim kurumu varsa, bana yazıyla başvurmasını rica ediyorum.
Sadece iki konuda yazılı güvence isterim:
1- En kısa zamanda ekip kurulacağı ve araştırmanın savsaklanmayacağı... Çünkü okunması gereken on binlerce yazılı belge var.
2- Bana yazan okuyucularımın ismi, adresi, telefonu asla açıklanmayacak, hiç kimseye verilmeyecek.
Bu bulunmaz arşivi artık bizim gazetenin kalorifer dairesinden çıkaralım ve bilimin, araştırmacıların hizmetine sunalım.
Ciddi kurumlardan gelecek yazılı önerileri bekliyorum.
Gelmezse, dünyada tek olan arşivimi káğıt hurdacılarına armağan edeceğim! Hiç değilse onlar kazansın.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2007
TÜRKİYE gergin günler yaşıyor. Her gün kaldırılan şehit cenazelerinde kitleler hükümeti ve Arınç’ı protesto ediyor. Arınç, hükümete ve kendisine yönelik tepkileri dile getirenler için basın toplantısı düzenleyip "Aynı sözleri misliyle (fazlasıyla) kendilerine iade ediyorum" diyor... Ve hadiseyi mahalle düzeyine indirmeyi başarıyor! Hani mahallede kavga eden çocuk kendisine sövene "Ben de senin..." der ya, aynen öyle! Devlet yönetiminin hangi düzeye düşürüldüğünün, kimlerin elinde kaldığının somut örneğidir.
* * *
Bugünkü konumuz bu değil. Şimdi konumuza geleyim.
AKP iktidarı 2002 Kasım ayında ülke yönetimini devraldığında, Türkiye’de terör yoktu. O beğenmedikleri koalisyon hükümeti terörü bitirmişti. Abdullah Öcalan yakalanmış, yargılanmış ve cezası kesilmişti.
Peki sonra ne oldu, nasıl oldu da bu bela yeniden fışkırdı? Sevgili okuyucularım, bu sorunun yanıtını bilmiyorsanız, ya da unuttu iseniz, belleğinizi lütfen tazeleyin.
AKP ile birlikte ABD ve AB ilişkileri yoğunlaştı. AB bizim iktidara "üyelik vaadinde" bulundu! Bizimkiler bu olaya balıklama atladı; çünkü o zaman "özgürlükler(!)" tam olacak, AB ilkeleri doğrultusunda din baronları, din tüccarı siyasetçiler tümüyle rahatlayacak ve üstelik Türk Ordusu bir kenara itilecekti.
"Fikir ve ifade özgürlüğü" ile birlikte "her alanda özgürlük" bu AB’nin olmazsa olmaz kuralı idi. Örneğin bölücülük, Kürtçülük propagandası yapmak serbest bırakılmalı idi... Ve bırakıldı!
Yasalar değiştirilmeli, güvenlik güçlerinin yetkileri elinden alınmalı, bütün mekanizmalar suçluların lehine çalışmalıydı... Ve gerçekleşti! Bunları çok özetle yazıyorum; çünkü bu köşede uzatacak kadar yer yok.
ABD ve AB’nin her dediği bire bir yapıldı. Güneydoğu’ya AB heyetleri sevk edildi. O bölgelerde yoğun propaganda başlatıldı.
Medyamızın bir bölümünde "özgürlük rüzgárları" estirildi. Kürtçülük, bölücülük özendirildi. Yasalarımız AKP iktidarı tarafından bu doğrultuda değiştirildi. Ülkenin düzeni altüst edildi.
Güvenlik güçleri kentlerde ve kırsal kesimde, ama özellikle Güneydoğu’da yıllarca feryat etti:
"Yetkilerimizi geri verin. Sadece terörle değil, kapkaç, hırsızlık gibi adi suçlarla bile baş edemez duruma geldik."
Kentlerde polis küstü, köşesine çekildi. Dikkat ediniz, Türkiye’nin dört bir yanında, bu yeni yasalar sonrasında korkunç boyutlara varan suç patlaması yaşandı ve yaşanıyor.
Güneydoğu’da ise bu boşluklardan yararlanan terör yeniden hortluyordu... Hem arkalarında AB desteği vardı, hem de güvenlik güçlerinin yetkileri budanmıştı.
Gözaltı süresi kısaltıldı. Özel timler bölgeden çekildi. Sanık yakalandığında ifadesi bile alınamıyor, serbest bırakılıyordu. Üst ve araç araması yapılamıyordu, önceden izin alınmalıydı. Operasyon yapmadan önce bile validen izin almak gerekiyordu. İnsanlarımızın canını ilgilendiren bu gibi konular için sırf AB’nin gözüne girebilmek amacıyla, bir yığın formalite getirildi.
AKP iktidarı hatasını anladığında ise iş işten çoktaaan geçmişti. Dış güçlerin emrine giren iktidar AB’den dışlandı ve nasihat aldı. Daha da önemlisi, geliyorum diyen terör adım adım büyüdü ve ne yazık ki bugünkü aşamaya gelindi.
Bunları, dış güçlerin emrine girmeyi, ülkemizin bu yüzden her alanda çok büyük belalarla yüz yüze geleceğini burada defalarca, hatta sizleri bıktırmak pahasına yazdım. Duvardan ses geldi, bizi yönetenlerden gelmedi!
Şimdi hepsi, her açıdan pişman. AB’nin oyununa gelenler şimdi kara kara düşünüyor.
Zamanı geldi, çoktan geçiyor. Yabancıların çıkarları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarının farklı olduğunu, Cumhuriyet mitinglerinde, şehit cenazelerinde dile getirilen kitlesel tepkilerin ardında bu gerçeklerin yattığını da hükümet artık inşallah anlar.
Başımıza ne geldiyse "AB reformları(!)" uğruna geldi.
BAŞBAKAN’IN OĞLU ASKERİ HASTANEDEN RAPORLU
Başbakanlık Basın Danışmanı Akif Beki, Başbakan’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın, askerliğe elverişli olmadığına dair raporu bir askeri hastane olan Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nden aldığını, bu konudaki raporun ilgili hastanenin kayıtlarında bulunduğunu açıkladı. Beki, raporun içeriğini kişilik hakları nedeniyle açıklamadıklarını belirtti.
Raporu veren Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin o dönemdeki baştabibi emekli Tuğamiral Arif Vehbi Alpman ise Milliyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, Erdoğan ile ilgili yapılan işlemlerde en ufak bir hata ve yanlışlık bulunmadığını anlatarak şunu söyledi: "Tüm değerlendirmeler bilimsel olarak titizlikle yapıldı. Verilen karar kesinlikle doğru ve yasaldır. Tanı konusunda hiçbir şey söylemek durumunda değilim, raporun hangi branşta verildiği konusunda da bir şey söylemeyeceğim."
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2007
TÜRKİYE’nin gündemini haftalardır şehit cenazeleri belirliyor. Hükümet aciz. Eli kolu ABD ve AB tarafından bağlanmış, ülkemizin güvenliğini yabancı ülkelere emanet etmiş, seyredip duruyor...
Ve Bay Başbakan miting meydanlarında haykırıyor: "Kimse şehit cenazeleri üzerinden siyaset yapmasın!"
Bunu yapan yok. Milletin, kendisine ve hükümetine karşı çığ gibi büyüyen tepkisini bile ’siyaset sömürüsü’ olarak göstermeye kalkışıyor.
Dün üç şehit cenazesi daha vardı. Ankara’da binbaşı Ramazan Armutçuoğlu için düzenlenen törende kitleler cumhurbaşkanı ve komutanlara sevgi gösterisi yaparken, katılan bakanları (aday olmayan Abdüllatif Şener dışında) en ağır bir biçimde protesto etti. Sloganlar atılıyordu:
"Hainler dışarı... AKP dışarı... Kahrolsun PKK, işbirlikçi AKP... Yan gelip yatmadı, vatanını satmadı... Tayyip, oğlunu askere gönder..."
Aynı sesler dün Manisa’da yarbay Melih Gülova için düzenlenen törende bu kez, halen Meclis Başkanlığı makamında oturmakta olan Bülent Arınç için yükseliyordu. Bu şahıs yuhalanıyor, en ağır biçimde protesto ediliyordu. Hem de kendi seçim bölgesinde!
Dün hükümet karşıtı protestolar, İstanbul’da şehit er Hasan Güreşen’in cenazesinde bile yükseliyordu... Ve düşünün, o törene AKP ve hükümetten kimse katılmamıştı!
* * *
Peki bütün bunlar olurken Başbakan dün nerede idi? İstanbul’da! Beyefendi Ankara’ya özel uçağı ile öğlen geldi. Zahmet edip bir saat önce gelseydi, Kocatepe’de cenaze törenine katılabilirdi! Ama olmadı! Niçin?...
Çünkü toplumdan alacağı tepkileri biliyor. Orada bütün protestoları bir paratoner gibi üzerine çekeceğinin, en ağır hakaretler içeren haykırışları duyacağının farkında.
Ayıptır yahu, bir başbakan oraya ölümüne gelir.
Kendisini uyarmak gerekiyor. O gergin ve çaresiz yüz ifadesiyle bir daha meydanlara çıkıp "Kimse şehit cenazeleri üzerinden siyaset yapmasın" diye nasihat vermemeyi ister istemez öğrenmek zorunda.
Hiç kimse öyle bir siyaset yapmıyor. Ama bu iktidarın çaresizliği yüzünden, ülkemizde her gün ana baba kuzuları şehit ediliyor, toprağa veriliyor.
Türk milleti buna da mı susacak? Buna da mı göz yumacak? Buna da mı tepki vermeyecek? Bu ulusal tepkinin adı ne zamandan beri "siyaset yapmak" oldu?
Şehit cenazelerine katılmaktan korkan bir başbakan var karşımızda! Elbette!.. Çünkü bu işler Bush’un, Merkel’in, ABD ve AB’nin karşısında esas duruşta bekleyip direktif ve talimat almaya benzemiyor, değil mi!
Bir kez daha soralım bakalım:
"Şehitler tabutta, Başbakan nerede?"
BAŞBAKAN AÇIKLAMALI
BAŞBAKAN’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan askere gitmemek için çürük raporu almış. Bu raporlar askeri hastaneler tarafından verilir. Ancak, yıllardan beri bazı çeteler türemiştir, para karşılığında sahte veya gerçek çürük raporu verirler. Güvenlik güçleri birkaç gün önce yeni bir çeteyi ortaya çıkardı.
Bazı çürük raporlarının ise para ödenmeden, hatır gönülle verildiği söylenir!
Bir başbakan oğlunun böyle bir rapor almış olması çok önemlidir. Raporu ne zaman aldığını bilmiyoruz.
Hangi rahatsızlığı nedeniyle olduğunu ise hiç bilmiyoruz!
Bu durumda Recep Tayyip Bey’e düşen görev, oğlunun raporuna ilişkin bütün bilgi ve belgeleri kamuoyuna açıklamaktır.
Gerekirse onu GATA’da yeniden Heyet’e sokmak ve (eğer sakıncalı ise rahatsızlığının gizlenmesi koşuluyla) yeni bir "askerlik yapamaz" raporu alıp şom ağızlıları susturmaktır!
Oğlunun gerçek sağlık sorunu olabilir. Bu sorun askere gitmesine engel de oluşturabilir. Bu durumda hepimize düşen görev, oğluna ve aileye "Geçmiş olsun" dileklerimizi iletmektir.
Her gün şehit cenazelerinin kaldırıldığı şu ortamda Başbakan bu olaya mutlaka açıklık getirmeli, aksi takdirde sonucuna katlanmayı göze almalıdır...
Çünkü bu sorun hep belleklerde çakılı kalacak ve kendisini ezecektir.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün yazı günüm değil. Ancak bazen öyle oluyor ki, içinizden bir şeyler patlıyor ve günü olmadığı halde oturup yazmaya başlıyorsunuz. Şırnak’ta yeniden üç şehit verdik.
Yarbay, binbaşı, er.
Fethullahçı şahıs merak etmişti, köşe yazısında daha birkaç gün önce soruyordu. Yazısının başlığı şöyle idi:
"Erlerimiz Savaşıyor, Subaylarımız Nerede?"
Sonra devam ediyordu:
"Muharebe subay işidir. Ama (Güneydoğu’da) erler savaştırılıyor, yedeksubaylar savaştırılıyor.
PKK ile mücadelede subaylarımız nerede?
Ortada mücadele planı yok.
PKK ile mücadele er muharebesi değil, subay muhaberesidir. Bölgede kaç subay vardır? Subaylarımız nerede?"
Herhalde, bölgedeki binlerce rütbeliyi piknikte, tatilde, turistik gezide zannediyordu! Ya da bunları gıcıklık olsun, cemaatin hoşuna gitsin diye yazıyordu. Önceki akşam saatlerinde ikisi subay üç askerimiz şehit edildi.
Yarbay Melih Gülova, Binbaşı Ramazan Armutçuoğlu ve er Hasan Güreşen.
Allah hepsine rahmet eylesin. Allah "Subaylar nerede" diye hiç utanmadan yazı yazanların günahını affetsin.
Subaylar işte orada. Tabutlarının içinde yatıyorlar.
* * *
Güneydoğu’da bugüne kadar general dahil her rütbeden yüzlerce subay ve astsubayımız, binlerce askerimiz, polisimiz şehit düştü. Ancak bazıları, özellikle din baronlarının adamları ve kendilerini piyasada "aydın (!)" diye yutturan bizim entel-liboş kesim, sırf kendilerine özgü asker düşmanlığı nedeniyle, rütbeliler için böyle uçuk, saçma sapan yazı ve yorumlarla gitmeyi yeğledi.
Subaylar nerede imiş!
Şimdi Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir istirhamım var. PKK terörünün başladığı 1984 yılından bu yana Güneydoğu’da şehit düşen subay ve astsubaylarımızın sayısını açıklasınlar.
Bu rakama ayrıca rütbeli rütbesiz bütün personel sayısını da eklesinler.
Dikkatinizi çekerim, biz burada sadece şehitlerle ilgileniyoruz. Odaklanma orada.
Bir de (rütbeli rütbesiz) sakat kalan ve birçok sorunla boğuşan binlerce gazimiz var. Elini kolunu, ayağını bacağını, gözlerini yitiren, yaşam savaşı veren gaziler. Devlet onların maaşıyla bile uğraşıyor. Çoğu Emekli Sandığı aleyhine davalar açtı. Böyle binlerce dava var. O insanların maaşına bile göz dikenler, onların hakkını savunacak bir tek yasayı bile 4.5 yıl içerisinde çıkarmayanlar, şimdi Türkiye’yi yönetiyor.
Onların destekçileri ise haykırıyor: "Subaylar nerede?"
Tablo felaket, tam bir yüz karası. Tablo ne insanlığa yakışıyor, ne Müslümanlığa, ne de devlet yönetimine.
* * *
Bu yazıyı yazarken bir şeyi çok merak ediyorum. Şehit Binbaşı Ramazan Armutçuoğlu’nun cenazesi bugün Ankara’da toprağa verilecek. Bay Başbakan acaba törene gelecek mi?
Gelirse katılanlardan acaba alkış mı alacak!!!
Yoksa yine (en hafif deyimiyle) protesto mu edilecek?
Sevgili okuyucularım, kimlerin elinde ne günlere kaldığımızı hep birlikte görüyoruz.
Fakat endişe etmeyin, bu günler de geçecek. Çok az kaldı.
UFUK GÜLDEMİR
SEVGİLİ gazeteci arkadaşımız Ufuk Güldemir’i de yitirdik. Yakalandığı hastalıkla yıllarca boğuştu ve sonunda ne yazık ki yenik düştü.
Gerçek bir basın emekçisiydi. Sıfırdan başladı, çalışarak, tırnaklarıyla kazarak en üst yerlere geldi ve Habertürk’ü ülkemize kazandırdı. Haberleri, yazıları, yorumları, kitapları ve yöneticiliği ile çok güzel işler yaptı.
Hem mesleğimize, hem de ülkemize çok şey kazandırdı.
Ufuk Güldemir’e Allah’tan rahmet diliyorum. Anısı ve ismi önünde saygıyla eğiliyorum.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2007
MECLİS’te tam 4.5 yıl boyunca ilginç bir olay yaşadık. Her AKP milletvekili orada her zaman olacağına inanıyor ve "oy verme" görevini eksiksiz yerine getiriyordu. Aralarında parti yönetimine ve yapılanlara karşı olanlar, yapılanları içlerine sindiremeyenler de vardı. Ama hepsi, iki veya üç istisna dışında sessiz kalıyordu.
Mehmet Dülger gibi bazılarının o partide hiçbir zaman yeri olmaması gerekirdi. Bir kez seçildiler ve emir komuta zinciri içerisinde aynen ötekiler gibi ses çıkaramadılar.
Meclis’te oylamalar yapılırdı. Görüşmelerde çoğu zaman Genel Kurul salonu boş olurdu. Oylama yaklaşınca her biri çay kahve içtikleri kulisten, evlerinden, bürolarından çağrılır, oylarını kullanırlardı!
"Kaldır elini, indir elini... Kabul edilmiştir!"
Pek çoğu neye oy verdiğini bile bilmezdi.
Yüzde 34 oyla Meclis’te yüzde 66 çoğunluk sağlamışlardı. Bu bir rekordu. Her şey iki dudaklarının arasındaydı...
Ve böylece peşkeş dönemi sürdürüldü. Vatanın milletin malları yerli ve yabancı işbirlikçilere armağan edilirken, talan ve hortum düzeni sürdürülürken, yasalar yazboz tahtasına dönüştürülürken, beyefendiler kendileri için özel af yasaları çıkarıp yargılanmaktan kurtulurken, bu AKP’li milletvekillerinin sesi hiç çıkmadı...
Çünkü her birinin umudu aynıydı: Uslu çocuk olursam başbakanım beni bir daha seçtirir!
* * *
Gün geldi, AKP’nin aday listeleri ilan edildi. Sürprizler büyüktü!
Beyefendi, kendisine hizmet veren elemanlarından yaklaşık yarısını listeye koymamıştı. Bazıları ise aday listelerinde vardı, ancak seçilmesi mümkün olmayan yerlerde idi.
Askerlerden korku nedeniyle Milli Görüşçüler özellikle tasfiye edilmişti.
Yıllarca hizmet veren, ’kaldır elini-indir elini’ komutuyla oy veren elemanlar bir kez daha seçilmeyecekti! Emir yüksek yerden gelmişti.
Fedakárca (!) çalışan, parti büyüklerinin bir dediğini iki etmeyen milletimizin AKP’li vekilleri böyle kullanıldı, limonların suyu 4.5 yıl boyunca alındı, şimdi posaları bir kalemde çöpe atıldı.
Arkadaşlar bu haksızlığa isyan ettiler! Daha düne kadar emir kulu olarak hizmet veren koskoca milletvekilleri, aday listeleri belli olduktan ve buralarda yer alamadıklarını ya da seçilemeyecek yerde olduklarını gördükten sonra isyan bayrağını çektiler:
"Ayıptır, biz bunu hak etmemiştik!"
Bazıları ise daha uyanık ve akıllı çıkmıştı! Onlar listede yer almayacaklarını anlamıştı. Son günlerde açıklama yapmaya başladılar:
"Aday olmayacağım."
* * *
Bu işler böyledir! Bu siyaset işlerinin belli kuralları vardır.
Kullananlar kullanır. Kullanılanların ise posası, zamanı geldiğinde çöpe atılır.
Kullanılanlar bugün olduğu gibi pişman olur ama iş işten çoktaaan geçmiştir.
Bu işler milletvekilinin onuru ile doğrudan bağlantılıdır.
Kendini kullandırmayacaksın. Vicdanını, aklını, oyunu, partin bile olsa başkalarının emrine vermeyeceksin.
Sonra adama seslenirler!
"Tam 4.5 yıl boyunca kullanılırken aklın neredeydi? Şimdi hiç ağlaşmayacaksın. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye!"
Ankara’da şehit cenazesi
DÜN Ankara’da şehit er Kadir Yalçın’ın cenaze töreni vardı. Binlerce insanımız Kocatepe Camii’ne gelmişti. Başbakan yine yoktu. Neredeydi? Amasya’da "toplu açılış" yapmaya gitmişti. Hükümetten Abdullah Gül, Ali Babacan ve Beşir Atalay geldiler.
Komutanlar alkışlanırken onlar protesto edildi. Yuhalandılar. Burada yazılması mümkün olmayan çok ağır hakaretlere uğradılar.
Suratları allak bullak olmuştu.
Camiden polislerin koruması altında çıktılar.
Bunlara karşı milletin tepkisi büyüyor. Her gün şehit cenazeleri kalkarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini bile yabancı güçlere, ABD ve AB’ye emanet eden ve bütün rezaleti tepki veremeden seyreden aciz bir hükümet!.. Ve aynı gün Amasya’da parti propagandası yapmaya soyunan bir başbakan.
Yazıklar olsun. Utansınlar.
Yazının Devamını Oku