Emin Çölaşan

Kara delik: Belediye şirketleri

26 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bir gerçeği artık hepimiz biliyoruz. Devlet bütçesinde fazladan bir tek kuruş para yok. Devlet bütçesinden sadece maaş gibi zorunlu harcamalar yapılıyor. Parasızlık nedeniyle yatırım yok. Türkiye’de bir uygulama vardır: Avanta ve rüşvet alacaksan, hortum olacaksa, ortalıkta büyük paralar dönecekse, eşi dostu ve partili yandaşları zengin edeceksen, ille de iş yapmak, kazma vurmak gerekir. Bunlar durup dururken, iş yapmadan, kazma vurmadan, ihale dağıtmadan olmaz.

Peki bu nasıl gerçekleşecek? Devlette para yok, o zaman bu çarkı kimler nasıl döndürecek? Hele hele önümüz seçim yılı. Birilerine çok büyük paralar gerekiyor. O halde ne yapmalı? İşte size yanıtı:

Belediyeleri ve özellikle de belediye şirketlerini devreye sokmalı! Zaten yıllardır yapılan da bundan başka bir şey değil.

Niçin?.. Bunun iki nedeni var.

1- Devlet bütçesinden ve belediyelerden yapılan harcamaların tamamı, Sayıştay denetimine tabi. Dolayısıyla yolsuzluk, usulsüzlük, vurgun, hortum olunca bunu Sayıştay’ın ortaya çıkarma olasılığı var.

2- Belediyelere şirket kurdurursunuz, göstermelik ihaleler açıp işleri bu şirketlere verirsiniz. Bu şirketlerin işlem ve harcamaları tümüyle özel hukuka tabi. Harcamalar Sayıştay, İçişleri Bakanlığı, belediye meclisleri tarafından denetlenemiyor.

O halde süreç şöyle işliyor: Özellikle AKP’li belediyeler, şakır şakır şirket kuruyor. Büyük paralı işler bu şirketlere veriliyor. Sonrası bilinmiyor!.. Çünkü bu şirketler işleri alıp sonra kendi partili taşeronlarına armağan ediyor.

Harca babam harca! Soran yok, denetim yok, göm trilyonları toprağa. Altgeçit, üstgeçit, yol, kavşak, kaldırım, park, ağaç dikimi, Allah ne verdiyse kendi adamlarını zengin et.

Milyonlarca pırıl pırıl insanımız işsiz ve aç gezerken, kendi adamlarını bu şirketlere sınavsız mınavsız doldur, maaş öde.

* * *

Size garip bir Türkiye gerçeğini belgelerle anlatayım. CHP İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü, belediye şirketleriyle ilgili rezaleti soru önergeleriyle gündeme getirdi.

Bu önergelere İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu imzasıyla bir ay önce verilen yazılı yanıta göre Türkiye’de 176 belediye şirketi var ve bunlarda 50.789 kişi çalışıyor. Çoğu AKP’ye çalışan bu şirketlere 2004 yerel seçimleri sonrasında tam 7 bin kişi alınmış. Devlet işten adam çıkarıyor, belediye şirketleri adam alıyor. Çelişkiye bakın.

Aynı önergeye Sanayi Bakanı Ali Coşkun imzasıyla verilen yazılı yanıtta ise belediye şirketlerinin sayısı 337!

Ciddiyetsizliğe bakın ki, devletin ilgili bakanlıkları bu şirketlerin sayısını bile bilmiyor.
Oysa bu şirketler eliyle devletin ve milletin katrilyonları harcanıyor. Paralar denetlenmiyor, hesabı sorulmuyor.

Paraların çoğu da siyasal ve kişisel çıkar elde etmek amacıyla çarçur ediliyor. Belediye şirketleri eliyle iktidar için oy avcılığı yapılıyor.

Neredesin devlet bütçesini kuşa çeviren sayın IMF, şu işe de bir el atsana!

* * *

Şu rezalete bakınız! Devlet bütçesinde fazladan beş kuruş para yok. Parasız devlet, vatandaşın ilaç parasına bile göz dikiyor, borç ödeyemiyor.

Buna karşın özellikle çoğu büyükşehir belediyelerinin bir eli yağda, bir eli balda. Şirket kuruyorlar, ya da kurulmuş şirketlerle istedikleri gibi, bol kepçe harcama yapıp kendi adamlarını zengin ediyorlar.

Bunların yaptığı denetlenmiyor. Hortuma karşı olan (!) iktidar, şirketlerin sayısını bile bilmiyor. Daha doğrusu bu işe göz yumuyor ki paralar ona buna pompalansın.

Türkiye’de katrilyonları emen bir kara delik var. Buharlaşan bu paralar, hemen sonrasında vatandaşa vergi ve zam olarak geri dönüyor.

AKP iktidarı bu deliği görmüyor... Çünkü paralar büyük, görmek işine gelmiyor. Seçim öncesinde bu delik daha da büyüyecek, harcamaların çoğu oradan yapılacak.

Devlet güçlerini, ormanı yağmalayan Acarkent’e bile sokamayan devlet, aczini Orman Bakanı’nın ağzından itiraf etti. Silahla kurtarılmış bölge Acarkent’e giremezler! Güçleri sadece vatandaşın sıradan konutuna yeter!

Kanserli hastanın ilacını "bütçede para yok" diye keserler, kara delik belediye şirketlerinin denetimsiz hortum-vurgun-avanta-rüşvet-savurganlık tezgáhına, iş kendilerine yarıyor, hırsız yöneticiler kendilerinden diye göz yumarlar.

Bunlar duymak istemiyor, gel IMF, duy sesimizi!
Yazının Devamını Oku

Ünlü olmanın kolay yolları

25 Kasım 2006
HEMEN her insan günün birinde "ünlü" olmayı ister. Hangi meslekte olursa olsun, hangi işi yapıyorsa yapsın, isminin duyulup herkes tarafından bilinmesi -bazı istisnalar dışında- herkesin amacıdır. Ünlü olmanın güzellikleri vardır, aynı zamanda zorlukları vardır.

Örneğin, magazin alanında ünlenmek isteyen bir bayansanız, kuralları bellidir! (Burada yazarsam ayıp olur. Bilenler bilmeyenlere öğretsin!) O kuralları yerine getirmezseniz hiçbir şey olamazsınız.

Öteki ülkelerde nasıl olduğunu doğrusu pek bilmiyorum.

Ama Türkiye’de ünlü olmak epeyce kolaydır. Yeter ki kafayı çalıştırmayı bilin, arkanızda biraz da medya desteği olsun!

Son yıllarda yeni bir moda peydahlandı! Örneklerle götüreyim.

Varsayalım ki, ismi cismi bilinmeyen bir yazarsınız. Ya da üniversitede ders veren bir hocasınız.

İsminizin duyulmasını, sıçrama yapmayı, ünlü olmayı istiyorsunuz. Bu takdirde işin kolayı var!

Bir kitap yazacaksınız. (Ya da bazı gazetelerde yazılar.) Bu kitabın ve yazıların bilimsel, edebi, mesleki, gazetecilik açısından falan hiçbir değeri olmayacak.

Onun değerini sizin "keskin zekánız" ve size destek sözü veren çevreler yaratacak. Seçenekler belli:

1- Atatürk’e hakaret edecek, aşağılayacaksınız.

2- Türklüğe hakaret edip aşağılayacaksınız.
(Ya da aynı doğrultuda şeyleri ekran konuşmalarında, seminer ve panellerde söyleyeceksiniz.)

3- Ancak bunları yazmanız veya söylemeniz yetmez. Eğer mümkünse, hakkınızda dava açılmasını sağlayacaksınız.

Bu son aşamaya ulaşırsanız savcılık sizi çağırıp ifadenizi alacak. Bu da yetmez! Mutlaka dava açılmalıdır! O nedenle savcılık ifadenizde yazdıklarınızın arkasında olduğunu söyleyecek ve şöyle diyeceksiniz:

"Ben AB Türkiye’sinde fikir ve ifade özgürlüğümü kullandım."

Dava açılınca mahkemeye çıkacaksınız. Bunlar olurken medyaya ve yandaş "liberal" kuruluşlara, insan hakları derneklerine, yabancı temsilciliklere ve AB yetkililerine haber salıp adliyeye gelmelerini, kalabalık yaratmalarını sağlayacaksınız. Oraya karşıt görüşlüler de gelecek, itiş kakış olacak, belki kavga çıkacak. Harika!

O günden başlayarak kitabınız (ya da yazınız, sözleriniz) ve dolayısıyla isminiz gündeme gelecektir. İsminiz ekranlara ve sayfalara taşınacak, medya sizinle söyleşiler yapacak, hakkınızda yazılar yazılacaktır.

Piyasaya aylar önce çıkan ve beş para etmeyen kitabınız bir anda herkesin diline düşecektir! Satış artacak, kitap geliriniz de artacaktır.

Ama en önemlisi, isminiz tanınacaktır. Bu da, ünlü olduğunuzun somut göstergesidir! Şimdi herkes sizin ikinci kitabınızı, ya da bundan sonra ne söyleyeceğinizi merakla bekleyecek, Atatürk’e, Türklüğe hakaret etmenin ödülünü bu yollarla almış olacaksınız.

Dahası can sağlığı!

Bu da kesmezse toplantılarda konuşma yaparak ve aynı şeyleri "fikir ve ifade özgürlüğü" maskesinin ardına sığınarak söyleyebilirsiniz.

Tepki göreceksiniz, karşılığında posta koyacaksınız, birileri sizi "kahraman" ilan edecek...

Kutlarım!.. Sıfırdan başladınız. Yakın çevreniz dışında ne kimse isminizi bilirdi, ne başka bir şeyinizi. Bir anda ünlü olmayı başardınız! Türkiye’de bu kadar kolaydır.

* * *

Bu yazdıklarım için "şaka yaptım" demek isterdim. Ama yapmadım, ülkemizin çok acı bir gerçeğini dile getirdim.

Ardına sığınılan kavram "fikir ve ifade özgürlüğü"...

AB
’nin olmazsa olmaz kuralı! Sığınacaksınız bu kavramın ardına ve istediğinizi söyleyeceksiniz.

Adam çıkıyor ekranlara ve konuşuyor:

"Biz Türkiye’nin federasyon olmasını istiyoruz. Türk bölgesi ile Kürt bölgesi ayrılmalı, herkes kendini yönetmeli."

Bu kavram önemlidir, ne istiyorsan söyleyeceksin!

Ünlü olmak hem maddi, hem de manevi kazanç getirir.

Hele hele "Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kestik" diye demeçler verip konuşmalar yapın, kitaplarınızda Atatürk’ü aşağılayın, birkaç kez mahkeme önüne çıkıp ifade verin, arkanıza ABD ve AB desteğini alıverin, vallahi Nobel Edebiyat Ödülü bile kazanırsınız.

Elin adamı geçmiş zamanda ünlü olmak istiyormuş, gidip zemzem kuyusuna işemiş, ünlü olmayı başarmış!

Zemzemcinin zamanında bugünkü olanaklar yoktu, şimdi ünlü olmak çok kolay!
Yazının Devamını Oku

Uğural Paşa buluşu anlatıyor

24 Kasım 2006
TÜRKİYE yeni bir buluşla çalkalanıyor. Olumlu ve olumsuz yazılar çıkıyor. Ben bu konudan anlayan biri değilim. Gazetelerde günler boyu tam sayfa yayınlanan Erke ilanlarını, sonrasında yapılan tanıtım toplantısının haberlerini izledim. İşin sunumunu yapan emekli tümgeneral Çetin Uğural’ı eskiden beri tanıyorum. Uğural bundan yaklaşık 20 gün önce bana gazeteye gelip olayı anlatmış, kendi yapacakları açıklamaya kadar hiçbir şey yazmamamı rica etmişti. Sonra bildiğimiz olaylar gelişti.

Dün Uğural Paşa’yı aradım ve bazı sorular sordum. Bu konuşmayı özetliyorum:

- Paşam sizin ekip ne keşfetti tam olarak?

- Herhangi bir yakıt gerektirmeyen bir motor. O kadar ki, hava ve su bile gerektirmiyor. Bunu karada, havada, denizde, istediğiniz amaçla kullanacaksınız. Uçaklarda, motorlu araçlarda veya elektrik üretmek için...

- Hiç yakıt olmadan nasıl çalışacak? Bilim adamları da olmaz böyle bir şey diyor.

- Haklılar çünkü günümüzün bilim literatüründe bu buluşun ifadesi yok. Size örnek vereyim. Yerçekimi kuralı bilinmeden insanlar havada mı yaşıyordu? Yerde niçin yaşadıklarının bilimsel açıklaması bu kural bulununca yapılmış oldu. Elbette çok kritik bir buluştur. Kimsenin inanmasını da beklemiyoruz. Üretim başlayınca gözleriyle görüp inanırlar.

- Nasıl çalışacak bu yakıtsız aygıt?

- Başlangıçta yakıt olmayan basit bir şey konuluyor içine ve çalışmaya başlıyor.

- O nedir?

- Onu şimdi söyleyemem. İşin püf noktalarından biridir.

- Bu keşfin tam adı nedir? Motor mu?

- Tam adı kuvvet makinesi. Markası Erke Dönergeci.

- Üretip denediniz mi?

- Elbette ürettik ve her şeyini denedik. Prototipi yapıldı. 2007 yılında seri üretim başlayacak. Bugün dünyada nerede motor kullanılıyorsa, oralarda kullanılacak ve dünya değişecek.

- Nerelerde kullanılmayacak?

- Nerede motor varsa orada kullanılacak.

- Bunun çalıştığını ve gerçekten söylediğiniz gibi olduğunu kimler gördü?

- Elbette görenler oldu ama onu şimdi açıklamaya gerek yok.


- Büyüklüğü nedir?

- Amaca göre değişir. Uçakta kullanacaksanız daha büyük, deniz motorunda daha küçük.

- Kim üretecek, belli oldu mu?

- O aşamaya gelindiğinde yerli ve yabancı firmalarla anlaşma yapılacak.

- Patent başvurusu yapmadığınız da söyleniyor.

- 10 Ekim günü Ankara’da yapıldı efendim. Hatta İngiltere’den patent uzmanları geldi ve görünce şaşırdılar. Yurtdışı patenti için 1.5 milyon dolar harcadık. Bu çalışmaları doğal olarak büyük bir gizlilik içinde sürdürüyoruz çünkü sırların çalınıp taklit edilmesi en büyük tehlike. Taklit olursa, yasalar uyarınca mahkemesi en az iki yıl sürüyor ve buluşunuz elden kayıp gidiyor. O yüzden bazı şeyleri çok gizli tutuyoruz. Sanayi casusluğu günümüzde en büyük tehlikelerden biridir. Düşünün ki, devlet korsan kitapla bile başa çıkamıyor. O zaman biz kendimizi nasıl koruyacağız? O yüzden bazı şeyleri açıklamıyoruz ama herkes bilsin ki olay tümüyle doğrudur.

- Patent başvurunuzda kullandığınız belgelerde herhalde bütün ayrıntılar olsa gerek. Onlar nerede?

- Doğrudur. Onlar çok yakın tanıdığımız ve güvendiğimiz bir noterin özel kasasında korunuyor.

- Tam sayfa gazete ilanlarının bedeli de epeyce tutmuş olmalı. Kim karşılıyor bu parayı, sponsorlar mı var?

- Bir milyon doları geçti. Sponsor yok. Tamamı Erke’nin öz sermayesinden karşılanıyor.

- Tevfik Diker bu keşfin eskiye ait bir şey olduğunu söylüyor.

- Hiç ilgisi yok. Tamamen ekibimizin orijinal buluşudur.

Sevgili okuyucularım, bugün hiçbirimizin bilmediği ve anlamadığı teknik bir konuya değindim.

Üzerinde yorum yapacak konumda elbette değilim.

Ancak Uğural Paşa’nın anlattıkları gerçekleşir ve böyle bir üretim ülkemizde Türk mühendisleri tarafından -yerli ve yabancı korsanlara kaptırılmadan- gerçekleşirse hem Türkiye zıplar, hem de dünya değişir.

Bekleyelim, görelim.
Yazının Devamını Oku

Bay Gül’ün dünü ve bugünü!!!

23 Kasım 2006
AB bastırdıkça bastırıyor. Doymak bilmeyen canavar istedikçe istiyor. "Kıbrıs’ı ver... TCK’nın Türklüğe hakarete ceza öngören 301. maddesini kaldır... Fikir ve ifade özgürlüğü maskesi altında Türkiye’nin bölünmesi istemlerine ses çıkarma... Askeri sustur..." İş o boyuta geldi ki, son sözlerini birkaç gün önce söylediler:

"6 Aralık tarihine kadar Türkiye limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs Rum Kesimi gemilerine ve uçaklarına açmak zorundasınız."

Açmazsak ne olacak?

Ne olacağını AKP hükümetine sorun!

Aslında hükümet zor durumda. Bugüne kadar AB kapılarında yıllar boyu yalvarıp diz çökenler, acı gerçek karşılarına dikilince şaşkına döndüler. Kafalarına saksı düşmüş gibi oldular.

Peki işlerin bu noktaya geleceğini bilmiyorlar mıydı? Belki şaşıracaksınız ama elbette biliyorlardı. Fakat iktidar olunca, ağızlarına Türk milletini ninnilerle uyutacak bir sakız gerekirdi... Ve onu çiğnediler, çiğnettiler:

AB masalı!

Peki işin bu noktaya geleceğini nereden biliyorlardı? Şimdi bunu size kendi ağızlarından, belgelerle-Meclis tutunakları ile kanıtlayacağım.

***

Tarih 8 Mart 1995. Refah Partisi milletvekili Abdullah Gül Meclis kürsüsünden -AB görüşmeleri yapılırken- haykırıyor. Tutanaklardan özetliyorum:

"...Burada her şey tek taraflı gitmektedir. Avrupa’nın çıkarları söz konusu olduğunda tavizler verilmektedir. Bu şudur: Ne pahasına olursa olsun Türkiye AB’ye girecek anlayışıdır. Siz eğer bu zihniyette olursanız, işte o zaman sizi o zenginler köşkünün bahçesindeki KULÜBEYE böyle koyarlar işte!..

Türkiye’nin AB’ye girmesi hikáyedir. Böyle bir şey söz konusu değildir ve olmayacaktır...

Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir. Çünkü AB, bir Hıristiyan birliğidir."

Bundan 11 yıl önce Refah Partisi milletvekili kimliği ile Meclis kürsüsünden bu sözleri söyleyen kişi ile birkaç yıldan bu yana AB kapılarında dolanıp "Bizi lütfen alın" diye diller döken kişi, aynı Abdullah Gül!

O sırada emirleri ve direktifleri, lideri Necmettin Erbakan hocaefendiden alıyor ve AB’ye veryansın ediyordu.

Sonra Dışişleri Bakanı oldu, 180 derece çark etti!

İnsanoğlunun birkaç yıl içerisinde böylesine değişmesine hayret etmek, şaşırmak, gerekiyorsa gülmek, ya da ağlamak gerekir!

***

AB
Dönem Başkanı Finlandiya, Kıbrıs Rum Kesimi gemi ve uçaklarına limanlarımızın ve havaalanlarımızın 6 Aralık gününe kadar açılması gerektiğini bildirdi.

Aynı Abdullah Gül önceki gün gazetecilere bu istek konusunda aynen şöyle dedi:

"Türkiye üzerine düşen her şeyi yapmıştır... Bu işler böyle tarih verme, şantaj, bunlarla olmaz."

Çok önemli iki cümle! İlk cümleyi hepsinin ağzından sık sık duyuyoruz... "Biz üzerimize düşen her şeyi yaptık!"

Bu ağlaşmanın Türkçesi şudur:

"Ne istedilerse verdik. Daha ne istiyorlar!"

Gerçekten de öyle! AB ne istediyse verdiler, hem de fazlasıyla. Anayasamızı, yasalarımızı onların emirleri doğrultusunda ve "reform" adı altında hallaç pamuğu gibi attılar.

Türkiye’nin bütünlüğünü bile tehlikeye sokmaktan çekinmediler.

Bu süreçte başrol oyuncularından biri de, 1995 yılında Meclis kürsüsünde yukarıdaki sözleri söyleyen büyük devlet ve hükümet adamı, büyük Türk büyüğü Abdullah Gül’den başkası değildi.

Şimdi aynı kişi kalkmış "AB şantaj yapıyor" diyor!

Beyefendi, AB’nin bir Hristiyan birliği olduğunu, bizi hiçbir zaman almayacağını, kapıdaki kulübeye koyacağını söyleyen zat-ı aliniz değil miydiniz!

Günün birinde kaderin cilvesiyle iktidar oldunuz...

Ve topluca değişmeyi başardınız! AB kapılarında yıllardır yalvarmanıza karşın kulübeden öteye çıkamadınız. Şimdi şantajdan mantajdan söz ediyorsunuz.

Bu nasıl iştir, nasıl anlayıştır, nasıl ülke yönetimidir?.. Ve nasıl çelişkilerle dolu bir siyaset kadrosudur ki, dün söylediğini bugün inkár eder, dün inkár ettiğini bugün savunur!

Türkiye bunlara emanet edilebilir mi?
Yazının Devamını Oku

Telefonda Atilla Yayla

22 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Türkiye Atilla Yayla isimli bir profesörün İzmir’de AKP toplantısında Atatürk için söylediği anlamsız-aşağılayıcı sözlerle çalkalanıyor. Bu konuya dünkü yazımda ben de değinmiş ve "Atilla Yayla kafası Ankara’da, Gazi Üniversitesi’nde öğrenci yetiştiriyor. AKP toplantılarına bu gibiler boşuna çağrılmıyor" demiştim.

Dün öğlene doğru Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç bir açıklama yaptı ve bu şahıstan ders verme yetkisinin alındığını bildirdi. Çok doğru bir karardır.

Dün saat 13.00 dolaylarında asistanımız Leyla dahili telefondan arıyor. "Emin Abi Atilla Yayla telefonda. Fakat benimle çok sert ve kırıcı konuştu, biraz da tartıştık. Sizinle görüşmek istiyormuş." Bağlamasını söyledim.

Karşımda avazı çıktığı kadar bağıran bir ses... Aramızda geçen konuşmayı özetleyerek yazıyorum:

- Ben size fikir açısından meydan okuyorum. Sizinle nerede isterseniz Kemalizm’i tartışmak istiyorum. İster televizyonda, ister başka yerde. Karşıma isterseniz 8-10 kişi çıkın. Benim yaptığım şövalyeliktir. Geçin karşıma. Geçin ve kolaysa beni perişan edin.

- Beyefendi bu kadar bağırmanıza gerek yok, biraz sakin olun. Siz Atatürk için o sözleri söylediniz mi, söylemediniz mi?

- Söyledim.

- Daha ne? Ben de yazımda sizi eleştirdim.

- Ben sözünün arkasında duran adamım. Aynen söylediğimi bugünkü
(dünkü) Zaman gazetesine de açıkladım. Ben fikir adamıyım. Yazılarımı 15 günde bir Zaman’da yazarım. Ben mücadelemi sürdüreceğim. Bu memlekette ifade özgürlüğü olmayacak mı?

- Bu söylediğiniz Atatürk’e hakaret etmeyi de kapsıyor mu?

- Atatürk tartışılabilir... İfade özgürlüğü bunu gerektirir.

- Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, ders verme yetkinizin alındığını açıkladı.

- Bana tebligat henüz gelmedi. Fakat ben mücadelemi sürdüreceğim. Bundan sonra derslerimi gerekirse meydanlarda, spor salonlarında, düğün salonlarında vereceğim. Siz benim çağrıma cevap verin, televizyona çıkalım. Ya da Hürriyet’teki köşenizde bir gün siz yazın, bir gün ben yazayım ve size cevap vereyim!

- Elbette, neden olmasın! Hatta her gün siz yazın... Beyefendi, şu ses tonunuz, şu söyledikleriniz bir üniversite hocasına yakışıyor mu?

***

AKP
tarafından düzenlenen panelde Atatürk’ten "Bu adam" diye söz etmeye cüret eden Atilla Yayla belli ki çok kızmış ve ezilmişti! Kendisine iki günden beri çok sayıda küfür mesajı geldiğinden yakınıyordu. Sordum:

- Hep küfür mü geliyor?

- Hayır, öğrencilerimden de övgüler geliyor.

Kendisine bir soru daha sordum:

- Siz Liberal Düşünce Topluluğu isimli bir kuruluşun başındasınız. AB sizin topluluğunuza paralar veriyor. Bugüne kadar AB’den toplam kaç para aldınız?

- Bu sorunun sorulması bile çirkindir. Biz yasal bir kuruluşuz. Cevabını devlete sorun, öğrenin. Her şeyimiz yasaldır.

- Ben size soruyorum. Gizleyecek bir şey yok ki! AB size para veriyor, siz Türkiye’de AB adına konuşup onların sözcülüğünü yapıyorsunuz.

Epey üsteledikten sonra Atilla Yayla rakamı açıkladı:

- İki adet ifade özgürlüğü projesi için AB’den (400 artı 50) 450 bin Euro aldık. Ne var bunda!

***


Çarkın nasıl işlediğini görüyorsunuz. Türkiye’de "kayıtsız şartsız AB teslimiyetçisi" bir iktidar var. İzmir’de AKP’nin toplantısı yapılıyor. Buraya AB’ci Atilla Yayla konuşmacı olarak özellikle çağrılıyor. Kürsüde ipin ucu kaçınca, toplantıya katılan AKP milletvekilleri bile "Bu sözleri kınıyoruz" demek zorunda kalıyor!

Yayla’nın başında olduğu kuruluş AB’den paralar alıyor. Yayla ve benzerleri ülkemizde bir yandan öğrenci yetiştiriyor, öte yanda ise "ifade özgürlüğü" adı altında (Atatürk’ü aşağılamak dahil) AB’nin her alanda ve konuda sözcülüğünü yapıyor!

Türkiye’de AB fonları, kendi yandaşları olan bu gibilerin kuruluşlarına oluk gibi akıtılıyor. Mekanizma doğrusu iyi kurulmuş!

Emme basma tulumba böyle çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Bir bakan, bir komutan!.. Aradaki fark

21 Kasım 2006
HAZİNE’den Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan geçen hafta Danimarka’ya gitti. Kopenhag Havaalanı’nda güvenlikçiler tarafından üzeri aranmak istendi. Bakan şaşkındı! Orada bulunan büyükelçimiz devreye girdi. Güvenlikçilere "He is not a terrorist, he is a Turkish minister (O terörist değil, Türk bakandır)" dedi ama dinletemedi.

Ali Babacan Bey minibüsün içinde çaresiz oturuyordu. Bu bekleyiş tam 35 dakika sürdü.

Onun kişiliğinde Türkiye Cumhuriyeti aşağılanıyor, bunun farkında bile olmayan Bakan Bey minibüsün içerisinde tek başına, beklemesini sürdürüyordu.

Bu rezaletin fotoğrafları gazetelerde yayınlandı.

Sonunda üzeri aranmadı! Beyefendi minibüsten indirildi ve havaalanının arka kapılarından dışarı çıkarıldı.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi Danimarka yetkilileriyle görüşmelerini bitirdi ve dönüşte heyetimiz havaalanına bu kez yine arka kapıdan getirildi. Kargo bölümünden geçirilerek özel jet uçağına bindi ve salimen Türkiye’ye ulaştı.

Bu yüz kızartıcı davranış konusunda elbette ki AB üyesi Danimarka’ya tavır koyamazdı. Geride Türk devletinin çiğnenen onuru, ayaklar altında ezilen haysiyeti kalmıştı.

* * *

Aynı olay birkaç gün önce ABD’de yaşandı. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ergin Saygun, Washington ziyaretinde Beyaz Saray’a gitti. Orada ABD’li üst düzey yetkililerle görüşme yapacaktı.

Beyaz Saray girişinde güvenlik görevlileri, Orgeneral Saygun’un üzerini aramaya kalkıştılar.

Saygun bu küstahlığı derhal reddetti ve oteline döndü.

Olayın ötesini diplomasi muhabirimiz Uğur Ergan’ın dün bizim gazetede yer alan haberinden izleyelim:

"Olaydan haberdar olan Crouch (Saygun’un ABD’li muhatabı), Saygun’u telefonla arayarak özür diledi ve (Beyaz Saray’a) dönmesi için ricada bulundu.

Bu saygısızlığı kabul edemeyeceğini, ABD’nin daveti ile bu ülkede bulunduğunu, yapılan bu çirkin uygulamanın şahsından öte Türk halkına ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir saygısızlık olduğunu bildiren Saygun, arzu ettiği takdirde Crouch’u kaldığı otelde ağırlayacağını söyledi.

Bunun üzerine Crouch, Saygun’un kaldığı otele gitti ve görüşme gecikmeli de olsa, otelde gerçekleşti. Crouch, yapılan uygulama için Saygun’dan özür diledi."

Bu kadar.

Ali Babacan gibilere örnek olsun. Devletin onuru işte böyle korunur.

Şimdi, geçen hafta içinde yaşadığımız iki benzer olaya bakıp sonuç çıkaralım.

Birinde Kopenhag Havaalanı’nda tek başına minibüste oturan, üzerinin dedektörlerle aranmak istenmesine karşın tepki verip Türkiye’ye dönmeyi akıl edemeyen ve dönüşte kargo kapısından çıkarılan çaresiz bir AKP’li bakan...

Öbür olayda ise gerekeni derhal yapan onurlu bir asker...

Yorumu siz yapın, kararı siz verin!

AFERİN SANA BAY PROF.!

ATİLLA Yayla isimli şahıs Ankara’da Gazi Üniversitesi’nde profesör! "Liberal kafalı" biri.

İzmir’de AKP İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenen bir panele özellikle çağrılıyor. (Herhalde bizim gibiler çağrılacak değil!) Bay prof. seminerde atıp tutmaya başlıyor:

"Kemalizm (Atatürkçülük) ilerlemeden çok gerilemek demektir. Kemalizm, medeniyeti çözücü (gevşetici) bir süreçtir..."

Sonra AB ilişkilerine değiniyor:

"AB sürecinde bize neden her yerde bu adamın (Atatürk’ün) heykelleri, fotoğrafları var diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz. Bu mutlaka tartışılacaktır."

Bu sözler büyük tepki yaratıyor. Oturuma katılan AKP milletvekilleri telaşlanıyor, "Sözleri bizi değil kendisini bağlar, fikir ve ifade özgürlüğüdür" diye kendilerini kurtarmaya çalışıyor.

Bunlar AB hayranı tiplerdir. Bunların başında olduğu, ya da üyesi bulunduğu dernekleri falan vardır. Buralara AB fonları oluk gibi akar. Milyonlarca Euro’yu AB’den alırlar ve AB için çalışırlar.

Adama bakın siz!

Atatürk’ten ’bu adam’ diye söz etmeye cüret edene bakın!

Atilla Yayla kafası Ankara’da, hem de Gazi Üniversitesi’nde öğrenci yetiştiriyor.
AKP toplantılarına bu gibiler boşuna çağrılmıyor.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin (mi)!!!

19 Kasım 2006
RECEP Tayyip Erdoğan birkaç gün önce yine fena halde esip gürlüyordu:<br><br>"Hiç kimse afra tafra yapmasın. Cumhurbaşkanı’nı bu Meclis seçecek." Niçin böyle diyordu? Gayet basit... Çünkü Meclis’teki kelle çoğunluğu elinde. Aday olacak ve mayıs ayında seçilecek.

Peki ben şimdi burada bir öneri getirsem ve desem ki "Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin..."

Ciddiye alırlar mı? Elbette almazlar.

Belki de bana "afra tafra yapma" derler!

Fakat sevgili okuyucularım, arşivler böyle değil. Hele Meclis tutanakları hiç değil. Niçin?.. Çünkü bu arkadaşların çok değil bundan sadece altı yıl önce yaptıkları bir toplu girişim var.

2000 yılı mart ayındayız. Şimdi devletin arşivinden belgelemeye başlayalım:

"Fazilet Partisi Genel Başkanı Malatya Milletvekili Recai Kutan ve Doğru Yol Partisi Genel Başkanı İstanbul Milletvekili Tansu Çiller ile 185 milletvekilinin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi...

TBMM Başkanlığı’na. T.C. Anayasası’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair kanun teklifi, gerekçesi ile birlikte ekte sunulmuştur...

Genel gerekçe: Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçimi, doğrudan demokrasinin de bir uyarlaması olacaktır. Yönetenleri belirleme sürecine milletin katılması, demokrasinin kendisidir..."

Sonra değişmesi istenen Anayasa maddeleri sıralanıyor ve Cumhurbaşkanı’nı halkın nasıl seçeceği, bunun nasıl yapılacağı ayrıntılarla anlatılıyor. Seçim iki turlu olacak, ilk turda yüzde 50 oy alan aday seçilecek. Bunu başaran olmazsa, bir sonraki pazar ikinci tur yapılacak ve ilk turda en çok oy alan iki aday yarışacak. Kazanan Cumhurbaşkanı olacak.

* * *

Şimdi, bu Anayasa değişikliği önerisine 2000 yılında imza atan ve "Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin" diyen kişilere bakalım. Kim onlar?

O günlerin muhalefette olan Fazilet Partisi milletvekilleri. Onlar şimdi tam kadro AKP’de ve iktidar! İmzacıların isimleri şöyle:

Şu anda Meclis Başkanı olan: Bülent Arınç.

Şu anda AKP’li hükümet üyeleri: (Tam dokuz adet.) Hüseyin Çelik, Abdullah Gül, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin, Abdüllatif Şener, Vecdi Gönül, Ali Coşkun, Abdülkadir Aksu, Osman Pepe.

Şu anda parti yöneticisi ve milletvekili olanlar: (Tam 39 adet) Necati Çetinkaya, Mahfuz Güler, Zülfükar İzol, Dengir Mehmet Fırat, Salih Kapusuz, Altan Karapaşaoğlu, İsmail Özgün, Sabahattin Yıldız, Nevzat Yalçıntaş, Ramazan Toprak, Mustafa Baş, Yahya Akman, Osman Aslan, Mehmet Çiçek, Özkan Öksüz, Ali Sezal, Mehmet Elkatmış, Avni Doğan, Zeki Ergezen, Hüseyin Kansu, İlyas Arslan, Maliki Ejder Arvas, Ergün Dağcıoğlu, Sait Açba, Faruk Çelik, Remzi Çetin, Abdullah Veli Seyda, Musa Uzunkaya, Eyüp Sanay, Tevhit Karakaya, İsmail Alptekin, Eyüp Fatsa, Mahmut Göksu, Şükrü Ünal, Azmi Ateş, Nurettin Aktaş, İrfan Gündüz, Akif Gülle, Mehmet Özyol.

Yani bugün Meclis’te olan toplam 49 adet AKP milletvekili! Geçmişte Fazilet Partisi milletvekili olanlar.

İçlerinde Meclis Başkanı var, parti yöneticileri, başkanvekilleri, ne ararsanız var! Tek eksik Tayyip Erdoğan, çünkü o sırada milletvekili değil.

Onlar o gün Milli Görüş çizgisindeki Fazilet Partili idi. Sonra "değiştiler" ve AKP’li oldular!

Altı yılda köprülerin altından çok sular geçti. O zaman "Cumhurbaşkanı’nı halk seçsin" diye önergeler veriyor, Anayasa değişikliği istiyorlardı. Milli Görüşçü Fazilet Partisi Manisa milletvekili, büyük Türk büyüğü, önemli devlet ve hükümet adamı Bülent Arınç Meclis kürsüsünde haykırıyor, "Halk seçmelidir" diyordu. (Meclis çoğunluğu bu öneriyi reddetti.)

* * *

Belki şimdi o attıkları imzaları bile unutmuşlardır! Bugün böyle bir şey söyleseniz tüyleri diken diken olur, gülerler, bunu söyleyene "Saçmalama yaaa, Cumhurbaşkanı’nı mutlaka Meclis seçmeli" derler. Niçin?..

Çünkü onlar hep birlikte değişti!

Ama sadece işlerine gelen konularda, topluca ve fena halde değiştiler!

Zaten değişince böyle değişeceksin! Dün ak dediğine bugün hiç utanıp sıkılmadan kara diyecek, dün tu kaka ilan ettiğinin bugün peşinden koşacaksın. Kendin için yarar umuyorsan 180 derece dönüp sapacaksın!

Anımsayınız, o günlerde Fazilet Partisi milletvekili olan Abdullah Gül de Meclis kürsüsünden şöyle haykırıyordu:

"Bu AB masalını unutalım. Bizi hiçbir zaman almayacaklar. Bizi kapıdaki kulübeye koyacaklar. Kendi kendimizi aldatmayalım..."

Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşarlar! Ama arşivler unutmuyor. Arşivler asla yalan söylemiyor.

Helal olsun onlara! Helal olsun bu tutarsız siyaset kadrosuna!
Yazının Devamını Oku

AB masalı biterken

18 Kasım 2006
ÖZELLİKLE AKP iktidarı döneminde bizi AB masalı ile uyutmaya kalkıştılar. Önce başarılı da oldular. Bütün olanakları kullanıp insanlara umut pompaladılar. "AB’ye gireceğiz, demokrasi gelecek, insanımız refaha erecek. Vatandaş pasaportunu cebine koyduğu gibi soluğu Avrupa’da alacak, türban serbest olacak!.."

Tamamı yalandı. AB’nin bizi asla almayacağını çok iyi biliyorlardı. Ancak AB’nin, iktidarın işine gelen çok önemli bir koşulu vardı.

Asker söz sahibi olmaktan çıkarılacak, devre dışı bırakılacak.

AB masalına
bizimkilerin en büyük sarılma nedeni buydu. Asker devre dışı kalınca istedikleri gibi at oynatacaklar, gerici kadrolaşmayı rahatça sürdüreceklerdi. Dikensiz gül bahçesi böyle yaratılacaktı.

Fakat bu süreçte ilginç gelişmeler oluyor, bazı AB ülkelerinden Türkiye için "istemezük" sesleri yükseliyordu. Acı gerçekler ortaya çıkıyordu.

Bazı AB ülkeleri Türkiye’de teröre destek veriyor, ülkenin bölünmezliğine karşı tavır koyuyor, fikir ve ifade özgürlüğü adı altında bu kesimlere destek oluyordu.

Ancak işler bununla da kalmıyordu. Yasalarımız onların istediği doğrultuda değişmeliydi. Kıbrıs elden çıkarılmalıydı. Asker tamamen susmalıydı. Serbest dolaşım asla olmayacak, vize olayı sürüp gidecekti.

* * *

Bizim iktidar bunların kapılarında elpençe divan bekledi, ne istedilerse verdi, kabul etti. Fakat son aylarda jetonları düşmeye başladı.

Gördüler ki, AB doymak bilmez bir canavardır, ne verseniz doyması söz konusu değildir.

Toplumdan sesler, protestolar yükselmeye başladı. Toplum bu işin içyüzünü, nasıl kazıklar yediğimizi görmeye başladı.

Övünmek gibi olmasın, bu süreçte bizlerin de önemli katkısı oldu. Kitleleri uyandırdık, işin sonunu gösterdik. Ne dedi isek aynen çıktı. En ufak bir yanılgımız bile olmamıştı.

Ben şahsen hep şunu yazdım ve söyledim:

"AB’ye adam gibi, onurumuzla gireceksek evet. Ama böylesine hayır."

Şimdi geldiğimiz noktayı herkes görüyor. Doymak bilmeyen canavara ödün üstüne ödün veren, onların istediği yasaları tek tek çıkaran, kapılarında yalvarıp yakaran hükümet bile gerçekleri gördü.

Örneğin bu nedenle, Türkiye’de kıyamet kopacağı için Kıbrıs’ın satışı yapılamadı.

AB’den gelen aşağılayıcı, onur kırıcı davranışlar artık hükümeti de rahatsız etmeye başlamıştı.

Son Ali Babacan olayı bunun somut örneğidir. Düşünün, Türkiye Cumhuriyeti devletinin diplomatik kırmızı pasaport taşıyan bir bakanının üstü, bir AB ülkesi olan Danimarka’da aranmak isteniyor!.. Özür dilemek bu hakareti değiştirir mi?

Bunların olacağı elbette belliydi. Zaten her gün yüzlercesi oluyor, her gün yüzlerce vatandaşımız vize kuyruklarında ve sınır kapılarında bunlar tarafından aşağılanıyor. Ama onları duyan yok, gören yok.

* * *

Şimdi yapılan anketlerde hep aynı sonuç çıkıyor. "Türk milleti AB umudunu yitirdi!" Umut zaten yoktu.

Sadece bir masal vardı, o sona erdi.

Dahası, ülkemizdeki en hızlı AB savunucuları bile artık dönmeye, "Eyvah, ne yapsak" diye hayıflanmaya başladı.

Bu iktidar AB kapılarında yalvardı, rica minnet etti. Ülkemizin onuru ayaklar altında çiğnendi. Küçücük Kıbrıs Rum Kesimi bile bize posta koyabildi. AKP iktidarı bunların hepsini sineye çekmedi mi?

Belki aklınıza şu soru gelebilir: "İyi ama AB bizimle niçin bu kadar ilgileniyor? Niçin kestirip atmıyor?"

Yanıtı çok basit...

Çünkü bütün dünya gibi, AB de bizim 75 milyonluk kocaman bir tüketim pazarı olduğumuzu biliyor ve sırtımızdan büyük kazanç elde ediyor. Siz olsanız böyle doymamış bir pazarı ani darbelerle elden mi kaçırırsınız, yoksa kuşu kafeste mi tutarsınız!

Kuş kafeste olacak ki, yeri geldiğinde okşayın, yeri geldiğinde aşağılayın, ya da biraz mama verin...

Ve size muhtaç olduğunu hep bilmesini sağlayın.

Kıbrıs’ı satsalar, ülkeyi bölseler, Türk ordusunu tümüyle tasfiye etseler bile AB’nin bizi almayacağı kesinleşti.

20 yıl, 50 yıl sonra ne olur? Ben bugün ve önümüzdeki birkaç yıl için konuşuyorum, ötesini bilemem.

İktidarın topluma yaptığı AB takviyeli uyku ilacı şırıngasının suyu tükendi, masal bitti. Oyları sürekli düşen AKP masalıyla birlikte!
Yazının Devamını Oku