Emin Çölaşan

Kısa kısa Türkiye...

17 Kasım 2006
EMEKLİ Korgeneral Nevzat Bölügiray’dan mektup aldım. Pek çok konuya değiniyor ama biri özellikle önemli. Askerin endişesini dile getirirken soruyor: "Tayyip Erdoğan veya aynı kafada bir yandaşının -hiç fark etmez- cumhurbaşkanı olması durumunda, laik rejimin güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta katının, onların istediği gibi biçimlendirilmesi nasıl önlenecek? Bu biçimlendirme Milli Savunma Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı imzalarıyla yapılıyor.

Şimdi düşünelim, kararnamede Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Başbakan Abdullah Gül ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzaları olacak ve TSK komuta kademesiyle bile istedikleri gibi oynama olanağını bulacaklar..."

Gerekirse TSK’nın kurallarını bile çiğnemeyi göze alacaklar. Bölügiray Paşa çok duyarlı bir konuyu gündeme getiriyor. Bu üçlü eliyle önümüzdeki 30 Ağustos’tan başlayarak ciddi sıkıntılar olabilir. Türkiye bu sıkıntıları göğüsler ve boyun eğer mi? Hayır. Önümüzdeki süreç çok zorlu ve gergin geçecek.

* * *

Eğitimde "millilik" kavramını yok ettiler, eğitimi hurafelere ve kendi seçmece kadrolarına teslim ettiler. Birkaç gün önce Ankara’da Eğitim Şûrası topladılar. Çağrılanların büyük bölümü kendi adamlarından ve elemanlarından oluşuyordu. Kendin pişir kendin ye yöntemiyle kararlar aldılar, oyladılar, kabul ettiler!

Hüseyin Çelik isimli şahsın getirdiği önerilere hangi bürokrat, hangi öğretmen, hangi müdür karşı çıkabilirdi? Karşı çıkan, başına neler geleceğini elbette bilirdi.

Bağımsız kişi ve kuruluşlar ise komedinin bu kadarına dayanamayıp şûra toplantılarını terk ettiler.


Göstermelik şûranın neredeyse tek amacı, üniversiteye girişte imam hatip okullarına eşit katsayı uygulanması idi. Göstermelik oylamalarla, yaptırımı olmayan kararları kabul ettiler. Şimdi Hüseyin Çelik isimli Eğitim Bakanı ve ekibi, bu kararlara dayalı olarak demeçler verecekler, YÖK’ü suçlayacaklar.

Demek ki ülkemizde eğitimin tek sorunu imam hatiplilerin üniversiteye girişi imiş ve şûra bunun için toplanmış.

Seçime az kaldı! Türban sorununu bilerek çözmediler. Ellerindeki sömürü oyuncağını bırakmadılar. Şimdi aynı numarayı imam hatipler için yapıyorlar. Bunu da çözmeyecekler ama topluma "biz elimizden geleni yaptık" diye masal okuyacaklar. Bu kez imam hatip sömürüsüyle oy avcılığına çıkacaklar.

* * *

Meclis, kaçakçılık yasa tasarısını görüşüyor. Hayali ihracatçılara af geliyor. Niçin geliyor?.. Çünkü Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da Al Baraka’daki yöneticiliği döneminde hayali ihracat olaylarına karıştı. Ancak milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle yargılanamıyor.

AKP iktidarı şimdi hayali ihracat yapıp devleti soyanlara af getiriyor.

Radikal Gazetesi’nin dünkü manşeti her şeyi açıklıyordu: "Yedinci kez af girişimi. Kurtarın Kemal Abi’yi, bitsin bu komedi!"

* * *

Devlete, Hazine’ye ve BOTAŞ’a katrilyonlarca lira, yüz milyonlarca dolar borçlu olan ve bunları ödemeyen, parası olduğu halde ödemeyeceğini açıklayan bir Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ona bağlı EGO isimli kuruluşu düşünün!


Doğalgaz parasını halktan peşin alıp cebe atanlar, BOTAŞ’a para ödemiyor! Peki bu paralar nereye gidiyor? Durum öyle ki, BOTAŞ, EGO’nun banka hesaplarına haciz koydurdu. Borcun bir bölümü ödenince haciz kaldırıldı.

Kamu kuruluşları arasında laçkalaşan katrilyonluk para hikáyeleri.

Bu tablo karşısında Enerji Bakanı açıkladı: "EGO’yu özelleştireceğiz."

Peki özelleştirme öncesinde, bu olanların sorumlularından hesap sorulmayacak mı? Onların tamamının AKP’li olması, hesap sorulmasına engel mi?

Dahası da var. Katrilyonluk borcu olan bir kuruluşu kime, nasıl ve hangi koşullarla, kaça satacaksınız? Kötü yönetilen bir kamu kuruluşunun elden çıkarılmasına neden olanlara bir yaptırım uygulamayacak mısınız?

Bunların yaptığının ceremesini halkın çektiğini, bunların yüzünden doğalgaza bu yıl yüzde 27 zam yaptığınızı unuttunuz mu?

Bu devletin Başbakan’ı, bakanları, teftiş kurulları nerede? Bunlar araştırılmazsa Türkiye’de ne araştırılır? Particilik bu boyuta mı vardı?

Sevgili okuyucularım, sizlere Türkiye gündeminden birkaç olayı kısaca sundum. Devlet Bakanı Ali Babacan’ın Danimarka’ya girerken yarım saat havaalanında bekletilip üzerinin aranmak istenmesine, Türkiye’nin saygınlığının bu iktidarın elinde ne duruma düştüğüne değinecek yer kalmadı!

Kısaca yazdığım bu konular, ülkemizin nerelere sürüklendiğinin göstergesidir.

İster gülün, ister ağlayın, ister kara kara düşünün! Karar sizindir.
Yazının Devamını Oku

Hanımefendi sıktınız artık

16 Kasım 2006
BÜLENT Ecevit’in vefatı sonrasında burada iki yazı yazdım. 9 Kasım tarihli yazımın başlığı "Çocuk oyuncağı değil bu". 12 Kasım tarihli yazımın ikinci başlığı ise "Ve yine hanımefendi". Bu yazıları internetten bir kez daha okumanızı öneririm. O sırada Hanımefendi’nin, eşinin naaşını Devlet Mezarlığı’ndan aldırıp başka bir yere gömdüreceği biliniyordu. Ancak bunu kendi ağzıyla henüz itiraf etmemişti. Şimdi etti.

Bu Hanım’ın sadece yaşına saygı duyuyorum ve bu nedenle, içimden öyle geldiği halde daha ağır bir yazı yazmaya elim varmıyor.

Bülent
Bey, GATA’da tam 172 gün yattı. Hanımefendi cenaze törenini altı gün bekletti. Bu kaprisine kimse bir şey demedi... Çünkü herkesin Bülent Bey’e saygısı vardı.

Naaşın Devlet Mezarlığı’na gömülmesi karara bağlandı. Hanımefendi buna itiraz etmedi. Ancak naaşı orada bırakmayacağını, aileye en yakın gazeteci olan Fikret Bila açıkça yazdı.

Eski cumhurbaşkanları ve Milli Mücadele komutanları için kurulan Devlet Mezarlığı’na Bülent Ecevit’in gömülmesi için acele yasa çıkarıldı.

AKP iktidarı bu yasayı da hemen kendisine yonttu! Eski başbakanların ve Meclis başkanlarının da buraya gömülmesini kabul etti.

Böylece Cumhuriyet rejiminin, laikliğin, devrimlerin bazı en büyük düşmanlarının, hatta hırsızlıktan, yolsuzluktan yargılanan bazı eskilerin de buraya gömülmesi, yasaya acele tarafından sokuşturuldu.

Eşinin cenazesini altı gün bekleten bizim Hanımefendi, Devlet Mezarlığı’na itiraz etmedi. Eşi tam 172 gün boyunca GATA’da yatarken, başka bir mezar yeri aramak da herhalde aklına gelmemişti!

Şimdi olayları yeniden ve kısaca özetleyelim:

1- Eşi hasta. Eşi vefat ediyor. Hanımefendi mezarı konusunda hiçbir şey söylemiyor. Devlet töreniyle Devlet Mezarlığı’na gömülmesini kabul ediyor.

2- Eşinin Devlet Mezarlığı’na gömülmesi için yasa çıkarılıyor.

3- Devlet seferber ediliyor, devlet töreni yapılıyor. Altı gün boyunca beklettiği törene Cumhurbaşkanı, hükümet üyeleri, komutanlar, askerler ve on binlerce insanımız katılıyor. Naaş Devlet Mezarlığı’nda toprağa veriliyor.

4- Hanımefendi şimdi bir kez daha piyasaya çıkıp ağzıyla konuşmaya başlıyor: "Biz Bülent için Gölbaşı’nda arazi satın alacağız, mezarını oraya taşıyacağız."

5- Amacı -Allah gecinden versin- kendisi de vefat ettiğinde o araziye birlikte gömülmek. Anıtmezar ikisi için yapılacak!

* * *

Hiç kimse kusura bakmasın da, artık işin iyice cılkını ve suyunu çıkardı.

Devlet işi ayrıdır, iki kişi arasındaki aşk-sevgi-60 yıllık evlilik vesaire ayrıdır. Kafasındaki plan şöyle:

1- Hanımefendi arazi arayacak. Çankaya Belediyesi veya ODTÜ Rektörlüğü tarafından kendisine, birlikte gömülecekleri anıtmezar için arazi verilmesini isteyecek. Ya da parayı bastırıp mezar arazisi satın alacak.

2- Sonra Bakanlar Kurulu’na başvuracak. Bakanlar Kurulu yeniden kararname çıkarıp Hanımefendi ile eşinin yeni yapılacak anıtmezara gömülmesine izin verecek. Böylece Bülent Bey’in naaşı Devlet Mezarlığı’ndan alınacak, yeni yerine gömülecek.

Burada bir kez daha uyarıyorum. Çankaya Belediyesi, ODTÜ Rektörlüğü ve Bakanlar Kurulu bu oyuna gelmemelidir. Hükümet bu konuda tavrını koydu. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, "Biz görevimizi yaptık, mesele bizim açımızdan bitmiştir" dedi.

* * *

Rahşan Ecevit
bu sonsuz kaprisleriyle aynı anda hem devlete, hem de topluma en büyük saygısızlığı yapıyor. Eşi 172 gün hastanede yatarken, cenazeyi altı gün bekletip tören düzenletirken bunları düşünmedi mi? Elbette düşündü ama renk vermedi...

Çünkü amacı bir taşla iki kuş vurmaktı.

Önce devlet töreniyle Devlet Mezarlığı olacak, sonra eşiyle birlikte kendisinin de gömüleceği anıtmezar işini ayarlayacaktı. İlki yapıldı. Ama ikincisi yapılmaya kalkışılırsa kıyamet kopar.

Merwe Kawakcı
isimli bir ABD vatandaşı 1999 yılında milletvekili seçilmiş ve Meclis’in ilk oturumuna kafasında türbanla gelmişti. Bülent Bey, Meclis’te haykırıyordu:

"Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Bu hanıma haddini bildirin."

Şimdi aynı cümleleri birileri, Hanımefendi’nin yüzüne karşı haykırıp haddini bildirmeli.

Eşinin dirisi üzerinden elini bir dakika olsun çekmedi, bari ölüsünden çeksin, kemiklerini sızlatmasın.

Ayıptır yahu, ayıptır. Ölüm üzerinden duygu sömürüsünün bu kadarı devlete, millete, Karaoğlan’ı sevenlere ve en başta kendi eşine yapılacak en büyük saygısızlıktır.


Bunu anlamıyor mu? Anlamıyorsa, çevresinde anlatacak kimse yok mu?
Yazının Devamını Oku

Avrupa kültür başkenti(!) İstanbul

15 Kasım 2006
AB bize çok, çok büyük kıyaklar yapıyor. En son kıyak: "İstanbul, önceki gün yapılan törenle 2010 yılı Avrupa kültür başkenti ilan edildi." Komşunun tavuğu komşuya kaz görünürmüş. Nasıl bir "kültür başkenti" olacak İstanbul?

Yağmur yağsa da, yağmasa da felç olan trafiği ile mi?

Altyapı yokluğu ile mi?

Her yeri kazılmış, altüst edilmiş, devletin ve milletin paralarını toprağa gömen, har vurup harman savuran İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile mi?

Soyulmamış ev ve işyeri neredeyse kalmamış bir kent. Gasp, kapkaç, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş, kaçakçılık, rüşvet ve bütün suçlar almış başını gidiyor. Türkiye genelinde olduğu gibi polis sindirilmiş. Yaklaşık l5 milyon nüfusunun yarısı açlık çekiyor. Sokaklar suçlu dolu. Gece ve gündüz her an gasp, kapkaç kurbanı olabilirsiniz. Polis özellikle hırsızlık olaylarından bunalmış, işin ucunu bırakmış.

İmar yağması, rant paylaşımı almış başını gidiyor.

Türkiye genelinde olduğu gibi vurulan her kazmada yolsuzluk, avanta, hortum, partili yandaşları zengin etme var.

Kısaca anlattıklarım, İstanbul’u "Avrupa’nın kültür başkenti" yapmaya fazlasıyla yeterlidir!

Yakışır!

Bu "müjdeli" kültür başkenti (!) olma haberini dün Turizm Bakanı Atilla Koç açıkladı. Açıklarken inanın ki uyumuyordu!

En azından gözleri açıktı.

Bu kez uyuyanlar Ankara’da idi! Başkentte toplanan Milli Eğitim Şûrası toplantısında Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik konuşurken, onu dinleyenlerin büyük bölümü uykuya dalmıştı. Dün gazetelerde fotoğraflarını görmüş olmalısınız.

Cumhurbaşkanı Sezer bu toplantının hangi amaçla yapıldığını iyi biliyordu. Bu yüzden katılmadı, mesaj da göndermedi. Laik ve milli eğitimi yok edip yerine hurafeleri getiren Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in düzenlediği ve çoğunluğun horul horul uyuduğu toplantıya karşı en güzel tavrı sergilemiş oldu.

FETHULLAH GÜLEN BAĞIŞI

DÜN yine gazetelerde okuyunca şaşırdım. ABD’de yaşayan Fethullah Gülen adına, cemaati ilginç bir "bağış" yapmış.

Bağış miktarı 2 milyon dolar!

Bağışın yapıldığı yer ABD’de Hartford Seminary papaz okulu. Dünya üzerinde Hıristiyanlığı yaymak için çalışan bir misyoner okulu.

Cemaat adına bağışı yapan ise Fatih Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi Ali Bayram. Bu üniversite zaten Fethullah Gülen cemaatine ait.

Bağışın nedeni ise, papaz okulunda modern İslam üzerinde araştırma yapılmasını sağlamakmış!

Papaz okulunun başı 2 milyon doları alınca memnuniyetini dile getirmiş ve cemaate teşekkürlerini iletmiş. Bunun, aldıkları en büyük para yardımı olduğunu söylemiş.

Bu paranın nereden, hangi kaynaklardan elde edildiğini elbette bilemeyiz. Ancak Gülen cemaati ile ABD-AB ve Hıristiyanlar arasındaki yakın ilişki ortada.

Şimdi Türkiye’de geçerli akçe şu:

Bir yanda insanları Müslümanlığı kullanıp içine alacaksın, türban sömürüsü yapacaksın, öbür yanda ise Hıristiyanlara selam gönderip gerekirse para vereceksin! Meclis’te Vakıflar Yasası çıkarıp azınlık vakıflarını ihya edeceksin ki, AB ve bilumum Hıristiyanlara hoş görünesin!

Böyle ikili oynayacaksın.

Vay benim bunlara kanan insanlarım!


İçki cezası

AKP’li Üsküdar belediyesinin görevlileri, parklarda ve korularda içki içenleri yakalıyor! Geçtiğimiz ağustos ayında 220 kişiye adam başı 132 YTL para cezası kesiyor. Üstelik isimlerini belediyenin internet sitesinde yayınlıyor.

Bu nasıl çağdışı bir uygulamadır?

Bu kafalar nerede yaşıyor?
Burası İran mı, Suudi Arabistan mı, Afganistan mı, neresi?

Yoksa içki ve tütün içenlerin yakalanıp falakaya yatırıldığı 4. Murad dönemini mi hortlatmaya çalışıyorlar?

Bunlar bu kafalarla mı AB’ye girmeye kalkışıyor?

Ahhh, ellerinde tam güç ve yetki olsa daha neler yapacaklar da, onu yapamıyorlar.
Yazının Devamını Oku

İmralı rezaleti

14 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bir an için belleğinizi zorlayın ve dünyanın bütün ülkelerini, hangi kıtada olursa olsun gözlerinizin önünden geçirmeye çalışın. ABD, Kanada, Brezilya, Bolivya, Avustralya, Japonya, Rusya, Sudan, Cezayir, Moritanya, İngiltere, Belçika, İtalya, İsveç, Danimarka, Kuveyt, Moğolistan...

Sayın sayabildiğiniz kadar!.. Ve bir şeyi daha düşünün: Rejimi ne olursa olsun, bu ülkelerin herhangi birinde korkunç bir terör örgütü var. Bu örgüt o ülkenin anasını ağlatmış ve 40 bin’e yakın insanın can vermesine neden olmuş.

Bu ülkelerden birinde olsun, o örgütün gazete çıkarmasına izin verilir mi? Cezaevindeki örgüt liderinin sık sık avukatlarıyla görüşme perdesi ardına gizlenerek neredeyse "basın toplantısı" yapmasına, örgütüne taktik ve mesaj vermesine, devlete posta koymasına izin verilir mi?

Böyle bir ülke biliyorsanız, ismini lütfen bana iletin!

* * *

Bundan birkaç gün önce Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Salih Zeki Çolak’ın gazeteciler için düzenlediği kokteyle Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa da geldi. Epeyce söyleştik. Kulaklarımla duyduğum şu sözleri aynen Büyükanıt Paşa söyledi:

"Dünyanın neresinde terör örgütünün gazete çıkarmasına izin veriliyor? Bizde ise maalesef gazete bile çıkarıyor."

Düşünün, Genelkurmay Başkanı bile yakınıyordu.

Evet, bu gazete Türkiye’de özgürce çıkıyor. PKK’nın yayın organı, işlevini fütursuzca sürdürüyor.

* * *

Avukatları geçen hafta yine İmralı ziyareti yapmış. Öcalan’ın söylediği her söz, ertesi günden başlayarak PKK gazetesinde çarşaf çarşaf yer aldı. Belli ki İmralı’da saatler boyu ve özgürce görüşmüşler. İşte manşetler:

11 Kasım 2006 Cumartesi. "Öcalan: Şimdiden söylüyorum. Ateşkes konusunda mayıs ayına kadar bekleriz. O tarihe kadar olumlu adımlar atılmazsa arkadaşlardan (örgütten) özür dileyeceğim, biz elimizden geleni yaptık diyeceğim. Ondan sonra ne yapacaklarına kendileri karar verirler! Kimse benim sorumlu olduğumu iddia etmesin. İmha dayatılırsa (operasyonlar sürerse) onlar da kendilerini korumak için savaşacaktır. Gerçekten çözüm isteniyorsa ve gerekli adımlar atılırsa, o zaman biz PKK’yı dağdan indirmek için elimizden geleni yaparız."

Sonra ekliyor: "Zaten bizim isteklerimiz AB’nin istekleriyle örtüşüyor. AB, Kürt sorununu çözmemiş bir Türkiye’yi kabul etmez... Tek başına af ile bu sorun çözülmez. Kim kimi affedecek? Affedenleri kim affedecek? Hatta onların daha çok affa ihtiyacı olacak..."

12 Kasım 2006 Pazar. "Öcalan: Milliyetçilik gelişiyor. Bir fayda getirmez. Türkiyelilik kimliğini geliştirelim..."

Bunları çok özetle yazdım.

* * *

Adam hükümlü. Fakat avukatları sürekli yanında! Öcalan konuşuyor, avukatları not alıyor ve bunlar ertesi günden başlayarak PKK gazetesinde tefrika halinde yayınlanıyor. Adam oradan örgütüne taktik veriyor. Devlete aba altından sopa gösteriyor.

Terör örgütünün propaganda çarkı olanca hızıyla çalışıyor.

Demek ki Türk devleti, bu çarkı durduramıyor! Niçin?

Çünkü adamın arkasında AB var ve hükümet AB’den korkuyor. Ne yazık ki gerçek bu.

Devletin yargısına bir soru daha sorayım: Bu nasıl avukatlıktır? Kendisinin Türkiye’de görülmekte olan, devam eden bir davası mı vardır? Hayır! Hüküm giymiş ve kesinleşmiştir.

Varsayalım avukatları İmralı’ya yurtdışında bakılan bir dava için gidiyorlar. Peki o halde, davasıyla ilgisi olmayan bu görüşmelerin ve kendisinin sözlerinin PKK gazetesinde -avukatları eliyle- çarşaf çarşaf yayınlanmasının yasal gerekçesi nedir? Bu iş avukatlık mesleğinin hangi kuralı ile bağdaşmaktadır?

Bu soruların yanıtı yok.

Eğer olsaydı, ülkenin Genelkurmay Başkanı, özellikle gazetecilerin önünde içtenlikle "bu nasıl iştir" diye sormak ve sıkıntısını dile getirmek zorunda kalmazdı.

Pekiii, yukarıdaki soruların muhatabı kim? Elbette hükümet!.. Çünkü AB virüsü onları hücrelerine kadar sarmış durumda.

Var mı ortada bu ziyaretlerin sadece "avukatlık mesleğinin gereklerine uygun" geçmesini sağlayacak, AB’den korkmayan bir "babayiğit" hükümet?

Yok.

Direktif ve taktiği İmralı’dan alan örgüt... Sonra şehit cenazeleri... Ve bir yanda İmralı rezaletine göz yuman, öte yanda ise cenazeler kalkarken "çok üzgün" olduğunu söyleyen hükümet yetkilileri!..

Vay benim ülkem vay.
Yazının Devamını Oku

Türk insanının çelişkisi

12 Kasım 2006
BÜLENT Ecevit dün toprağa verildi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Cenaze töreni kalabalıktı, görkemliydi. Kitleler "Halkçı Ecevit... Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganı atıyordu. Başbakan ve hükümet üyeleri, cuma günü Anıtkabir’de olduğu gibi camide yine protesto edildiler.

Dün cenaze törenini izlerken düşündüm... Böylesine sevilen ve saygı duyulan Ecevit’in partisi, 3 Kasım 2002 seçiminde niçin sadece ve sadece yüzde bir oy alabilmişti? Hem de seçime gidildiğinde Ecevit başbakandı.

Burada bir çelişki vardı.

Yukarıdaki soruya benim yanıtım şudur: Ecevit olayına iki aşamalı bakmak gerekir. İlki yılların siyasetçisi, parti genel başkanı, Kıbrıs çıkarması döneminin başbakanı, muhalefet lideri, sonra yine başbakan Ecevit.

Sorun işte bu son aşamada düğümleniyor. Son başbakanlığında Ecevit hasta. Yürüyemiyor. Düzgün konuşamıyor. Unutuyor. Uzun süre hastanede yatıyor.

İşte bu olay onu siyasette bitirdi. İstifa etmesi gerekirken ısrarla etmedi. Artık sözü geçmiyor, saygınlığını yitiriyordu.

O dönemin başbakanı Bülent Ecevit’i ben de yazılarımda sert bir biçimde eleştirdim.

Başında bulunduğu koalisyon hükümeti, durup dururken seçim kararı aldı... Ve AKP iktidar oldu. Türkiye onların eline teslim edildi.

Dünkü görkemli cenaze töreni hepimize bir şeyi, bir kez daha kanıtlamış oldu. Biz duygusalız. Ölenlere, hayatta iken gösterdiğimizden çok daha fazla saygı gösteriyoruz. Ya da insanların değerini ölünce anlıyoruz.

Dün izlerken yine düşünüyordum... Bu törenlere katılan, gözyaşı döken, slogan atan kitlelerin bir bölümü seçimde Ecevit’in partisine oy verseydi, o parti en azından yüzde bir oy alıp siyasetin dışına itilmiş olmazdı.

Bunlar Türkiye’ye özgü ilginç olaylardır. Belki sosyologların, bilim adamlarının ciddi biçimde irdelemesi gereken değişik hadiselerdir.

VE YiNE HANIMEFENDi!

Bülent Ecevit için özel yasa çıkarıldı, Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yakın gelecekte ilginç olaylar yaşayacak gibiyiz! Bunu Ecevit ailesinin en yakını olan gazeteci arkadaşımız Fikret Bila dün Milliyet’te bir kez daha ve kesin bir dille yazdı. Yazının başlığı, "İkinci kabir ODTÜ ormanında hazırlanacak". Özetliyorum:

"Daha önce yansıttığımız gibi, Rahşan Ecevit, Devlet Mezarlığı’nı Bülent Ecevit için ebedi istirahatgáh olarak düşünmüyor. Devlet Mezarlığı’nı geçici bir kabir olarak düşünüyor... Bülent Ecevit’in ebedi istirahatgáhı olarak ayrı bir kabir hazırlığı yapılıyor. Burası büyük olasılıkla Oran’daki ODTÜ ormanında, Rahşan Ecevit’in seçeceği bir yere yapılacak. Rahşan Hanım, Bülent Ecevit’in devlet mezarlığına defnedilmesinden sonra, asıl kabir için yapılacak hazırlıklarla ilgilenecek."

Şimdi Hanımefendi’ye sormak gerek! Eşiniz 172 gün hastanede kaldı. Aklınız neredeydi? Devlet Mezarlığı’na niçin razı oldunuz? Oyun mu oynuyorsunuz?

Bir insanın Devlet Mezarlığı’na gömülmesinden daha büyük onur, daha büyük şeref var mıdır? Ama belli ki, Hanımefendi bunu içine sindiremiyor. Eşinin oraya gömülmesine "geçici olarak ve lütfen" razı olduğu anlaşılıyor.

İstediği, evlerinin tam karşısındaki ODTÜ ormanına -birlikte- gömülmek!.. Ve bu amaçla kendisine de anıtmezar yeri ayarlamak!

Bir süre sonra ilgili makamlara başvuruda bulunup şöyle diyecek:

"Biz yeni yer bulduk, Bülent’in naaşını Devlet Mezarlığı’ndan alıp oraya gömeceğiz. Orada ikimiz için anıtmezar yaptıracağız. Devlet Mezarlığı’ndan çıkarılması için gerekli işlemin yapılması!.."

Kimse kusura bakmasın. Bir cenaze töreninin hemen ardından bunları yazmak istemezdim. Ama insan bazen istemediği, hoş olmayan şeyleri de yazmak zorunda kalıyor. Yazdıranlar utansın.

Birkaç gün önce de aynı konuyu yazmıştım: Devlet Mezarlığı’na gömülmek çocuk oyuncağı değildir.

Şimdi bu doğrultuda neler olacağını izleyelim:

1- ODTÜ veya Çankaya Belediyesi, Hanımefendi’nin kaprisi doğrultusunda bir anıtmezar yeri -arazi- ayarlayıp onlara tahsis edecek.

2- Ecevit ailesinin bu anıtmezara gömülmesi için yeniden Bakanlar Kurulu kararı çıkarılacak.

Şimdi burada uyarıyorum ve istirham ediyorum:

Bülent Ecevit, toplumun her kademesinden en büyük saygıyı gördü ve Devlet Mezarlığı’na defnedildi. Bu saygıya Cumhurbaşkanı, hükümet, Genelkurmay ve yüzbinlerce insanımız dahil.

Gerek ODTÜ Rektörlüğü ve gerekse Çankaya Belediyesi, yeni bir anıtmezar projesini derhal unutmalıdır.

Bakanlar Kurulu, yeri ve zamanı geldiğinde bu duygu sömürüsüne alet olmamalı, kararname çıkarmayı reddetmelidir.

Hanımefendi ise artık kaprislerine bir son vermeyi öğrenmeli, bu kadarının ayıp ve topluma saygısızlık olacağını bilmelidir.

Yeter artık!
Yazının Devamını Oku

Bugün!

11 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Ankara’da bugün neler olacağını gerçekten merak ediyorum. Ecevit için cenaze töreni düzenlenecek. Ecevit’in ölümüyle birlikte ülkemize özgü kuralsızlık-abukluk olaylarını bir kez daha yaşadık.

Hanımefendi’nin herkesi şaşkına çeviren isteği doğrultusunda cenaze tam altı gün bekletildi.

Osmanlı dönemini bilmem! Ama Türkiye Cumhuriyeti tarihinde benzer bir olay Atatürk’ün ölümü sonrasında yaşanmış, cenaze 21 Kasım 1938 günü Ankara’da -Etnografya Müzesi’nde- toprağa verilmişti. Atatürk’ün ölümünden sonra tam 11 gün geçmişti.

Ama bunun nedenleri vardı. O büyük insanın naaşı o günkü teknolojiyle tahnit edilecekti.

İkincisi ve daha da önemlisi, Atatürk’ün cenaze töreni için yurtdışından heyetler gelecekti. O günlerin ulaşım koşullarında heyetlerin gelmesi, çok zaman alan bir olaydı. Onların beklenmesi gerekiyordu.

Nitekim ABD, Japonya, Sovyetler Birliği, İngiltere, Yunanistan gibi çok sayıda ülkenin devlet adamlarından, asker ve sivillerden oluşan heyetleri -bazılarında askeri müfrezeler de vardı- Türkiye’ye geldiler.

Bu 11 gün olayında hiç kimsenin kaprisi, özel isteği, mızmızlığı yoktu.

Şimdi altı günlük yeni bir rekorun sahibiyiz.

Bu konuda ısrar eden ve törenin ille de bugün yapılmasını sağlayan Hanımefendi’ye hükümet şaşırdı, millet şaşırdı. Ama kimse bir şey diyemedi.

***

Sonra geldik işin "yasama" aşamasına! Ecevit’in cumhurbaşkanları ve Milli Mücadele dönemi komutanları için yaptırılan Devlet Mezarlığı’na gömülmesi için acele yasa değişikliği yapıldı. Dolayısıyla, başbakanların da oraya gömülmesi öngörüldü.

Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan...

Fakat gelin görün ki, yasama gücünün kötüye kullanılması bir anda kendini gösteriverdi.

Araya el çabukluğu ile Meclis başkanlarını da ekleyiverdiler. Böylece Bülent Arınç’ın bile Devlet Mezarlığı’na gömülmesi yasa çıkarılarak kabul edilmiş oldu!

Neyse, yatıp kalkıp dua edelim, bu kadarına da şükürler olsun! Ya hızlarını alamayıp bunların eşlerini, çocuklarını, hatta AKP milletvekillerini ve belediye başkanlarını da araya sokuştursalardı!..

Çoğunluk onlarda. Her şey otomatik oluyor. Oylamada kaldır deyince eller havada, indir deyince yerde. Bir önergelik işti. Vallahi ucuz atlattık!

Bakalım bugünkü cenaze töreni nasıl geçecek, kimlerin gösterisine dönüşecek, dün Anıtkabir törenlerinde başbakan ve hükümet üyelerinin halk tarafından yuhalandığı gibi birileri protesto edilecek mi, hep birlikte izleyeceğiz.

Nedim Şener’in kitabı

NEDİM Şener, Milliyet Gazetesi muhabiri. Yazdığı haberler ses getiren, belgeleri konuşturan araştırmacı gazeteci arkadaşımız. Onu ayrıca unutulmaz kitaplarından tanıyoruz... Hele bundan önceki kitabı:

Kemal Unakıtan’ı anlattığı "Kemal Abi" muhteşem bir eser.

Şimdi Nedim’in son kitabı çıktı:

"Hayırsever Terrorist." (Güncel Yayıncılık)

Yasin El Kadı, Birleşmiş Milletler listesinde en büyük uluslararası teröristlerden biri olarak yer alıyor. Bundan önceki hükümet, bu liste doğrultusunda kararname çıkarıp Kadı’nın Türkiye’deki malına mülküne ve bankalardaki parasına el koymuştu.

Bu terörist, Recep Tayyip Erdoğan’ın en yakın danışmanı Cüneyd Zapsu ile ortaklıklar kurmuştu. Erdoğan günün birinde ekrana çıkıp El Kadı için "Hayırsever bir adamdır, ben ona kefilim" deyince taşlar yerine oturdu!

Nedim Şener kitabında işte bu Yasin El Kadı’yı, AKP iktidarı ile olan parasal ilişkilerini, nasıl korunup kollandığını anlatıyor. Anlatmakla kalmıyor, her yazdığını belgeliyor.

Kitapta El Kaide terör örgütü, Yasin El Kadı, Recep Tayyip Erdoğan, Kemal Unakıtan, Cüneyd Zapsu, AKP, Suudi Arabistan isimleri epeyce sık geçiyor!

Kara para, karanlık ilişkiler, ne ararsanız var.

Rahmetli Uğur Mumcu kitaplarında ve yazılarında tarikat-ticaret-siyaset üçgenini anlatırdı.

Nedim Şener
bu kitabında tarikat-ticaret-hükümet (AKP hükümeti) sarmalını belgeliyor.

Mutlaka okumanızı öneririm. Bir solukta okuyacak ve ülkemizin kimler tarafından nasıl yönetildiğini, bir teröristin bugünkü iktidar tarafından nasıl korunduğunu bir kez daha görüp şaşıracaksınız.
Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün muhalifi itiraf ediyor

10 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bugün büyük Atatürk’ün 68. ölüm yıldönümü. Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın. Bugün size "Atatürk’ün en büyük karşıtlarından birinin", onun ölümünden sonra yazdıklarını kendi kitabından aktaracağım. Bunlar bir anlamda itiraf, vicdan muhasebesi. Elimde rahmetli Zekeriya Sertel’in kitabı: "Hatırladıklarım." 1977 yılında Gözlem Yayınları tarafından yayınlanmış.

Sertel, Atatürk
döneminde yaşayan bir solcu. Sovyetler Birliği’ne yakın. Eşi Sabiha Sertel’le birlikte ilkelerinden ödün vermeyen namuslu bir adam. Bazıları tarafından "tehlikeli komünist" olarak tanımlanan ailenin başına epeyce de işler açılmıştı. Kendisinin de yazdığı gibi, Atatürk karşıtı idi. O doğrultuda mücadele vermişti.

Şimdi sözü Zekeriya Sertel’e, Atatürk’ün ölümünden yıllar sonra yazdıklarına bırakıyorum:

"Atatürk’ün ölümü geniş halk yığınları arasında derin bir keder yaratmıştı. Memleketin yüreği durmuştu. Halkın Atatürk’ü ne kadar çok sevdiği şimdi daha iyi belli oluyordu.

Cenazesinin kaldırılacağı gün bütün şehir
(İstanbul) halkı erkenden sokaklara dökülmüştü. Dolmabahçe’den Sultanahmet’e giden yol daha sabahtan Atatürk’e son saygı ödevini yapmak isteyen insanlarla dolmuştu.

Eşimle ben cenaze alayını daha iyi görebilmek için Yeni Cami minarelerinden birinin birinci şerefesine çıkmıştık. Karaköy’e kadar her yer insanla doluydu...

Top arabasında Atatürk’ün tabutu, arkasından tekbir sesleri, matem havası çalan askeri muzika, gençler, öğrenciler ve bir karabulut halinde halk yığınları. Aşağıdan ilahi sesleri ve hıçkırıklar yükseliyordu. Bütün millet ağlıyordu.

Bu güzel fakat hazin manzarayı seyrederken Atatürk’ün son 15 yıllık hayatı bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçti. O vakit vicdanımla bir hesaplaşma yapma gereğini duydum.

Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu, demokrasi ve hürriyet getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk! Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk! Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk ama ormanı bütün büyüklüğü ile göremiyorduk.

Şimdi, geçenleri daha aydın görebiliyordum.

Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklik yapmıştı. Birbiri ardından gerçekleştirdiği devrimler o zaman birçok hoşnutsuzluklar yaratmıştı.

Halife ve padişahtan yana olanlar ona cephe almıştı. İttihatçılar ona karşı suikast düzenlemişti.
(1926 yılında İzmir suikastı. E.Ç.) Şapka ve yazı devrimleri, tekkelerin kaldırılması, birçok kötü geleneklerin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti. Emperyalistler de (Bugünkü bazı AB ülkeleri. E.Ç.) memleket içinde isyanlar çıkarmıştı. İstanbul’da bütün halifeci, padişahçı, gerici basın Atatürk’e karşı yaylım ateşi açmıştı.

Bütün bu koşullar içinde hürriyet ve demokrasi gelişebilir miydi?

Tersine, devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi. Kişi yönetiminden çok Meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite korkuya değil, sevgiye dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren, halkın kendisine sevgiyle bağlı olmasıydı.

Onun için bizim istediğimiz kadar değilse de, yine de günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Názım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı.

Zaten büyük adamlar ancak ölümlerinden sonra anlaşılır. Atatürk de bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlanmıştır.

Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır..."

Atatürk’
ün ölümünden sonra onun büyüklüğünü yazan "düşmanlarından" biri de Refik Halit Karay’dır. Karay’ın kitabından yaptığım alıntıları 23 Nisan 2006 tarihli yazımda size aktarmıştım. Hain Vahdettin zamanında Milli Mücadele’ye karşı çıkan, Atatürk ve silah arkadaşlarını "düşman" olarak gören, Milli Mücadele sonrasında "hain" kimliği ile yurtdışına sürgün edilen, fakat kitabında Atatürk’ten "cüceleşmeyen tek dev" diye söz eden Karay’ın itirafları da ilginçtir. Gündem yoğun olmasaydı, o yazımı sizlere yarın bir kez daha iletecektim.

Zekeriya Sertel ve Refik Halit Karay her açıdan zıt olan iki kişi. Biri solcu-komünist, öteki sağcı-padişahçı. Ama Atatürk’ün ölümünden yıllar sonra yazdıkları kitaplarda bir konuda birleşiyorlar:

O’nun büyüklüğü. Darısı bugünkülerin başına!

Büyük Atatürk’e ölüm yıldönümünde bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum.
Nur içinde yatsın.
Yazının Devamını Oku

Çocuk oyuncağı değil bu!

9 Kasım 2006
BÜLENT Ecevit vefat etti, bu kez başka ilginç olaylarla uğraşıyoruz. "Hanımefendi hadisesi" yine devrede. Şimdi size dünkü gazetelerden iki örnek vereceğim. Sabah’ın Ankara Temsilcisi Aslı Aydıntaşbaş, Abdullah Gül’le yaptığı konuşmayı yazıyor. Gül şöyle diyor:

"Ecevitler’in en önemli eseri, birbirlerine gösterdikleri sadakat ve değer. Allah gecinden versin. Eğer (eşi de öldükten sonra) birlikte olmak istiyorlarsa ayırmamak lazım onları. Neden olmasın? Onları ayırmayız."

Aslı,
yazısını şöyle sürdürüyor: "Abdullah Gül bu sözleriyle hem Ecevitler’in aşkına gönderme yaptı, hem de eğer isterse Rahşan Ecevit’in de eşi Bülent Ecevit yanında devlet mezarlığına defnedilebileceğinin (gömüleceğinin) işaretini verdi."

Şimdi de Ecevit ailesinin en yakınlarından biri olan Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın dünkü yazısına bakalım: "Rahşan Hanım, yakın çevresine Bülent Ecevit için gönlünden geçen kabri şöyle tarif ediyor:

Bülent’e yakışan bir kabir olsun istiyorum. Bir anıtmezar değil. Devlet mezarlığında değil, özel bir yerde sade bir kabir."

Dikkat ediniz, devlet mezarlığında değil! Fikret yazısını şöyle sürdürüyor: "Bülent Ecevit için devlet mezarlığı, ebedi istirahatgáh (sonsuza kadar hep yatacağı yer) olmayabilir. İleride olanak doğduğunda, ebedi istirahatgáh için Rahşan Hanım’dan ayrı düşmeyeceği, halkın kolay ulaşabileceği sade bir aile kabristanına taşınabilir."

Fikret
bu aileye en yakın gazetecidir. O nedenle, bu son bölümün de aslında Rahşan Ecevit’in ağzından çıkan sözler olma olasılığı çok yüksektir.

***

Sevgili okuyucularım, şimdi ortaya çok, ama çok ilginç, tuhaf, acayip, kaprislerle dolu bir tablo çıkıyor... Ve bu tablo sadece ve sadece Rahşan Ecevit’ten kaynaklanıyor.


Meclis bugünkü toplantısında, Milli Mücadele komutanları ve eski cumhurbaşkanlarının yattığı devlet mezarlığına, eski başbakanların ve Meclis başkanlarının da gömülmesini sağlayan Ecevit yasasını kabul edecek.

Şimdi manzaraya Aslı Aydıntaşbaş’ın yazısından bakalım:

"Abdullah Gül, Bülent Bey’le Rahşan Hanım’ın aşkına saygı duyuyormuş. Bu yüzden onları ayırmamak düşüncesinde imiş! Bu elbette hükümetin görüşüdür ve anlamı da şudur: Devlet mezarlığına gömülenlerin eşleri de oraya gömülsün!"

Böylece bir yol açılır, zamanı geldiğinde oraya Özer Uçuran Çiller, Emine Erdoğan, Hayrünisa Gül gibi isimler de gömülebilir. Hükümetin Ecevit Ailesi’nin "aşkı" uğruna (!) yapacağı kıyaktan en başta onlar yararlanır.

Şimdi de aynı manzaraya Fikret Bila’nın yazısından bakalım:

"Bülent Ecevit devlet mezarlığına geçici olarak gömülecek. Zamanla Hanımefendi kendisini de kapsayan bir anıtmezar yeri ayarlayacak. Kendisi ölmeden önce veya öldükten sonra eşinin cenazesi devlet mezarlığından alınacak. Çankaya’da, evlerine yakın bir kamu arazisine yan yana gömülecekler."

Ciddiyetsizliğin, topluma saygısızlığın, ölüm sömürüsünün bu kadarı olamaz. Bir insanın devlet mezarlığına gömülmesi yeterli onurdur, şereftir. Bu kadarı acaba "birilerine" yetmiyor mu!

***

İlgili yasa (bu yazının yazılmasından sonra, dün geç saatlerde görüşülmedi ise) bugün Meclis’te görüşülecek ve beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle çıkarılacak.

Şimdi burada uyarıyorum. Lütfen bu işin de cılkını çıkarmayalım.

Yasaya şu hükümlerin kesin olarak konulmasını sağlayalım:

1- Devlet mezarlığına sadece yasada sayılan unvan sahipleri gömülür.

(Yani orası aile mezarlığı değildir. Eşleri, çoluk çocukları falan kapsama alanı dışındadır.)

2- Devlet mezarlığına gömülen kişinin naaşı, daha sonra ailesi istese bile oradan çıkarılıp başka yere taşınamaz.

Eğer bu somut ve net hükümler yasada yer almazsa eşler de oraya gömülebilir. Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül bunu açıkça söylüyor.

Ayrıca yakın gelecekte Ecevit’in naaşı Hanımefendi’nin isteği ile devlet mezarlığından alınabilir. Niyetinin bu olduğu anlaşılıyor. Bu olay gelecekte başkaları için de geçerli olabilir. Bu çirkinliklerin şimdiden yasa ile önlenmesi gerekir.

Bu işler çocuk oyuncağı değildir. Birilerinin kaprisine, çıkarına alet edilecek konular hiç değildir.

Bu arada Rahşan Hanım’dan da "vatandaş kimliğimle" bir istirhamım olacak:

Bülent Bey’in dirisinin üzerinden elinizi hiç çekmediniz.

Artık yeter yahu! Lütfen, şu elinizi hiç değilse ölüsünün üzerinden çekin de milletin asabını bozmayın.
Yazının Devamını Oku