6 Aralık 2006
TÜRKİYE’de her alanda "komedi" yaşıyoruz. Papa gezisinde, AB ilişkilerinde, sağlıkta, eğitimde... Aslında komedi değil, ağlanması gereken olaylar. Bir ülkenin içine düşürüldüğü acı durum. Bugün size kısaca "enflasyon komedisinden" söz edeceğim. AB ülkeleri bizden sadece Kıbrıs, Güneydoğu gibi konularda ödün vermemizi istemiyor. Onların olmazsa olmaz koşullarından biri de enflasyonun düşük olması.
Bizim hükümet de bunu sağlamanın peşinde!
Enflasyon rakamlarını kısa adı TÜİK olan Türkiye İstatistik Kurumu izliyor ve açıklıyor.
Devletin bir kurumu. Başbakanlığa bağlı.
Şimdi bu ülkede kısa süre önce yapılan zamların bir bölümüne bakalım.
Benzin, mazot, doğalgaz, otobüs, metro, taksi ücretleri, kış koşulları nedeniyle sebze meyve, giyim, ayakkabı, okul ücretleri, servis ücretleri, bazı illerde ekmek, et... Buna kiralardaki anormal artışları ekleyelim.
Endekste yüzlerce (762) madde yer alıyor. Keçiboynuzu, sönmüş kireç, telörgü, mala... Bunların fiyatı vatandaş için önemli değil. Ben günlük yaşamdaki artışlara bakarım...
Ve TÜİK her seferinde öyle açıklamalar yapıyor ki, tam AB’nin hoşuna gidecek cinsten!
Bunca zam birbiri ardına patlıyor ve kasım ayında tüketici fiyatları sadece yüzde 1.29 oranında artıyor.
Üretici fiyatları ise (maşallah!) ekside.
Sonra sonuç açıklanıyor:
"Son 12 aylık enflasyon yüzde 9.85 olmuştur."
Amaçları enflasyonu (AB’nin istemi doğrultusunda) tek haneli rakamda tutabilmek.
İşte bu yüzden kıl payı hesaplarla yüzde 9.85 olarak açıklanıyor! Rakamlarla oynuyorlar mı? Oynasalar aksini kim kanıtlayabilir!!!
Aralık ayı rakamları açıklandığında yine göreceksiniz, böyle ufacık artışlar gösterecekler. Belki de eksi gösterecekler ve 2006 yılı enflasyonunu tek haneli rakamda tutmayı başaracaklar!
Yaz gelir, sebze mevye fiyatları düşünce bunu gerekçe göstererek enflasyon düştü derler. Kış gelir, aynı fiyatlar artışa geçince enflasyona etkisi olmaz! Yarabbim bunlar nasıl işlerdir, anlayan varsa beri gelsin.
* * *
İnsanları fakirleştirdiler. Bunu bilerek yaptılar... Çünkü bütçede para yok. IMF devlet bütçesinden yatırıma, harcamaya izin vermiyor. Bu durumda ne yapıyorlar?
Paraları özellikle AKP’li büyükşehir belediyelerine devrediyorlar. Onlar da bütün göstermelik alım ve ihaleleri, hiçbir denetime tabi olmayan kendi şirketlerine veriyor.
En büyük dümen, en büyük yolsuzluk ve hırsızlık işte bu aşamada dönüyor.
Bütçesinde vatandaşın ilaç parasına bile göz dikenler, emeklinin maaşını indirme hesabına hiç utanmadan girenler, belediye şirketleri eliyle paraları har vurup harman savuruyor ve kendi adamlarını zengin ediyor.
Kurulan tezgahı iyi görün! Bilerek fakirleştirdikleri insanlara belediyeler eliyle gıda paketi, kömür vesaire gönderip hem seçmen tavlıyor, hem de vurgun yaptırıyorlar.
Sonra da açıklamalar birbirini izliyor:
"Uyguladığımız başarılı politikalar sayesinde enflasyon tek haneye düşürülmüştür!"
"Başarılı politikalar" arasında vatandaşı ne duruma düşürdükleri hiç yok.
Acı bir durumdur, utanç verici ve yüz kızartıcı bir Türkiye gerçeğidir.
MUSTAFA BALBAY’IN SURiYE KiTABI
Balbay Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi... Aynı zamanda bir "kitap üretim merkezi" olarak görev yapıyor. Dün Balbay’ın son kitabını (17. kitabını) okuyup bitirdim ve onu kutladım.
"Suriye Raporu" (Cumhuriyet Kitapları)
Eğer güney komşumuz Suriye’yi geçmişi ve geleceği, Türkiye olan ilişkileri, Abdullah Öcalan’ı yıllarca beslemesi ile merak ediyorsanız, bu kitabı mutlaka okumalısınız.
Mustafa Balbay Suriye olayını enine boyuna araştırmış, yeni belge ve raporlara ulaşmış ve ortaya dört dörtlük bir gazeteci kitabı çıkarmış.
Suriye’nin Osmanlı dönemi, dini ve mezhep çatışmaları, ordusu, ekonomisi, toplumsal yapısı, Hatay olayının baştan sona öyküsü, Türkiye ile arasındaki Fırat ve Dicle’den kaynaklanan su sorunu, toprak sorunu, Esat ailesi, terörle bağlantıları ve AKP iktidarının Suriye’ye günümüzde nasıl baktığı...
Suriye gerçeklerini Mustafa Balbay’ın kitabından öğrendim. Ellerine sağlık.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2006
ÜLKEMİZİN ne durumlara düşürüldüğünü her gün hayretle, ibretle ve dehşetle izliyoruz. Türkiye hiç böyle olmamış, bu kadar küçülmemişti. Son örnek İran’dan! Tayyip Erdoğan, İran’a resmi gezi düzenledi. Siyasetçiler, bürokratlar, korumalar ve gazetecilerden oluşan kalabalık bir ekip. Bu ekip oradan Türkiye ile haberleşecek. İran’da Türk cep telefonu hatları çalışıyor. Herkes telefonunu yanında götürüyor. Fakat orada molla takımı bize "ufacık" bir kazık atıyor. Türk firmalarının cep telefonu hatlarını -bazı teknik uygulamalarla- kesiveriyor!
Bütün heyet ve gazeteciler açıkta kalıyor. Türkiye ile konuşulamıyor, haber geçilemiyor. Kafilede bulunanlar birbirleriyle de konuşamıyor. Uğur Ergan’ın dün Hürriyet’te okuduğunuz haberi ibret vericiydi ve ülkemize yapılan saygısızlıklardan sadece birinin daha somut örneği idi. Türk heyeti İran’ın bu çirkin uygulamasına hiçbir tepki vermedi, veremedi.
Sonuçta binbir güçlükle herkes bir çare buldu. Bazıları bizim büyükelçilik telefonlarını kullandı, haberler internet üzerinden binbir güçlükle geçilebildi.
Şimdi bir düşünün! İran bile resmi Türk heyetine kazık atmaktan, zor durumda bırakmaktan çekinmiyor.
Yine düşünün! Bunlar niçin hep bizim başımıza geliyor? Niçin hep biz aşağılanıyoruz? Hem de her yerde!.. Avrupa’da, Ortadoğu’da, hatta İran’da!
* * *
Bunlara biz çanak tutuyoruz. Dışişleri Bakanı, büyük devlet adamı Abdullah Gül geçen hafta Ankara’daki AB büyükelçilerine verdiği yemekte AB’yi eleştirdi ve şöyle dedi:
"Bize bu yaptıklarınızdan sonra vicdanınız rahat mı?"
Bir Dışişleri Bakanı 21. yüzyılda "vicdandan" söz ediyor! Uluslararası ilişkilerde vicdan değil, ülkelerin karşılıklı çıkarları rol oynar. Bunu bile bilmiyor.
Avrupalı bu sözlere gülmez mi?
Dünya gülmez mi?
VE SATILIK TÜRKİYE
İran Cumhurbaşkanı 1. Yardımcısı Davudi, Başbakan’dan istekte bulundu:
"Türkiye’de bir banka satın almak istiyoruz."
Türkiye’nin bütün kurumları ve her yeri satılık. Fabrikalar, bankalar, kamu arazileri, ormanlar, kentlerin en değerli arsaları ya satışta, ya peşkeşte, ya da yağmada. Niçin?.. Çünkü AKP iktidarı çareyi satışta buldu. Her şeyi satıyor.
Batık devlet bütçesi ya akaryakıt dağıtım şirketlerine katrilyonluk para cezaları kestirerek, ya da her şeyi satarak biraz olsun kurtarılıyor.
Bankalarımız da tek tek yabancılara geçiyor. İran haklıdır! Bankacılıkta İran da olmalı ve mollalar altımızı oymayı sadece rejim ihracıyla değil, bankalarla da sürdürmelidir.
Şimdi hükümetten beklenen, "dost ve kardeşleri" İran’a kelepir bir banka bulup almasını sağlamaktır!
Orman yağması
TÜRKİYE’de büyük bir orman ve arazi yağması var. Özellikle İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediyeleri 1994 yılından beri Refah, Fazilet, AKP gibi birbirinin devamı olan partilerin elinde.
Ormanların ve kamu arazilerinin satışı, bunların imara açılması, korkunç bir rant yaratıyor.
Orman Bakanı Osman Pepe tam dört yıldır o görevde. Orman yağması için bugüne kadar ne yapmış? Niçin şimdi Acarkent, Acaristanbul için konuşuyor ve İstanbul ormanlarının yağmasını gündeme getiriyor? Bunları daha önce bilmiyor muydu, görmüyor muydu?
Biliyordu ve görüyordu. Ancak seçim yaklaştıkça o da kendi açısından "biz hortuma karşıyız" mesajını vermeye çalışıyor.
Yağma ve hortum elbette AKP döneminde başlamadı. Çok daha önceden vardı. Ama AKP iktidarı dört yıl boyunca bu konuda hiçbir şey yapmadığı gibi, peşkeşi hızlandırdı.
İstanbul’un Sultanbeyli isimli ilçesi, tümüyle ormandan elde edilen araziden kurulmuştur ve binaların çoğu kaçaktır. Bu ilçe genelde AKP yandaşlarının ve tarikat kesiminin elindedir.
Orman Bakanı, Sultanbeyli yağmasını ağzına alabilir mi? Alamaz...
Çünkü Türkiye’de her iktidar, bugün olduğu gibi kendi yandaşlarını korur. Niçin?.. Çünkü:
"Benim hırsızım, benim kaçakçım, benim vurguncum, benim üçkáğıtçım iyidir!"
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, dünkü yazımda size "adalet"le ilgili bir mahkeme kararı açıklamıştım. Acarkent olayında yer alan dönemin Orman Bakanı Hasan Ekinci, 1993 yılında belgelerle yazdığım yazılar nedeniyle beni mahkemeye vermiş ve günümüz değeriyle yaklaşık 4 milyar lira tazminat kazanmıştı. Şimdi size arşivlerden bulduğum o dava dosyasını özetliyorum. Avukatı dava dilekçesinde şunları yazıyor:
"Yazar Emin Çölaşan tarafından yazılan yazılarda ismen müvekkilim hedef alınarak ’Sayın bakan doğru söylemiyor. Hasan Ekinci fena yakalandı. Orman Bakanı’nın orman ticareti yaptığı ve yalan söylediği ortaya çıktı. Böyle bir kişiye ormanlarımız nasıl emanet edilir. Bırakınız ormanları bir yana, devlet yönetimi nasıl emanet edilir. Hasan Ekinci maalesef bu yağmaya (Acarkent yağmasına) ortak. Bakan kamuoyuna yalan söylemiştir. Yağmada bizzat pay alan bir Orman Bakanı bu gidişe son veremez’ gibi gerçek dışı yazı ve cümlelerle müvekkilime ağır saldırıda bulunulmuştur. Beykoz’da ormanlık alanın yüzde 11 hissesine sahip olduğunu, burada bazı villaların yapılmakta olduğunu yazmıştır.
Müvekkilim yaptığı basın toplantısında BURADA YAPILMIŞ VİLLASININ OLMADIĞINI, sadece tapulu hissesinin bulunduğunu söylemiştir. Ancak Çölaşan saldırılarını bundan sonra da sürdürmüş, müvekkilimin şahsi ve siyasi geleceği üzerinde kamuoyunda tartışma ve kuşku yaratmıştır. Basın özgürlüğü kötüye kullanılmıştır. Gerçek dışı ve müvekkilimi küçük düşürücü haber ve yazılarla kişilik, şeref ve haysiyetine saldırmıştır. Bu durum büyük üzüntü ve zarar vermiştir.
500 milyon lira tazminat ödenmesine..."
* * *
Davaya Ankara 21. Asliye Hukuk Mahkemesi baktı. Gerekçeli karardan kısaca özetliyorum:
"Basın, olayları doğru ve çarpıtmadan açıklayıp bilgi verme hakkına sahiptir. Kişinin şeref ve haysiyetine tecavüz edildiği takdirde sorumlu olur... Davacının (Ekinci’nin) olayla ilgisi, özel ormanların yapılaşmasına izin veren yasanın çıkmasından önceye rastlayan bir tarihte bu yerden (ormandan) taşınmaz edinmesinden ibarettir. Yasalar çerçevesinde herkes mülk edinme hakkına sahiptir. Yasanın çarpıklığını bahane ederek, taşınmaz mülk edinenlere saldırı hoşgörülemez...
Nitekim bu yazılar üzerine davacı (Ekinci) hakkında (Meclis’te) gensoru verildiği, gensorunun reddedildiği saptanmıştır... Davacı daha önce de Orman Bakanlığı ve milletvekilliği yapmış, halen de Orman Bakanı’dır.
115 milyon lira manevi tazminat ödenmesine karar verilmiştir..."
(Günümüz değerleriyle yaklaşık 4 milyar lira.) Yargıtay bu kararı onadı ve biz de tazminatı şakır şakır ödedik!
Ben bunları taaa 1993 yılında yazdım. 2006 yılında Acarkent orman yağması bugünkü Orman Bakanı Osman Pepe’nin ağzından belgelendi ve eski Orman Bakanı Hasan Ekinci’nin orada çok sayıda villa edindiği ortaya çıktı.
Dava dilekçesinde, orada villaları olmadığını söylüyordu! Haklı çıkan ben oldum.
Dün de yazmıştım. Şimdi Ekinci’den beklediğim, o gün kazandığı tazminatı -aynen o günkü değerle- ve kendi adına, bir hayır kurumuna bağışlamasıdır. Sadece 115 YTL. Bunu yapmasını bekliyorum.
* * *
Basın davalarına Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bakar. Yargıtay geçmişte bizim yazılar açısından epeyce katı davranırdı. Şimdi kararlar çok daha farklı oldu. Bugün Oya Armutçu’nun haberinde ayrıntıları okuyacaksınız.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 26 Haziran 2006 tarih ve Esas 2005/6753, Karar 2006/7795 sayılı kararı, dava edilen bütün gazeteciler, basın kuruluşları ve bizim davalara bakan mahkemeler açısından çok önemlidir. Kararı özetliyorum:
"Eğer (davacı) kişi konumu ve işinin sonucu olarak kamuoyunun dikkatini çekiyorsa (siyasetçi, belediye başkanı, bürokrat, artist vesaire gibi) basının onun hakkında NORMAL KİŞİLERDEN FARKLI ve bu kişinin konumuna uygun olacak biçimde açıklamalar yapması doğaldır. Bu halde haber veya eleştiri hukuka uygun hale gelir. Eleştiri belirli bir davranış, olay, kişi ve eser konusunda yorumları içerir.
Siyasal eleştiri ve değerlendirmeler de aynı çerçevede düşünülür.
Özellikle toplumda her an göz önünde olan SİYASAL KİŞİLERİ gerektiğinde eleştirmek basının görevidir. Basında yayın konusu yapılan haber objektif oldukça, doğru olaylara dayandıkça ve doğru amaca yönelik bulundukça, eleştiri SERT, KIRICI ve (dava eden) KİŞİYİ KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ olabilir. Böyle durumlarda hukuka aykırılık ortadan kalkmaktadır."
Bu doğrultudaki yargı kararları, önüne gelen her gazeteciyi mahkemeye verip sindirmeye yeltenen, hükümette olmak veya iktidarın adamı olmak sıfatıyla kazandığı tazminatlarla zenginleşip köşeyi dönen, tazminat davası ticareti yapan birilerini bundan sonra herhalde üzecektir.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, DYP Artvin milletvekili Hasan Ekinci 1993 yılında Orman Bakanı idi... Ve bir ormana ortaktı! İstanbul’un Beykoz ilçesindeki Sahip Molla Ormanı’nın tapu kayıtlarına göre, ormanın yüzde 11’i Ekinci’ye aitti. Sonra burası, bugünlerde medyada sık sık izlediğiniz Acarkent’e dönüştü. Ortalıkta korkunç rüşvetler dönüyordu.
Büyük bir orman yağması vardı. Dönemin Orman Bakanı, pay sahibi olduğu ormanı Acarkent’le paylaşıyor ve karşılığında çok sayıda villa sahibi oluyordu. Niçin?.. Çünkü ormanlık alanda yüzde 6 olan inşaat izni kaçak yapılaşma amacıyla yüzde 80’lere çıkarılmış ve güzelim ormanın yağması başlamıştı.
Bunları bundan tam 13 yıl önce yazdım ve belgeledim. Orman Bakanı Ekinci’ye sorular sordum. (26 Temmuz 1993 tarihli yazım ve izleyen günlerde yazdığım beş adet yazı.) Ben bu gerçekleri açıklayınca Ekinci beni aradı. 29 Temmuz 1993 tarihli yazımdan aktarıyorum:
"Dün Ekinci telefonla aradı. Saip Molla Ormanı’nda villa yaptırmadığını, kendisinin bu suçlamaları hak etmediğini, burada dönen rüşvetten haberi olmadığını, belediyenin sorumlu olduğunu söyledi..."
Yazılarımda kendisini istifa etmeye çağırdım.
Sonra ne mi oldu? Ekinci beni mahkemeye verdi ve çatır çatır tazminat kazandı. (Ankara 21. Asliye Hukuk Mahkemesi Esas 1993/740. Karar 1994/929.)
Biz kendisine tazminat ödemek zorunda kaldık. Belki diyeceksiniz ki, yazılarında acaba Ekinci’ye hakaret, yalan, kişisel haklarına saldırı mı vardı, o yüzden mi tazminat ödedin?
Yanıtını yarın öğreneceksiniz.
Bu çok eski mahkeme dosyasını arşivlerden buldum. Yarına güncel bir konu çıkmazsa size burada aktaracağım. Herhalde Türk adalet sisteminin somut örneklerinden birini oluşturacaktır!
Bundan 13 yıl önce yazdığım gerçekler, bugün Acarkent rezaletinde bir kez daha ortaya çıktı ve belgelendi. Orman Bakanı Ekinci o ormanda çok sayıda villa sahibi olmuştu.
Kendisi ormanın ortağı idi!
Şimdi işin sonrasına bakalım.
* * *
Bu bölümü TBMM Tutanak Dergisi’nden aktarıyorum. (Dönem 20, cilt 8, yasama yılı 1, 79. bileşim, 18 Temmuz 1996.) Yine belgeli. ANAP Rize milletvekili Ahmet Kabil TBMM Başkanlığı’na bir soru önergesi veriyor:
"Zaman zaman Orman Bakanlığı’nda yapılan usulsüzlüklere eski bakan Hasan Ekinci’nin ismi karışmaktadır. İstanbul Beykoz’daki özel Sahip Molla ormanlarının inşaata açılması karşılığında bu ormandan yüzde 11 pay aldığı, bu payın 143 bin metrekare ettiği, ormanda yapılaşmanın yüzde 6 olmasına rağmen bu oranı değiştirerek bugün yüzde 86’ya çıktığı, yüzde 11 pay karşılığı sayın eski bakanın 28 villa aldığı iddiaları basında yer almaktadır.
Bu iddialar doğru mudur? Doğru ise bu iddialarla ilgili bir soruşturma yapılmış mıdır?"
Şimdi bu önergeye o günkü Orman Bakanı (yine DYP’li) Halit Dağlı tarafından verilen yazılı yanıta -hiç kısaltmadan, olduğu gibi- bakalım:
"İstanbul Beykoz’daki özel Sahip Molla Ormanı’nda yolsuzluk yapıldığı iddialarıyla ilgili olarak geçen yasama döneminde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gensoru verilmiş olup, reddedilmiştir.
Ayrıca iddiaların doğru olmadığı Ankara 21. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1994/929 sayılı kararı ile de tescil edilmiş olup, iddiayı ortaya atan Hürriyet Gazetesi ve Emin Çölaşan tazminata mahkûm olmuştur.
İddialar doğru olmadığı için soruşturma yapılmasına gerek duyulmamıştır.
M. Halit Dağlı. Orman Bakanı."
Bakan Bey partili arkadaşını koruyor. Bu kadar basit!
* * *
Şimdi, Orman eski Bakanı Hasan Ekinci’den dostça bir istirhamım olacak.
Gerçekler artık ortaya çıktı.
Kazandığı tazminatın o günkü aynı rakamını bir hayır kurumuna, hem de kendi adına bağışlasın.
O günün parasıyla yasal faizi hariç 115 milyon lira tazminat kazanmış.
(Bugünkü değerle yaklaşık 4 milyar lira.)
Faiz falan da eklemesine gerek yok. Sadece 115 YTL tutarındaki sembolik bağışının makbuzunu bana göndersin, ben de buradan duyurayım ve kendisine teşekkür edeyim.
Sevgili okuyucularım, burada her gün nelerle uğraştığımızı, nelerle ve hangi haksızlıklarla boğuştuğumuzu sizler doğal olarak bilemezsiniz... Ve bazen gazetede arkadaşlarla dertleşiriz:
"Biz bile bunları yaşıyorsak, Allah sokaktaki vatandaşımıza kolaylık versin!"
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Papa Hazretleri’ni çok şükürler olsun bugün sağ salim, kazasız belasız uğurluyoruz. Bu iş hem bizim, hem de onların açısından bazen komediye dönüştü. Ancak öncelikle bir şeyi itiraf edelim! Papa, Papa olalı, hatta anasından doğalı beri bu kadar hakarete uğramamıştı.
Özellikle yolları kesilen İstanbul’da trafik rezaletini yaşayan ve yollarda kalan milyonlarca insan, üç gün boyunca Papa’nın kulaklarını -en ağır sözlüklerle- fena halde çınlattı. Sadece onun değil, bu işkenceyi yaratan bizimkilerin de!
Papa Türkiye gezisi boyunca ikili oynamayı başardı. Tavşana kaç, tazıya tut dedi. Efes ayininde konuşmasına "Sevgili kardeşlerim" diye Türkçe başlayıp "Aziz Meryem, bizim için dua et" diye yine Türkçe bitiren, "Türkleri seviyorum" diyen Hazret, eline Türk bayrağı alıp fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedi.
Anıtkabir defterine Atatürk’ün sözlerini yazdı.
Bu çizgisini sürdürseydi ve ülkemizde birkaç gün daha kalma durumu olsaydı, Papa belki de Türk ve Müslüman olacak, Vatikan’a cebinde TC pasaportu ile dönecekti! Zaten gezisi öncesinde kendisine çağrılar yapılmıştı:
Gel, Müslüman ol!
Bunu başarsaydık, AB üyeliğimiz de çantada keklik oluverecekti.
* * *
AB deyince aklıma geldi, dünkü gazetelerde Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarını gördünüz. NATO toplantısında Almanya Başbakanı Bayan Merkel’in arkasına dolanmış, ellerini onun omuz başlarına koymuştu! Gazetelerin fotoğraf altındaki yorumu çok güzeldi:
"Tayyip Erdoğan, NATO toplantısında aile fotoğrafı çekilirken Almanya Başbakanı Merkel’i omuzlarından kavrayarak sıcak bir jestte bulundu. Merkel bu temasa itiraz etmedi."
Kadın nasıl itiraz etsin! Bir anda omuzlarında "namahrem" iki el. Arkasına dönüyor ki, bizim Başbakan. Ne yapsın yani, "Çek elini bayım, aile var" deyip orada skandal mı yaratsın! Ya da "Sizin kültürünüzde elálemin karısına, kızına böyle arkadan dokunmak var mı" diye mi sorsun.
* * *
Gelelim yine Papa’ya. Şirinlik gösterisi yapan Hazret’in İstanbul Rum Patriği’nden ekümenik (bütün dünya Ortodokslarının ruhani lideri) diye söz edeceğini biliyorduk ve yazdık, uyardık. Hükümet buna engel olamadı. Türk devleti bu kavramı tanımıyor. Nitekim Dışişleri Bakanlığı dün resmen açıkladı ama kim takar! Tanımadığımız taaa 1923 yılındaki Lozan Anlaşması tutanaklarında bile yer alıyor.
Papa Hazretleri dün (Türk vatandaşı!) Patrik’le birlikte dua etti, sonra ikisinin ortak bildirisi yayınlandı. Bildiri Almanca, Arapça, İngilizce, Fransızca, Yunanca, İspanyolca, Rusça dillerinde idi.
Türk kurumu olan Patrikhane’nin resmi dili Türkçe, bildiride ne yazık ki yoktu.
Golleri hem Papa, hem de Patrik’ten yedik.
* * *
Şimdi de Papa gezisinin TRT yönüne değineyim. Dün TRT Genel Müdürvekili Ali Güney aradı ve şunları söyledi:
"Bizimle ilgili eleştirilerinizde haklısınız. İlk gün yayının nasıl kesildiğini, Anıtkabir görüntülerinin niçin düzgün verilmediğini gerçekten bilemiyorum. Bunlar bütün dünya için çok önemli görüntüler olacaktı. Ancak bize bunlar engellensin diye yukarıdan (hükümetten) emir gelmedi. Bizim arkadaşların hatasıdır. Oysa biz bu arkadaşlara her türlü imkánı sağlamıştık. Soruşturma açtırdım, gerekeni yapacağım. Bu konuyu eski bir müfettiş olarak bizzat kendim takip edeceğim."
Güney’e bir konuyu sordum. TRT spikeri Sermin Baysal, Papa’nın Selçuk ayini sırasındaki canlı yayında "ekümenik patrik" demiş ve ben de burada eleştirmiştim. Sonra öğrendim, Baysal da ağzından kaçan o iki sözcük için çok üzülmüş. (Ben de ekranlarda canlı yayın yapan biriyim ve bunun ne kadar zor bir iş olduğunu iyi bilirim.) Güney bu konuda şöyle dedi:
"Onu ben de bir canlı yayın hatası olarak görüyorum. Bir saniyelik bir dil sürçmesidir. Ancak yine de bir disiplin soruşturması yapmak zorundayız."
* * *
Sevgili okuyucularım, vallahi Papa gezisinde öylesine birkaç gün yaşadık ki, her yönüyle böyle bir kara mizah ancak bu ülkede olur.
Papa bir miktar yağladı yıkadı, sonra Patrik’le birlikte ters köşeden goller attı. Şu birkaç günü tiyatro gibi izledik. Böyle çok yönlü bir komedi dünyada olamaz, ülkemizin değerini bilelim!
Oyunun adına "alaturka" demek yanlış olur.
Papaturka!
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2006
İKİ günden beri Papa bayramı yaşıyoruz. Bu Papa neden daha önce konuğumuz olmadı? Neden daha önce çağırıp güzelce ağırlamadık? Her derde deva olduğunu biz niçin anlamadık? Onun sayesinde yeni şeyler öğreneceğimizi, bugünkü bilgilerimizin tümüyle yanlış olduğunu neden bilemedik?
Örnek vereyim: Tayyip Erdoğan, Papa ile yaptığı ve çok verimli geçen görüşmede, Türkiye’nin nüfusunun yüzde 95’nin Müslüman olduğunu söyledi. Biz bu oranı yüzde 99 olarak bilirdik. Bugüne kadar bizi kimler kandırmış? Müslüman nüfusumuzda kış sezonu indirimi gibi birdenbire yüzde 4’lük indirim -hem de Tayyip Erdoğan’ın ağzından- kimin marifeti?
Böylece yaklaşık 3 milyon Müslüman ya kayıtlardan silindi, ya da aniden din değiştirdi! Hangisi?
Papa iyi ki geldi. Müslüman oranını yeniden öğrendik, yollar kesildi, yüz binlerce insan çile çekti. Elbette çekecekler! Çile çeken sevaba girdi.
Sayesinde Patrikhane ve çevresi, Selçuk ve çevresi adam edildi. Keşke Hakkári’ye de gitseydi, orası ne biçim düzelirdi!
İyi ki geldi, Diyanet İşleri Başkanı tarafından resmen fırçalandı.
Bunun üzerine Müslümanlıktan olumlu söz etti. Bunu da başardık!
Bize çok büyük saygı gösterdi. Uçaktan inerken haçını paltosunun altına gizlemişti. Sonraki aşamalarda açtı. Bu da başarı hanemize kaydedildi!
Sonracığıma bizim büyük devlet adamı Bülent Arınç ağzıyla "laiklik yeniden tanımlansın" gibi laflar etti.
***
İyi ki geldi. Hükümete yakın gazeteler dün muhteşem manşetler atmıştı.
Yeni Şafak: "Ayağının tozuyla AB desteği. Ankara’daki ilk adımında kendisini karşılayan Erdoğan’a ’Türkiye’nin AB’ye girmesini isteriz’ dedi."
Oysa hikáye öyle değildi. Tayyip Erdoğan bütün dünyaya yaptığı gibi Papa’ya da rica etmiş ve "Aman Hazret, bizi AB’ye alsınlar diye yardım edin" demişti.
Papa da ne yapsın, resmi ziyarette "Bana ne sizin AB’nizden" demesi mümkün mü! Kibarca ve diplomatik dille "Girmenizi arzu ederiz" dedi. Hepsi bu.
Türkiye Gazetesi: "Başbakan, Papa’yı uçağın kapısında karşılayarak Türk’ün hoşgörüsünü gösterdi. Erdoğan’dan jest!"
Vay vay vay!
Papa’dan fellik fellik kaçmış, görüşmeyeceğini kendi ağzıyla açıklamış, fakat sonra hesap yapmıştı:
"Yav şu bizim AB olayını bir de Papa’dan rica edelim. Rica etmek için görüşmek gerek. O halde ben kendisini havaalanında karşılayıp söyleyeyim!"
***
İşin TRT skandalı boyutu ise halen ortada. Bütün dünyaya yayın yapan TRT Papa’yı karşılama törenini beceremedi, yarıda kesti. Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunan Papa’nın sadece kulaklarını ve ensesini dünyaya gösterebildi.
Bu olayı kimler yarattı? Kim kime emir verdi? Yanıt yok!
Ben deneyimli TRT ekibinin böyle bir gaf yapacağını sanmıyorum. Mutlaka bir şeyler oldu, dünyaya yapılan canlı yayın birdenbire kesildi.
TRT skandalının bir başka boyutu da dün patladı. Papa, Selçuk’ta Meryemana kilisesinde ayin yapıyor. TRT sunucusu canlı yayında konuşuyor:
"İstanbul Ortodoks Kilisesi EKÜMENİK Patriği..."
Devletin kurumu olan TRT, devletin kabul etmediği bir sıfatla Patriği anıyor, bunların eline en büyük kozu veriyor.
Bu kuruluşun başında köy imamı kökenli bir genel müdür vekili var. AKP’nin adamı.
Acaba bu sözler bilinçli mi, yoksa emir komuta zincirinde özellikle mi söyleniyor?
***
Sevgili okuyucularım, işin esas hikáyesi Papa’nın Patrikhane ayininde patlayacak.
"Ortodoks Konstantinopol Kilisesi" sözleri çok büyük olasılıkla İstanbul’da hayata geçirilecek.
İstanbul Rum Patriği’nden, Türk devletinin ısrarla reddettiği, kabul etmediği "ekümenik patrik" diye söz edilecek.
O zaman kimin ne yapacağını hep birlikte göreceğiz.
Valla Papa iyi ki geldi, biz de ne olduğumuzu gördük, neşemizi bulduk.
Bize bu Papa bayramını, şenliğini yaşatanlara teşekkür borçluyuz.
Bundan sonra işimiz Papa’nın dualarına kaldı. Ve göreceksiniz, edecek:
"Ulu Tanrı, başbakanları benden bile ricada bulundu, lütfen Türk hükümetindeki şu kullarını daha fazla üzme de, AB’ye aldır."
Amiiiin!
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2006
PAPA Hazretleri dün ülkemizi onurlandırdı! Hoşgeldi, sorunlar getirdi. Millet birbirine girdi. Protesto mitingleri yapıldı, devletten maaş alan bazıları bile Papa’ya çağrıda bulunup "Hazır gelmişken Müslüman ol" dediler. İster misiniz bu çağrılara uyup Müslüman olduğunu açıklayıversin, valla muhteşem olur!
Tayyip Erdoğan Papa ile görünmeyi içine sindiremiyordu. Hazret’in geleceği gün zaten yurtdışında bir NATO toplantısına gidecekti. Bunu bahane etti ve Papa ile görüşmeyeceğini açıkladı.
Fakat gelin görün ki, bazı AB ülkelerinden tavsiye ve nasihatler gelmekte gecikmedi. "Görüşmezsen ayıp olur, yakışıksız olur."
Bu durumda ne yapsın, son saatlerde karar değiştirmek zorunda kaldı ve dün havaalanında Hazret’i uçağın merdivenlerinde karşılamak zorunda kaldı.
Başbakan olmak zor iş!
***
Şimdi gelelim dünkü karşılama törenine ve TRT’nin ne durumlara düştüğüne. Dünyaya ilan edilmişti. Papa’nın Türkiye ziyareti sadece TRT tarafından yayınlanacak ve bütün dünyaya geçilecekti. Dün saat 13.00’te naklen yayın başladı. Başbakan ve Papa uçak merdiveni önünde el sıkıştılar ve içeri geçtiler, oturdular.
Karşılıklı konuşmalar başladı. Ses düzeni sıfırdı. İkisinin de ne söylediği tam duyulmuyordu... Ve yayın birdenbire kesiliverdi. Ne olduğunu hiç kimse anlamadı. Anıtkabir’de saygı duruşunda, Papa’nın sadece kulakları görünüyordu. TRT işi yine berbat etmişti.
Günün ilk aşamasında akıllarda iki soru kaldı:
1- Papa ile Başbakan yan yana aşamasının kısa kesilmesini acaba hükümet mi TRT’den istemişti?
2- Başbakan’ın Papa ile görüşmesi madem mümkündü, bu olay niçin son anda havaalanı buluşmasına dönüştürüldü? Başbakan son dakikaya kadar bunu niçin istemiyordu? Ne değişti, kimlerden hangi ’rica ve istekler’ geldi de bu görüşme oldu?
***
Bu aşamada bir şeyi çok iyi bilelim. Papa’nın Türkiye ziyaretinin tarihi ve gündemi, bugün ve yarın İstanbul Ortodoks Patrikhanesi’nde yapılacak ayin günlerine göre belirlendi.
Aziz Andreas Yortusu. Ortodoksların en kutsal günlerinden biri.
Şimdi bugün ve yarın beklenen sürpriz dolu bir olay var. Merakla bekliyoruz!
İstanbul’daki Ortodoks Patrikhanesi, sadece İstanbul Rumlarının patrikhanesidir.
Oysa pek çok ülke ve en başta İstanbul Patrikhanesi, bu kurumu "ekümenik" olarak tanımlar.
Ekümenik nedir? En basit anlatımla dünyadaki tüm Ortodoksların temsilcisi, Türkiye Cumhuriyetinden bağımsız olma anlamına gelir.
Türkiye bu kavramı Cumhuriyet’in kurulmasından önce reddetmiş, Patrikhanenin ekümenik olmadığı Lozan Anlaşması’na konulmuştur.
Bu açıdan bakıldığında, bugün ve yarın İstanbul’da neler olacak? Papa, Patrikhane’de ayinlere katılacak ve konuşacak.
Orada bu kurumdan "ekümenik" diye söz edecek mi?
Eğer ederse, Türkiye Cumhuriyeti’ne saygısızlık sergilemiş olacak.
Dikkat ediniz, Patrikhane önceki gün İstanbul’da Papa ziyaretini izleyecek gazetecilere tanıtım kartlarını dağıttı. Kartların üzerinde "Ekümenik Patrikhane" yazıyordu...
Patrikhane Lozan Anlaşması uyarınca sadece İstanbul ve Türkiye’de yaşayan Ortodoksları temsil eder. Patrik Türk vatandaşı olmak zorundadır. Patrikhane idari yönden Türk makamlarına bağlıdır ve muhatabı Eyüp Kaymakamlığı’dır.
Bugün ve yarın İstanbul’daki Patrikhane ayinlerinde bu konuda ne olacak? Papa, Patrikhane’den "ekümenik" diye söz edecek mi?
Bilgiler edeceğini gösteriyor.
O zaman bizi yönetenler ne yapacak? Nasıl bir tepki koyacak?
Göreceksiniz, hiçbir şey!
(Neyse, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Patrikhane çevresini yağladı yıkadı, boyadı, temizledi, süsledi, çiçekler dikti ya, o bize yeter!)
Papa bizim ülkemize resmi ziyaret için gelmedi. İşin sadece resmi görüntüsü öyle.
Patrikhane için, Katolik ve Ortodoks dünyası arasındaki sorunlara çözüm bulmaya geldi. Siz bakmayın o karşılıklı zoraki demeçlere, dostluk mesajlarına falan. Onların tümü göstermelik.
"Ekümenik Patrikhane" mesajını İstanbul’da inadına verip gidecek. Güle güle gitsin.
Amin.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Türkiye çok ilginç bir ülke! Eski Orman Bakanı Hasan Ekinci’nin orman yağmasından Acarkent’te sahip olduğu villalar yeniden gündeme geldi. Acarkent olayında büyük rüşvet dönmüş ve orman arazisi talana açılmıştı. Ortaklarından biri de, o sırada Orman Bakanı olan Hasan Ekinci idi. Söylemesi ayıptır (!) ben bu konuyu bundan tam 13 yıl önce yazılarımda gündeme getirmiştim. Ulaşabilirseniz 26 Temmuz 1993 ve onu izleyen tarihlerde Hürriyet’te çıkan altı adet yazıma bakınız.
DYP Artvin Milletvekili Hasan Ekinci Orman Bakanı. İstanbul’un en değerli yerindeki Saip Molla ormanı tapusunda yüzde 11 pay sahibi idi. Orman bakanı bu orman yağmasına katıldı ve Acarkent’te 12 adet villa sahibi oldu!
Orman Bakanı Ekinci, Artvin milletvekili idi. Yüzlerce dönüm ormanı mahveden, binlerce ağacı kesen Acar ailesi de Artvinli. Hemşerilik tamamen rastlantı!
26 Temmuz 1993 tarihli yazımda ve sonrasında Ekinci’ye sormuştum:
"Şu anda ormanda yüzde 35’in üzerinde inşaat var. (Sonra yüzde 90’ı geçti.) 550 villa bitti. Güzelim orman yok olup gidiyor. Büyük rüşvet dönüyor. Ekinci’ye soruyorum:
Bu yağmadan sizin payınıza kaç adet villa düştü? Şimdi bakan oldunuz. Yağmayı durduracak mısınız? Yağmadan siz de pay aldıysanız, suçlu durumdasınız. Bu durumda Orman Bakanlığı görevini nasıl yapacaksınız?"
28 Temmuz 1993 tarihli yazımın başlığı: "Orman Bakanı istifa etmelidir."
Bunu izleyen yazılarımda belgeler açıkladım. Ormanın yağmalandığı açıkça görülüyordu. 1990’lı yıllarda bu işin yazışmaları yapılmış ve yağma belgelenmişti.
***
Şimdi geldik 2006 yılına. Yazılarımdan sonra aradan tam 13 yıl geçmiş. Bir gazeteci İstanbul’daki orman yağmasını 13 yıl önce belgelemiş. Bu sürede nice hükümetler, nice orman bakanları gelip geçmiş.
Bunların hangisi o belgelediğim yağmayı durdurmuş? Hangisi soruna el atma zahmetine katlanmış? Hiçbiri!
Şimdiki Orman Bakanı Osman Pepe yakınıyor... "Bizim görevlilerimiz o vilların olduğu yere giremiyor. Orasını silahlı adamlar koruyor" diye ağlaşıyor.
Düşünün, orman bitmiş, yağmalanmış ve devlet şimdi bile oraya giremiyor! Bundan daha acı bir itiraf olur mu?
Bu olayda binbir dümen dönmüş, devletin ve belediyelerin birçok görevlisi sonuna kadar rüşvet yemiş, ama orman bitmiş, Acarkent yükselmiş... Ve devlet oraya giremiyormuş!
Bu olay dağ başında değil, İstanbul’un göbeğinde oluyor!
Bu devletin polisi, jandarması yok mu? Gariban vatandaşın gecekondusunu başına geçirmeyi bilenler, iş para babalarına gelince 13 yıl beklemişler ve şimdi ağlaşıyorlar.
***
Burada gazetecilik yapıyorum. Nice pisliği, yolsuzluğu, hortumu, vurgunu belgelerle açıkladım. 13 yıl önce belgelerle gündeme getirdiğim bu konunun üzerine devletin bir tek yetkilisi, bir tek hükümeti adam gibi gidebilseydi, vurgun orada kalacaktı.
Ama umursamadılar. Biz yazarız, onlar aldırış etmez!..
Çünkü Türkiye’de, mutlaka yok edilmesi gereken sakat bir anlayış vardır:
"Benim hırsızım iyidir. Hırsız bendense, benim partilimse ben ona göz yumarım. Karşıtımsa üzerine gider ve ’namus’ gösterisi yaparım!"
Bu anlayış her zaman geçerlidir...
Ülkemizi batıran işte budur. Aynı rezaleti bugün de yaşıyoruz. Özellikle AKP’li belediyelerde -önemli bir bölümü belediye şirketlerinde- korkunç bir hırsızlık-yolsuzluk-vurgun sarmalı yaşanırken, hükümet bunları (bilerek ve isteyerek) görmezden geliyor.
***
Sevgili okuyucularım, yolsuzlukların, hırsızlıkların üzerine gitmek, bir gazeteci için her anlamda "tehlikeli" bir iştir. Hakkınızda hemen tazminat davaları, ceza davaları açılır. O nedenle, pek çok gazeteci korkar ve böyle konulara -elinde dünyanın en sağlam belgeleri bile olsa- girmez. Giremez.
Şimdi size bir soru sorayım da, yanıtını alınca şaşırın!
Ben 13 yıl önce Hasan Ekinci, yüzde 11 ortak olduğu orman, karşılığında Acarkent’te aldığı villalar ve Orman Bakanı kimliği ile görmezden geldiği orman yağması olayını belgelerle yazdıktan sonra acaba ne oldu?
Tahmin edin bakalım!
Ekinci beni mahkemeye verdi ve çatır çatır tazminat kazandı.
Adalet böyle işliyordu, Türkiye’nin kurulu düzeni bunu gerektiriyordu!
Yazının Devamını Oku