Elif Çongur

Kazanmasını bildik

5 Nisan 2013
Burak Yılmaz’ın Real Madrid maçı için yaptığı açıklamalar en klişe ifadeyle “yüreklere su serpecek” cinsten. Kendini yerden yere attığı günlerden çok uzakta; samimi, sahici ve mütevazıydı.

Futbolun klişe üretmek ve kullanmaktaki başarısıyla yarışabilecek, hatta yanına yaklaşabilecek başka bir alan bulmak neredeyse imkânsızdır. Hemen hiçbir konuda yan yana durmayı başaramayan futbol camiası, iş klişe kullanımına gelince akıl almaz bir uzlaşma içine girer. 

Türkiye’de “Lig maratonu” demeden bir futbol sezonunu açıp kapamak mümkün olmadığı gibi, topun kale direğini yalayıp dışarı çıkmadığı bir maçtan söz etmek de mümkün değildir mesela. Sahalar pas verecek arkadaşını arayan ve kaleyi düşünen futbolcularla doludur. Yağmur çamur söz konusuysa muhakkak zeminin azizliğine uğranır. Kaleciler kalelerinde devleşir, defans oyuncusu topu söker alır, bireysel hatalardan dolayı puan kaybedilir.

Maçtan sonra, skora göre, kendi içinde değiştirilmek üzere sporcuların ve teknik direktörlerin şu cümleleri kurması şarttır:

“Hocamızın isteklerini sahaya yansıtmaya çalıştık.”

Yazının Devamını Oku

İki çelik bir heves

1 Nisan 2013
Alper Uçar’ın buz üstündeki zorlu hikâyesi, Türkiye’de birkaç ayrıcalıklı spor dışında bir spora gönül vermenin zorluklarını anlatır.

Türkiye’de buz pateni sporunun, hiçbir spor dalına nasip olmayan bir seyir geleneği vardır. Denebilir ki, televizyon seyircisi, seksenli yılları, siyah beyaz ekranın karşısında portakal yiyerek ve ailecek buz pateni seyrederek geçirmiştir.
O yıllara ait görüntülere Kenan Onuk’un sesi ve Ravel’in Bolero’su eşlik eder.  Seyirci, Bolero eşliğinde kayan Jayne Torvill Christopher Dean’i çok sever.  Kendi adıyla anılacak o meşhur lale dönüşünü yapan Denis Biellmann’ı da öyle. İgor Bobrin’i,  Natalia Bestemianova - Andrei Bukin’i de sever. Ama Katerina Witt’i bir başka! Şimdilerde değişmiş olan puanlama sisteminin en kral puanı olan 6’yı kimseler vermez, hep ona saklar. 
O yıllarda, Ankaralı bir avuç hevesli aile, Gençlik Parkı’nın buz tutmuş havuzunun üstünde kaymaya başlar. Türkiye’nin ilk buz pateni sporcuları işte bu ailelerin çocuklarıdır. Bir süre sonra Kurtuluş Parkı’nda küçücük bir pist açılır. Pist karlandığında kürekle kürenir, bahçe hortumuyla sulanır. Havalar biraz ısındığında yüzmeyle buz pateni arası bir spor yapılır.


Ayaklarda iki çelik, kalplerde bir heves, ortada ne eğitim almış bir antrenör vardır, ne federasyon, ne değerlendirme yapabilecek hakemler.  1985 yılında, onlarca sporcu, heyecan içindeki aileleri, Devlet Balesi’nden rica minnet hakem koltuğuna oturtulmuş jüri üyeleriyle ve bin bir güçlükle, ülkenin gayri resmi de olsa ilk şampiyonasını düzenlerler.


 Seksenler boyunca sporcular, ailelerin insanüstü çabalarıyla buz patenine devam ederler. Doksanlar ise olimpik buz pateni rüyası ile başlar. Ankara’daki açılışa davet edilen Katerina Witt, yaşanan izdihamda nerdeyse canını zor kurtarır. Bir buz pateni pistine henüz kavuşmuş insanların kendisine gösterdiği ilgiye anlam veremez.

Yazının Devamını Oku

Aşk, dön ölümden!

29 Mart 2013
“Yapmayan yoktur, yakalanmayan vardır” sözünün geçer akçe olduğu doping tartışmalarında, yapan ve yakalayanın mücadelesi hiç bitmeyecek gibi görünüyor. Bu tartışma son olarak Olimpiyat Şampiyonu atletimiz Aslı Çakır Alptekin’e değdi.

Usain Bolt, 2008 Pekin Olimpiyatları’nda, 100 ve 200 metrede eşi benzeri görülmemiş rekorlara, deyimin tam anlamıyla “elini kolunu sallayarak” koştuğunda, ezberimiz fena halde bozulmuştu. Olası bir rekor için hazırda tuttuğumuz “rüzgârın oğlu” klişesi bile yetersiz kalmış, elimizde patlayıvermişti.
Rekorunu en az 30 yıl kimsenin kıramayacağı üzerine mutabık olunan selef Michael Johnson, Bolt’u izlerken sadece “Oh my god!” diyebilmişti.


 Dünya şampiyonu atlet Kim Collins ise, meseleyi daha net özetlemeyi tercih etmiş, dudaklarından “İnsan değil!” sözcükleri dökülüvermişti.
Sonra Bolt, sadece atletizm kamuoyunu değil, tüm dünyayı hızına akıl sır erdirmekle meşgul eden bir adama dönüştü.
Real Madrid’in, Raul ve Nistelrooy ile çalışması için Bolt’a teklif götürdüğü söylendi. Astrofizikçilerin Bolt’un hızlanması ile muhtemel bir rekor derecesi arasındaki ilişki üzerine çalıştıkları yazıldı.


Yazının Devamını Oku

Beni rahatta dinleyin

25 Mart 2013
Olimpiyat adaylığımızın açıklandığı günden bu yana tartışmayı tuhaf bir biçimde “Tribünler dolar mı?” sorusu üzerinden yapıyoruz. Oysa bedeni Lozan’a kalbi Olimpia’ya gömülen Coubertin’in ateşini yaktığı olimpiyatların sorusu bu mu olmalı?

Antik Olimpiyatlar, sporculara ödül olarak yabani zeytin dalından taçların takıldığı, başarının büyük şairlerin şiirleriyle ödüllendirildiği zamanların oyunlarıdır. O oyunların ateşini amatörlük fikri yakar.
Modern olimpiyatların babası Coubertin de, olimpiyatları yeniden canlandırmak için çıktığı yolda “amatör ruh” ve “barış” isteğini listesinin en başına koyar. Düşmanlığın sportif rekabetle azaltılabileceğine inanır. Dünya uluslarının barış ve sükûnetle katıldığı yarışmalar hayal eder.  Coubertin’in ırk, din, dil ayrımı gözetmeyen bir spor organizasyonu hayali 1896'da Atina’da hayat bulur.  Onun olimpiyatlarının meşalesini de amatörlük fikri yakar.
 
Coubertin ile birlikte “Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü” düşüncesi, oyunların sloganı olarak kabul edilir.  Ama bu slogan mutlak başarıyı değil, elinden gelenin en iyisini yapmayı över. Profesyonellik, spor ve sporcuyla para ilişkisi kurmak tamamen dışlanır. Formalarda herhangi bir markanın taşınmasına dahi izin verilmez.
O zamanlar olimpiyatların, tek maddi öğesi altın, gümüş ve bronz madalyalardır. Hatta 1948 Londra Olimpiyatları’ndaki başarısı, yurda dönüşünde ev ile ödüllendirilen Yaşar Doğu’nun bu hediyeyi alarak amatörlüğe veda ettiği düşünülmüş, 1952 Helsinki Olimpiyatları’na katılmasına izin verilmemiştir.


Bedeni Lozan’da kalbi Olimpia’da

Yazının Devamını Oku

Sardı korkular

22 Mart 2013
Aykut Kocaman, “Salih için bir parantez açalım mı?” sorusuna “Doğrusunu söylemem gerekirse parantez açmak istemem” dedi. Çünkü daha yolun başında olan, gencecik bir delikanlının omuzlarına memleketçe çökmemizden korkuyor.

Salih Uçan, Marmarisspor’da yıllarca futbol oynamış bir babanın oğlu. Altı yaşında deniz kenarında top oynarken Alman bir teknik direktörün ilgisini çekiyor. Babası tutuyor elinden Marmarisspor’un futbol okuluna yazdırıyor.
2008 yılında, bölge maçları sırasında Bucaspor’un dikkatini çekiyor. Babasının da içine siniyor, oğlunun orda kendini geliştireceğine inanıyor, imzayı atıyorlar. Üç gün sonra okul takımıyla Konya’da oynadığı bir maçta Fenerbahçe’den de teklif alıyor.

İmzayı attığı Bucaspor’da U15 takımında oynamaya başlıyor. 16 yaşında A takımla antrenmana çıkıyor, PTT 1. ligde oynuyor. Fenerbahçe bu defa; Trabzonspor, Beşiktaş ve Rubin Kazan’ın talip olduğu Salih’e imzayı attırıyor. 
Aykut Kocaman, Salih’in bu yıl takıma alışması ve önümüzdeki sezon oynaması üzerine yapıyor planlarını. “Salih neden kadroda yok?” eleştirisiyle sık sık karşı karşıya geliyor.  O ya da bu sebeple Viktoria Plzen maçında görev veriyor. O maçta attığı golden beri Salih’i konuşuyoruz.

Sen âşık ol, ıstırabını biz çekelim!


Yazının Devamını Oku

Futbolcuyum, futbolcu!

18 Mart 2013
Türkiye’de sol kanatta yaşanan sıkıntı hep konuşulur. Tıpkı İbrahim Üzülmez’in geçen hafta “Futbolda da solculuk zor zanaat” sözlerindeki gibi. Ya da kurtlar sofrasında Metin Kurt yalnızlığı gibi.

Türkiye futbol seyircisi, Tosun Paşa’nın ünlü repliğindeki “Suphi oğlum kanadın nerde?” duygusuna çok alışıktır. Zira Türkiye’de ciddi bir sol kanat oyuncusu sıkıntısı yaşandığı her zaman konuşulur. Mesele döner dolaşır altyapıya kilitlenir.
İbrahim Üzülmez, yıllarca hem Beşiktaş’ta hem milli takımda kimselere kaptırmadığı mevkiinin inceliklerini anlattığı bir konuşma yapmış. Türkiye’deki sol kanat probleminin altını çizerken bir de söz oyunu yapmış “Futbolda da solculuk zor zanaat” demiş.
İbrahim Üzülmez haklı. Futbol, kitlelerin toplumsal sorunlara uzak durması için kullanılan en önemli araçlardan biri olmuştur hep. İspanya’da Franko dönemi örneğin, ya da Portekiz’de Salazar dönemi, futbolu, depolitizasyon için bir tür uyuşturucu olarak kullanmışlardır.
12 Eylül ise, bir sloganı ve yalnız o sloganı çok sevmiştir: “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum, futbolcu!”

Futbol ve toplumsal olanı birbirinden uzak tutma aşısı, hem dünyada hem ülkemizde başarıyla tutmuştur.
Ama futbol tarihi, memleketlerinin ve dünyanın sorunlarına duyarlı futbolcuların hikâyelerini de yazar. Socrates, Lucarelli, Fowler, Kanoute, Oleguer, Romario gibi isimleri anarak oluşturabileceğimiz bu listeyi çok olmasa da uzatmak mümkündür.

Yazının Devamını Oku

Üç korner bir penaltı

15 Mart 2013
Adaletin, eninde sonunda bir tür uzlaşıyla tecelli ettiği mahalle maçlarının yazılmamış, tıkır tıkır işleyen kuralları vardır: Üç korner bir penaltı eder mesela.

Futbolun adaleti yoktur!” futbol jargonunun en iddialı klişelerinden biridir. Çoğunlukla, iyi oynayıp kaybettikleri bir maçın ardından “önlerindeki maça bakacak” olan futbolcular tarafından kullanılır. Onlardan sekerse ertesi günkü manşetlerin birinde gol olur.

Kimi zaman da, yanlış hesap Bağdat’tan döndüğünde, bu defa “Futbolun adaleti işte!” denilir. Drogba’nın penaltıyı gole çeviremediği maçın ardından denildiği gibi.

Her iki kullanım da, ısrarla adaletin tesisini kadere bırakır.

Oysa o maçta, Drogba’nın o astigmat vuruşu, bile isteye yaptığını düşünmek istemedik mi?  



Yazının Devamını Oku

Oyna, dik oyna!

11 Mart 2013
Kazım Koyuncu ismi, tıpkı sevdaluk çektiği Trabzonspor ismi gibi, aşmıştır Karadeniz’i.

 Kazım Koyuncu’ya “Trabzonspor” dendi mi akan sular dururdu.
Trabzonspor” dendi mi en sakin sular kudururdu.


Trabzonspor, Kazım için başkalıktı.
Trabzonspor, Kazım için; en neşeli, en hüzünlü, en duyarlı, en vurdumduymaz, en hızlı, en ağır, en çabuk, en acelesiz yanımızdı.

 


Yazının Devamını Oku