Etrafında dönen paradaki sıfırları saymakta zorlandığımız spor endüstrisinin ortaya çıkardığı, çok büyük paralar kazanan, şan şöhret içinde yaşayan bir sporcu sınıfının mevcudiyeti aşikâr. Ancak otoritelerin “elit sporcular” diye adlandırdığı bu sınıfa mensup sporcuların dışında kalan çok daha geniş bir kesim var.
Meslekleri sporculuk olan, göz önünde olmayan, büyük paralar kazanmayan, çoğu zaman kulüplerinin dayattığı şartlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan, kötü çalışma koşullarına mahkûm bırakılan sporcular.
Tek taraflı çıkar anlayışıyla düzenlenmiş sözleşmelerinin bile koşulları zamanında yerine getirilmeyen sporcular.
Alt liglerde oynayan; kulüplerine karşı haklarını arayamayan, özlük hakları korunmayan, şöhretsiz, güvencesiz sporcular.
Statlara reklam panoları konduğu için pistleri ellerinden alınanlar.
Futbolumuza hâkim olan kültürün oyunun dışından beslendiğini söylemek mümkün. Alt metinde büyük ölçüde, milyon dolarların döndüğü bir pazarın beklentileri yatıyor. Pazar, kaçınılmaz olarak, oyun içinden çok daha fazlasını vaat eden oyun dışını seviyor. Hakem hatalarının ardındaki gerçekler, skandal, rezalet, felaket.
Sansasyondan beslenen, rezaletten, felaketten dem vurmaya bayılan futbol uleması sabrı, sükûneti ve sükûtu sevmiyor. Taraftardan sabır isteyen bir teknik direktör asla sevilmiyor, az konuşan beğenilmiyor, sakinlik ruhsuzlukla bir tutuluyor. Sabır değil yırtıcılık, sükûnet değil cevvallik, sessizlik değil lafazanlık prim yapıyor. Bunun dışında gösterilen her tavrın bedeli; kimi zaman alayla, kimi zaman mesnetsiz eleştiriyle, kimi zaman aşağılamaya varan yorumlarla ödeniyor, ama mutlaka ödeniyor. Hep bir acelecilik, bir telâşe, feryat figan bir ruh durumu isteniyor.
Oyunun dışından beslenen hâkim kültür, zaman zaman kendini bu anlayışın dışında var etmeye çabalayanları da girdabına çekiyor. Bir sözüne tutunduğunuz hatta tutulduğunuz, egemen kültürü dışlayan bir cümlesinin yüzü suyu hürmetine futbolu sevmeye devam ettiğiniz isimlere; kendileriyle, duruşlarıyla, tavırlarıyla çelişen cümleler kurduruveriyor.
Futbolda masumiyet çağının endüstriyel futbolla birlikte kapandığını biliyoruz. Taraftar ve endüstriyel futbol arasında inişli çıkışlı bir ilişki olduğunu da. Bu noktada şiddet meselesinde suçlu aranırken hemen taraftarın yakasına yapışmanın ne kadar doğru olduğunu tartışmak gerekiyor. Şiddet gündeme geldiğinde tek suçlu taraftar mıdır? Yoksa spor yöneticilerinin de bu işte vebali var mıdır?
Futbol taraftarlarını en kestirme yoldan suçlamak işin kolay yanı. Futbolda şiddet söz konusu olduğunda ezberlerimiz bizi kolayca taraftarı suçlu ilan etmeye yönlendiriyor. Taraftarı potansiyel suçlu olarak kabul eden zihniyet, taraftara her tür muameleyi reva görüyor. Tanıl Bora’nın deyimiyle “reşit insan” muamelesi görmeyen taraftara; gerektiğinde başı okşanan, gerektiğinde tokat atılan bir ergen gibi davranılıyor. Kolayca itilip kakılıyor, kimi zaman da orantısız güce maruz kalıyor.
Örgütlü şiddetle içli dışlı olan taraftar gruplarının varlığı da aşikâr, ancak onlarla mücadele yöntemlerinin doğruluğu ve etkisi de tartışmalı. Yegâne çözümü yasaklamada görmek, tüm taraftarların örgütlü şiddetin içinde olan gruplarla bir tutulmasına sebebiyet veriyor. Kaldı ki, bu grupların kimi zaman nasıl kayrıldığı, kimi zaman nasıl ortaya sürüldüğü biliniyor. Bir yanda da kimi spor programlarının sansasyondan beslenen yayınları duruyor.
Konu futbol olduğunda kadınlar ikiye ayrılıyor. Futbolu sevenler ve futbolu sevmeyenler. Buraya kadar bir mesele yok. Mesele, ikiye ayrılan erkek tipinde başlıyor: Kadınların futbolu sevmesini seven erkekler ve kadınların futbolu sevmesini sevmeyen erkekler.
İlk gruba dâhil olan erkekler; kadınların futboldan erkekler kadar keyif alabileceğine inanmak için bin şahit aramaz, futbolla ilgilenen bir kadın gördüklerinde ilk iş onu ofsayt testine tutmaya çabalamazlar. Cinsiyetçi bir bakışa sahip olmadıklarından durumu yadırgamaz, meseleyi doğallığında ele alırlar.
Sıkıntı, kadınların futbol sevmesini sevmeyen ikinci grupta baş gösterir. Bu gruptaki erkekler; ofsaytın sadece erkek zekâsının anlayabileceği bir karmaşıklıkta olduğuna inanır, hele hele pasif ofsaytı anlayabilmenin, hayatın sırrını çözmekle aynı şey olduğunu düşünürler. Ofsayt testi başarıyla geçilirse içleri biraz rahatlar, ama beleşe rol çaldırmaya hiç niyetleri olmadığından bu defa da “muhtemel on bir” sınavına geçerler. Bu tipler için alışveriş yapmayı seven erkek neyse, futbolu seven kadın da odur, bir türlü ikna olmazlar.
Hakkı Yeten gibi, Lefter Küçükandonyadis gibi, Metin Oktay gibi, insana tuttuğu takımı unutturan futbolcular vardır. Üstelik bu isimler, oynadıkları kulüplerle özdeşleşmiş, o kulüplerin sembolü olmuşlardır. Taraftarlık rüzgârının çok kuvvetli estiği futbol ikliminde, bir kulübün sembolü olmuşken, aynı zamanda bütün futbolseverlerin sevgilisi olabilmenin sırrını sadece başarıyla çözmek imkânsızdır.
Bütün matematiği gol atmak üzerine kurulu bir oyunda gol rekorları kırılır, mevzu değil. Herhangi bir mevkide çok iyi top oynanır, istatistiklere girilir, doğaldır. “Tarihe geçmek” kalıbının çok kolay kullanıldığı bir zeminde karıştırdığımız bir şey var. Başarı, istatistiklere geçendir. Oysa gönülden sevilmek için başarıyla birlikte çok başka şeyler gerekir.
Başka türlü bir şey
Kendilerinden isimleri ve soyadlarıyla söz eden insanlar vardır. Adlarının marka olduğuna adları gibi emindirler. Bu insanların kendileriyle dünya arasına koydukları mesafe büyük, özgüvenleriyle kibirleri arasındaki mesafe azdır. Özgüvenle kibir arasındaki oynak ibre, kendini kolayca kibre doğru kırıverir. İşin kötü yanı, bir süre sonra reflekse dönüşür, sonra cümle âlem tarafından kanıksanır. Kimileri bunu karizma sanır, kimileri başarılı insanın haklı ve doğal gönenci.
Jose Mourinho ve Fatih Terim’in Galatasaray maçı sonunda sarıldıkları an “yeşil sahalarda görmek istediğimiz hareketler” klişesinin hakkını sonuna kadar verdi. Mourinho, maçın bitimini beklemeden gitti, az daha turu kaptıracağı takımın teknik direktörüne sarıldı. Galatasaray’ın başarısından öyle büyülenmiştik ki, “Hayat bayram olsa” şarkısı eşliğinde izledik sahneyi. Ama literatürde “Mourinho kibri” olarak bilinen tabirin hayata geçmesi iki dakika sürdü.
Mourinho, Galatasaray’ın soyunma odasını ziyaretinden söz ederken “Onları, Real Madrid’i yendikleri için tebrik ettim” dedi. “Onları, bizi yendikleri için tebrik ettim” demedi. Kendini bir anda takımın yenilgisinden sıyırırken, bir yandan da Real Madrid’in dayanılmaz büyüklüğünün altını çizdi. Sportmence bir ziyaret fikri, yerini birden özgüven sosuna fazlaca bulanmış, artık bir reflekse dönüşmüş, “Adam tutamıyor kendini” dedirtecek çok tanıdık bir kibre bırakıverdi.
Hem dünyada hem Türkiye’de futbolculara temel eğitimde “Tevazu gösterme, gerçek sanırlar” sözü belletilmiş gibi. Mesela İbrahimovic, kendisiyle yapılan röportajda “Futboluna on üzerinden kaç verirsin?” sorusuna daha cümle bitmeden, “On” cevabını yapıştırıveriyor. “Eksik olduğunu düşündüğün bir yan?” sorusunu algılayamıyor bile, öyle bakıyor. Cevap veriyor, ama kerhen.
Mahalle maçlarından başlayarak kaleci, kimsenin olmak istemediği adamdır. Bir kere maçın başlayabilmesi için kritik soru “E kaleye kim geçecek?” sorusudur. Mahalleye yeni taşınan biri varsa, sorun o dakika hallolur. Bunun dışındaki durumlarda hep bir ikna çabası, kimi zaman gazoz teşviki, kimi zaman da hır gür söz konusu olur. “Üç gollüğüne kaleye geçmek” tabiri de, “kaleci oyuncu” icadı da hep kaleciyi oyunun dışında varsaymaktan ileri gelir.
“Kalede durmak” deyimi mesela, kalecinin nasıl oyunun dışında varsayıldığını anlatır. “Gol atan kaleye” kuralı da öyle. Gol atılmış, oyuna doyulmuştur, şimdi oynama sırası sabahtan beri kalede duranındır. Bu kuralın kimi mahallelerde “iyi oynayanı cezalandırmak” olarak okunması, durumun en uç noktasıdır artık.
Haftaya aynı kadro
Büyük şehir çocuklarının sokağa, mahalle maçlarına yavaş yavaş veda ettiği yıllarda, çivili tahtada bozuk parayla maç yapan çocuklar artık oyun jetonuyla tanışır. Mahalle maçları da yerini yavaş yavaş halı saha maçlarına bırakır. Annelerin dize sürdüğü tentürdiyot yalan olur, ön çapraz bağ ameliyatı anısıyla biten halı saha maçları devri başlar.
Türkiye’de bir kuşak, basketbolu Drazen Petrovic ile sever. Seksenlerde çocuk olanlar gol attıklarında Maradona olurlar, basket attıklarında Petrovic. Potanın karşısına onun gibi yürünür, onun gibi faul atışı kullanmaya çalışılır, top onun gibi sektirilir, bir nefes alınır, atıştan sonra eller havaya kaldırılır. Top, illa ki paslı, illa ki filesiz çemberden “Drazen Petrovic, basket geçerli!” cümlesi eşliğinde geçer.
Drazen Petrovic, basketbola Yugoslavya’nın yoksul mahallelerinden birinde, tenekeden yapılmış potalara top atarak başlar. Öyle zayıf, öyle çelimsizdir ki, top çemberden geçmek bir yana potaya bile ulaşamaz. Beş yaş büyük abisi Alexander’ın “Fred Çakmaktaş gibi şut atıyorsun!” alaylarına aldırmaz, topun çemberden geçme olasılığına âşık olur, çocukluğunu ve ilk gençliğini gece gündüz; okulda, sokakta, ders aralarında şut çalışarak geçirir.
O uzun günler ve geceler basketbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi şutörlerden birini yaratır. 18 yaşındayken Sibenka formasıyla abisinin takımı Cibona’yı yendiklerinde, annesi, abisine karşı biraz daha kötü oynamasını rica etmek durumunda kalır. Çelimsiz çocuk, Yugoslav basketbol ekolüne eklenen bir yıldıza, sonra da onu tanıyana kadar Avrupa basketboluna burun kıvıran Amerikalıları bile büyüleyen bir basketbolcuya dönüşür. Oyunu o kadar sanatsal bulunur ki, ona Mozart’a atıfla “Basketbolun Amadeus”u denir. Petrovic’li Yugoslav Milli Takımı, seksenler boyunca Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında, Olimpiyatlarda fırtına gibi eser.