Paylaş
Antik Olimpiyatlar, sporculara ödül olarak yabani zeytin dalından taçların takıldığı, başarının büyük şairlerin şiirleriyle ödüllendirildiği zamanların oyunlarıdır. O oyunların ateşini amatörlük fikri yakar.
Modern olimpiyatların babası Coubertin de, olimpiyatları yeniden canlandırmak için çıktığı yolda “amatör ruh” ve “barış” isteğini listesinin en başına koyar. Düşmanlığın sportif rekabetle azaltılabileceğine inanır. Dünya uluslarının barış ve sükûnetle katıldığı yarışmalar hayal eder. Coubertin’in ırk, din, dil ayrımı gözetmeyen bir spor organizasyonu hayali 1896'da Atina’da hayat bulur. Onun olimpiyatlarının meşalesini de amatörlük fikri yakar.
Coubertin ile birlikte “Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü” düşüncesi, oyunların sloganı olarak kabul edilir. Ama bu slogan mutlak başarıyı değil, elinden gelenin en iyisini yapmayı över. Profesyonellik, spor ve sporcuyla para ilişkisi kurmak tamamen dışlanır. Formalarda herhangi bir markanın taşınmasına dahi izin verilmez.
O zamanlar olimpiyatların, tek maddi öğesi altın, gümüş ve bronz madalyalardır. Hatta 1948 Londra Olimpiyatları’ndaki başarısı, yurda dönüşünde ev ile ödüllendirilen Yaşar Doğu’nun bu hediyeyi alarak amatörlüğe veda ettiği düşünülmüş, 1952 Helsinki Olimpiyatları’na katılmasına izin verilmemiştir.
Bedeni Lozan’da kalbi Olimpia’da
Coubertin, 1925 yılına kadar başkanlığını yaptığı Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nden istifa eder. Kendi alanı olan pedagojiye döner. Ölümüne kadar maddi sıkıntı içinde yaşar, amatör ruhtan profesyonelliğe hiç geçmez, kendisine sunulan tüm para tekliflerini reddeder. Bedeni Lozan’a, kalbi vasiyeti üzerine olimpiyat ateşinin ilk yandığı yere, Olimpia’ya gömülür.
Olimpiyatların bugün geldiği noktanın Coubertin’in olimpizm felsefesinden maraton uzaklığında olduğu açık. Özellikle 80’li yıllardan başlayarak olimpik ruhun para, doping, sponsorluk, marka gibi kavramlar tarafından kuşatıldığını açıkça görüyoruz.
Ancak, kendi gerçeğinden bu kadar uzaklaşmış olsa bile, her şeye rağmen, olimpiyatla spor kültürü ile arasında kopmaz bir bağ vardır. Dolayısıyla, olimpiyat düzenlemek fikri, her şeyden önce bu kültüre yakınlığa, spor üzerine bir bakış açısına sahip olmayı gerektirir.
Daha Hızlı, Daha Yüksek, Daha Güçlü… Ama Nasıl?
Olimpiyat adaylığımızın açıklandığı günden bu yana tartışmayı tuhaf bir biçimde “Tribünler dolar mı?” sorusu üzerinden yapıyoruz. Oysa olimpiyatlara aday olmak, olimpiyat düzenlemek fikrinin çok daha başka sorular etrafında dönmesi gerekmez mi?Sorulara “Futbolun ülkemizde spora verilen isim olduğu gerçeğini nasıl aşacağız?” diye başlayabiliriz?
“Spor politikası diye bir şey üzerine iki dakika düşündük mü? diye devam edebilir, “Yoksa ülkenin sporcu yetiştirme işini bir takım şirketlerin sponsorluk lütfuna mı bıraktık?” diye sorabiliriz.
Sormamız gereken başka sorular da var:
Futboldan başlayarak, her tür spor dalında “Sadece ve sadece başarıya tapınmaktan, kazanmak için her türlü değeri feda etmekten nasıl vazgeçeceğiz?” mesela. Ya da “Mağlubu yok sayan zihniyeti nasıl terk edeceğiz? Kazanan kadar kaybedeni de tebrik etmeyi nasıl hatırlayacağız?” Kitlelerin oyuna katılmaya değil, oyunu tüketmeye teşvik edildiği bir spor algısını nasıl kıracağız?”
“Sporcuların daha terleri soğumadan ‘maddi destek’ hatırlatması yapmalarında bizi rahatsız eden bir şey olmayacak mı? ”Sporda her tür şiddetin bu kadar normalleşmesinin üstesinden nasıl geleceğiz? Milli maçlarda sık sık yapılan ‘Ayağa kalkmayan Ermeni olsun’ tezahüratının utancını nasıl sileceğiz? “Semt sahalarının, açık spor tesislerinin, oyun alanlarının sayısı bu kadar kısıtlıyken spor kültürünü aşılamayı nasıl başaracağız?”
“Okullarda beden eğitimi derslerine verilen önem ortadayken ve dersler hala ‘Sağa çark et! Sola çark et!” ya da “Beni rahatta dinleyin!” sesleri arasında yapılıyorken çocuklara hangi sporu nasıl sevdireceğiz?
Soruları uzatmak, çeşitlendirmek mümkün. Ama sorulacak ilk sorunun “Tribünleri nasıl dolduracağız?” olmadığı kesin.
Esas soru şu: “Olimpiyat düzenleyeceksek eğer, ‘spor kültürü’ dediğimiz meselenin altını nasıl dolduracağız?
Cevaplar biraz da Coubertin’in kalbinin yattığı yerde gizli.
Paylaş