“Slaven Bilic Beşiktaş’a geliyormuş” dendiğinde, aslında pek çok kişi emindi, saha kenarına bambaşka bir adamın geleceğinden. Rockcı teknik direktör fikri, tek başına rüya gibiydi bir kere. Sonra hukukçu yanı, derinden yaralı adalet duygumuza merhem olabilirdi.
O vakitler ben de, dilek ve temenniler kutusuna şöyle bir şeyler yazıp atmıştım: “Bilic, sahanın kenarında akil akil dursun, futbolcularını akla fikre davet etsin, haktan ve emekten söz etsin. Yeni görevi hem Beşiktaş'a hem Türkiye futboluna hayırlı olsun. Bilic gitar solosu atsın, Beşiktaş oynasın! Beşiktaş oynasın, Çarşı söylesin!”
Ancak sonra, savunma mekanizmalarını devreye sokmak için zorlamıştım kendimi, du bakalımdı. Bilic başka bir adamdı da, buralar da bizim buralardı. Biz adamı iki günde benzetirdik kendimize.
Ayrıca şu hayatta üç şey için pay bırakmak icap ederdi, yoksa üzülürdün. Dudak payı, dikiş payı, yanılma payı. Bu payları bırakmazsan, sırasıyla; dilin yanardı, o pantolonu öyle düdük gibi kısa giyemezdin, canın çok acırdı. Bilic için de yanılma payı bırakmakta fena halde fayda vardı.
Ama Bilic bizi hiç yanıltmadı.
Daha birinci dakikada “Sosyalist bir takım kurmak istiyorum” dedi.
Rusya’dan gelen gazetecilerin sorularını yanıtlayan Beşiktaş teknik direktörü Slaven Bilic, “İstanbul derbilerinin hepsi birbirine benziyor. Bu sezon derbilerde hep aynı şeyi gördüm, az futbol, bol güreş ve inanılmaz bir gerginlik” demiş.
Kendisinin ne demek istediğini çok iyi anlamakla beraber, İstanbul derbilerinde sahada yaşanan şeyi güreşe benzetmesine ufak bir itirazım olacak. Güreş, son derece teknik bir spordur. Oyunları vardır. Güreşi, minderin üstünde iki adamın itişip kakışması değil de spor yapan zaten o oyunlardır.
O yüzden, bizim derbilerde yaşananları güreşe benzetmek, kasıtlı olmasa da haksızlık olur. Üstelik 1948 Londra Olimpiyatları’nı radyo başında geçirenlerden dinlediklerimden bilirim, o güreşçiler çok değişik adamlardır. Zarif, mütevazı, matrak, cesur.
Yaşar Doğu, Celal Atik ve Gazanfer Bilge üçlüsünün Yaşar Doğu’sundan söz açıldığında, minderdeki başarısından önce; tevazuu, kibirden nasibini almamış kişiliği, arkadaşlarının başarılarını yüceltme hevesi anlatılırdı. Kendisine defalarca yönetilen “Yaşar-Celal-Gazanfer üçlüsünden en iyisi hanginizdi?” sorusuna hep aynı cevabı verirmiş: “Ben bu işin hamallığını, Celal cambazlığını, Gazanfer de pehlivanlığını yaptı…” Bizim derbilerde nerede bu zarafet, nerede bu tevazu?
Futbol oynamaya başlar. Çeşitli takımlarda oynadıktan sonra Şeref Bey onu Beşiktaş’a kazandırır. Derler ki, isteyeni çoktur, Şeref Bey çok hızlı davranmıştır.
Futbolu bırakana kadar, bir Türkiye Birinciliği, iki Milli küme, bir Başbakanlık Kupası, yedi İstanbul Ligi, bir İstanbul Şildi, iki İstanbul Kupası şampiyonluğu yaşar. 17 yıl formasını giydiği Beşiktaş’ta 439 maçta 382 gol atar.
Tüm bunları yaparken Hukuk Fakültesi’ni bitirir, avukat olur. Galatasaray ve Fenerbahçe’ye 30’ar gol atarak tarihe geçer. Beşiktaş’ta teknik direktörlük, Futbol Federasyonu’nda Asbaşkanlık yapar. Beşiktaş’ın üç dönem başkanı olur.
Cemal Süreya onun için “Tehlikeli melek. Altın yürekli ve çıkarsız haydut. Yenilmez Armada’nın azıcık boydan kısa kaptanı” der. “Granit amatör. Elini beline koydu mu karşısındakilerin işi bitik.
“Baba” lakabı üzerine “Baba sanında bir yiğitlik, bir özveri de saklı ki hemen hiçbir futbolcuya nasip olmamış. Beşiktaş takımının tarihsel görüntüsünü de açıklar. Daha neler var bu adda: Hocalık, şövalyelik, tok söz, kurumlaşmış ağabeylik… Daha daha: Sıkı denetim, içinde ürkü bulunmayan saygı, son ânı hiçbir zaman gündemden düşürmeyen gizil güç, uyluğuyla top alan bıçkınlık, şıklığı dışlamayan sert oyun” der.
Yerine ne denebilir konusunda da hiçbir fikrim yok, gereksiz ukalalık belki benimkisi.
Yerine şimdilik bir şey bulamadığım spor dalında, Avrupa’nın en büyük kupası sayılan kupanın memlekete geleceği garantilendi. Euroleague Women Sekizli Finalleri'nde Galatasaray Odebank, Ekaterinburg’u, Fenerbahçe'de Bourges Basket’i yenerek finale yükseldiler.
Hikâye şahane esasında. Daha ne olsun? Başarı gerçekten büyük, onur verici. Erkeklerden bıkmıştık, zira “erkek basketbolunu” en son bıraktığımızda, Basketbol Milli Takımı’nın Avrupa Basketbol Şampiyonası’ndaki başarısızlığının ardından, birbirlerini habire özür dilemeye davet ediyorlardı.
Türkiye basketbolunun geleceği için içimiz fena halde kararıyordu. Şimdi içimiz açıldı, Pazar günü Galatasaray ve Fenerbahçe kadın basketbol takımları, Avrupa Ligi’nde final oynayacak, Türkiye basketbol tarihinde bir ilk yaşanacak.
Bitmeyen bir tekrarlanma hali, aynı anları defalarca yaşamışlık duygusu, bunu daha önce gördüm, eminim hissiyatı.
Fakat son derbide anladım ki, déjà vu filan değil bu, jamais vu!
Déjà vu malum, daha önce yaşanmamış, görülmemiş şeylerin, bir an için tanıdık gelmesi durumunu anlatır. Ve fakat Galatasaray Fenerbahçe derbileri için durum tam tersi. Sürekli aynı şeyleri yaşayıp, hiç yaşamamışız gibi aynı biçimde şaşırıyoruz.
İşte jamais vu burada devreye giriyor, déjà vu’nun tam tersi. Hep yaşadığın şeyleri ilk kez yaşıyormuşsun gibi algıladığın, defalarca gittiğin gördüğün yerlerden ilk kez geçiyormuşsun sandığın, ciğerini bildiğin adamlarla yeni tanışıyormuşsun sandığın bir durum.
Öyle diyolla. Ben de inanmakta pek zorlanmıyorum. Tasma takıp yanında dolaştırabilecek kadar kendisinden bağımsız bir şeye dönüşen egosunun, Mourinho’ya neler yaptırabileceği konusunda deneyimliyiz zira.
Bir tanesi çok çarpıcı gelmişti bana. Mourinho, Galatasaray maçının sonunda, maçın bitimini beklemeden gitmiş, az daha turu kaptıracağı takımın teknik direktörüne, Fatih Terim’e sarılmıştı. Biz o sırada, Galatasaray’ın başarısından öyle büyülenmiştik, memleket futbolunun pisliğinden öyle yılmıştık ki, bu sahne karşısında neredeyse ağlayacaktık. Ama literatürde “Mourinho kibri” olarak bilinen tabirin hayata geçmesi iki dakika sürmüştü.
Mourinho, Galatasaray’ın soyunma odasını ziyaretinden söz ederken “Onları, Real Madrid'i yendikleri için tebrik ettim” demişti. “Onları, bizi yendikleri için tebrik ettim” dememişti.
Kendini bir anda takımın yenilgisinden sıyırırken, bir yandan da Real Madrid'in dayanılmaz büyüklüğünün altını çizmişti. Sportmence bir ziyaret fikri, yerini birden özgüven sosuna fazlaca bulanmış, artık bir reflekse dönüşmüş, “Adam tutamıyor kendini” dedirtecek çok tanıdık bir kibre bırakıvermişti.
Beşiktaş’a cismini veren Şeref Bey’e ve Beşiktaş’a ismini veren Mehmet Galin’e mesela.
Şeref Bey, Beşiktaş futbol şubesinin kurucusu, ilk kaptanı ve teknik direktörüdür. Onun feda hikâyesi, başkanı olduğu Valideçeşme takımındaki futbolcularıyla birlikte, 1911 yılında Beşiktaş Kulübü’ne katılmasıyla başlar. O günden sonra, semtte futbol oynayan gençleri tek bir çatı altında toplamak için çok çalışır. Çalışmalarının sonucunda Beşiktaş Futbol şubesi resmen kurulmuş olur.
Beşiktaş’ın maçlarını yapabileceği bir stadın inşa edilmesi, Şeref Bey’in en büyük rüyasıdır. O rüyaya ömrünü adar, ilerleyen hastalığına, doktorların koyduğu yasaklara rağmen stadın yapımı için çabalar.
- “Beşiktaş seni öldürecek!” derler.
- “Feda…” der.
Bunca yıl sonra, bir sınıfın tek ayak üstünde durarak cezalandırılmasında simge olabilecek ne vardır? Bu berbat bir cezalandırma biçiminde bizi gülümsetebilen şey nedir? Fenerbahçeli futbolcular, bu durumu, acaba asla bu şekilde cezalandırılmamış olan Kuyt’a nasıl anlatmışlardır? Kuyt, bizim gönlümüzle sevdiğimizi, aklın terazisine vurmadan anlayabilmiş midir acaba?
Bu soruların cevabı biraz Mahmut Hoca’dadır, biraz Münir Özkul’da.
Bütün bir Hababam Sınıfı serisinde, otoriteyi temsil etmesine rağmen; asla sevgisiz, tahammülsüz, vicdansız ve anlayışsız bir karakter olmayan Mahmut Hoca’da.
Kulağına fısıldanan “Tiyatro babanızın evidir, o kadar tabii ve samimi olun!” usta öğüdünü, ismi ile anılacak olan bir oyunculuk biçime; sahiciliğe, yalınlığa, yapmacıksızlığa, süssüzlüğe dönüştüren Münir Özkul’da.
İkisi birleştiğinde ortaya, öğrencilerin tembelliğine, kopya çekmelerine, yalan söylemelerine, saygısızlık yapmalarına tahammülü olmayan bir öğretmen çıkar. Bütün o tek ayak üstünde bekletmeler, hafta sonu dışarı çıkarmama cezaları, bazen aç bırakmalar bu yüzdendir.
Mahmut Hoca, doğru bildiği biçimde cezalandırır onları, sinirlerine hâkim olamayan bir baba gibi. Ama zalim değildir, vahşi değildir, iyi olsunlar ister.
Hababam’la ilk tanışmalarında uzun uzun bakışırlar karşılıklı. “Zahmet edip bana takma isim aramayın, bana kel Mahmut derler. Saçları yirmi beş yıllık öğretmenlik hayatımda döktüm” dedikten sonra sınırlarını çizer: “Sınıfınız hakkında duyduklarım, gördüklerim pek çok hoş değil. Okuldan kaçıyormuşsunuz, kaçırtmam. Gördüm, ön bahçede top oynuyorsunuz, oynatmam.”
Yirmili yaşlarını çoktan geçmiş koca koca adamların bir an önce mezun olmalarını ister, derdi manyakça bir hâkimiyet kurmak değildir, meselesi yaşamayı, mücadele etmeyi, kendilerine saygı duymayı öğretmektir: