Yeni bir şey değil Çarşı’nın bambaşkalığı. Evvel ezel böyleydi. İzmit Depremi’nden, HES’lere karşı mücadeleye, Bergama köylülerinin direnişinden, siyanür akan Kütahya’nın pınarlarına; Van’dan Silvan’a kadar her yere yetişmiştir elleri kolları. En çok da kanatları.
Ama Çarşı’yı sadece Beşiktaş’ın değil, tüm Türkiye’nin Çarşı’sı yapan, olağanüstü günler yaşadık geçen seneden bu yana. Çarşı’yı bilmeyenler öğrendi, bilenler ezber etti.
Bir önceki 1 Mayıs’a, gaz bulutunun arasından yükselen “Sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım kaskını bırak, copunu bırak, delikanlı kim bakalım!” sloganı damga vurmuştu. Orantısız güç kullanımına nefis bir işaret edişti. Delikanlılık vurgusu, erkek egemen söylemin çok ötesinde bir yere bağlanıyordu. Bu slogan, Brecht oyunlarında, birazdan sahnede olacakları anlatan alınlıklar gibiydi. Memlekette olacakları özetliyordu sanki.
Sonra Gezi günleri geldi. Brecht de ordaydı. Sadri Alışık da. Yaşananları yine en iyi bu slogan özetledi, direnişin sembol sloganlarından biri oldu. Futbol taraftarları statlarda kendilerine dışarıdan pompalanan şiddet kültürünün bir parçası olmak yerine, şiddetin karşısında olmayı seçtiler. Şanı Çarşı’nındır.
Arkasından o müthiş bildiri: “Karadeniz için haykırdık; kimsenin diline, genzine o çaylar dökülmesin diye. Karadeniz’e kanser araştırma hastaneleri yapılsın diye inim inim inledik. Van'a 8 değil, 18 konteynır alamamaktır vicdani suçumuz. 17 Ağustos'taki acıyı biz neden daha çok hafifletemedik ki? Henüz biber gazı da icat olmadıydı üstelik. Biz buna yangınız. (…) Biz de geç kalmışız be Schindler, evet. İnsanlık için, halkımız için daha çok güzellikler yapabilirdik. Düğün nedir bilemedik; ama cenazelerimizi hep kendimiz kaldırdık.” Okuyanın nefesini kestiler.
Köy okullarına ulaştırdıkları tırların motoru soğumadan, Soma’ya ilk onlar fırladı lüverden: “Elimizden gelen ne varsa, ne olacak ise, koşulsuz yerine getirmek için geldik. İnsanların yaşanmamış hayatlarını çalan meymenetsiz patronların suratına bu kahrın ıstırabını çarpmak için geldik” dediler.
Çarşı, şimdi de LÖSEVKENT Projesi’ne varıyla yoğuyla destek veriyor, “Bir Tuğla da Siz Koyun” diye herkesi desteğe çağırıyor.
Çünkü bir çocuk hastalandı mı aklı gidiyor Çarşı’nın.
Bu hoyrat düzeltmeden çok kırılırdı kalbim benim. İçerlemek daha doğru tanımlama galiba. Çok fena içerlerdim. “‘Ha’ demedim ki ben, ‘hı’ dedim” diye paralardım kendimi ve fakat bir türlü, yüzlerine oturttukları o gevşek bir sırıtışı silemezdim. Bu servis tipleri, bir de “Zızzzt Erenköy” derlerdi. Bunun ne demek olduğunu bir türlü anlayamazdım. Neye ve neden öyle üst perdeden güldüklerini de.
Sonra öğrendim tabi. Eşşek gibi. Hiç “Ha” demedim bir daha, “Hı” da demedim, neme lazım “Hım” bile demedim. “Efendim” dedin mi sorun çıkmıyordu, kalbin kırılmıyordu, içerlemiyordun bir şeylere.
Okulun bahçesindeki boş salıncağı sallarken, 3-B’deki o yeşil montlu yakışıklı oğlanın tam da o sırada ordan geçtiğine, ona bakarken boş ve demir salıncağın kafama inmesine, hadisenin okul revirindeki kanlı finaline ağlamadımdı da, servisteki Zızzzt Erenköy’cülerin bir lafına çok ağladımdı. Yine aynı gevşek sırtışla “He he” dedi biri, “İyileşince geçer”.
Kaşım patlamıştı, canım çok acımıştı, yeşil montlu oğlana rezil olmuştum. “İyileşince geçer!” ne demekti be. Ağlayarak Beşiktaşlı Amca’ya koştum. Hemen anladı tabi.
Geçen sene bu vakitlerden beri ülkenin gözünün yaşı, haritayı yıkadı.
Gezi’de kaybettiklerimizin acısını asla geride bırakamayacağımızı anladığımız, Yılmaz Odabaşı’nın “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” dizesini ezber ettiğimiz zamanlarda; bir bebek camı kırk bir evde donarak öldü. Bir baba, sırtındaki çuvaldaki ölü bebeğinin bedeniyle, kilometrelerce yürüdü.
Karakolda yaşadıklarına dayanamayıp kendini öldüren Onur Yaser Can’ın annesi, oğlunun yanına gitmek için aldı canını. Berkin gitti, ekmek çarptı hepimizi. Pamir’i aradık kör kuyularda. Gizem’e ne çok yandık, kum çiğnedik, kum. Sonra Soma.
Dayanacak gücümüz kalmadı
Şükür on beş yaşında değilmiş. On dokuz, madende ölmek için uygun bir yaşmış gibi ispatlamak için kimliğini gösterdiler, ordan biliyoruz.
Kimliğindeki fotoğrafında belli değil ama gamzesi varmış, facebooktaki fotoğraflarına baktık, ordan biliyoruz.
Bir şeyler istemiş, olmamış. Belki bir kızı sevmiş kavuşamamış, “Hayat yazar, sen yaşarsın” yazmış oraya, ordan biliyoruz.
Lisede güreş yaparmış, dereceleri varmış, gazetelerde yazdı, ordan biliyoruz.
İnsanın nefesi kesiliyor. En sevmediğim şeydir, bu tür bir güzelliğin üstüne “Öyle de olsaydı, böyle de olsaydı,” demek. Muradım hiç o değil. Sadece “Armağan olsun Hüseyin Çakıroğlu’na da” diyesim var, Vamos Bien beni affetsin.
Hüseyin Çakıroğlu, Fenerbahçeli çocukların, özellikle de 18 Eylül 1985’i radyo başında geçiren çocukların futboldaki ilk kahramanlarından biridir. O çocuklar, maç sırasında televizyonun önünden geçmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu zaten bilirler. Kaç maç onlar televizyonun önünden geçti diye kaybedilmiştir! Ama “radyo seyretmek” denen bir şey olduğunu o gün öğrenirler.
Fenerbahçe, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda eşleşe eşleşe Bordeaux ile eşleşmiştir; babalar fena halde sıkıntılıdır, içlerini “tarihi hezimet” korkusu kemirmektedir. Dolayısıyla bir kenara ilişip, ayakaltında dolanmamakta, şurda kenarda sessiz sessiz ödev yapmakta büyük fayda vardır. Yalnız her Türk öğrencisinin vazgeçilmez malzemesi olan kırmızı kalem salonun öbür tarafında kalmıştır ve öğretmen hiç tekin biri değildir.
Babaların korkusunu, Murat Ünlü’nün 20. dakikada “Selçuuuk! Gooool!” diye bağıran sesi dağıtır. Babalarının rahatladığını gören çocuklar kırmızı kaleme doğru hamle yaptıklarında “Sakın radyonun önünden geçme!” gibi akıl dışı bir şey duyarlar. Zaten ondan sonrasını akılla fikirle filan açıklamak olanaksızdır.
Bordeaux’nun beraberlik golüyle bir Eylül sıkıntısı çöker, ama 59. dakikada Şenol Çorlu’nun golü sıkıntıyı dağıtır. Tam kırmızı kalemi alma zamanıdır ki, Bordeaux durumu yine eşitler. 77. dakikada Hüseyin Çakıroğlu o golü attığında, Murat Ünlü “Hüseyin sağa çekti, Hüseyin vurdu gooooool!” diye bağırdığında, Fenerbahçe Bordeaux’yu 3-2 yendiğinde, önünden geçmenin yasak olduğu radyo çoktan omuzlara alınmıştır. O çocuklar, o ödevleri o gün bitirebildilerse Hüseyin Çakıroğlu sayesindedir.
Hüseyin Çakıroğlu, artık Fenerbahçelilerin her derdinin devasıdır. Lakabı doktorudur. Futbol üzerine düşünür, mesleği üzerine edecek lafları vardır. “Altyapı” der, “tesis” der, bozuk sahalardan yakınır, yetersiz beslenme üzerinde durur, sorunları gidermesi gerekenlerin bilinçsizliğinden dem vurur, kaliteli futbol özler. Kitap okumak Türk futbolcusu için hiçbir zaman klasik olmamışken, Hüseyin Çakıroğlu Rus klasiklerini okur, en çok Dostoyevski’yi sever. Mütevazıdır, düşüncelidir, incedir. Çok sevilir. Bir lakabı da “Sarı”dır. Lacivertin sarısı.
“Fenerbahçe taraftarı, Kadıköy’e şampiyon olarak gelecek Galatasaray’ı alkışlasın” meselesi, taşınabilecek en uç noktalara kadar taşınmıştı. Oyunun dışı fena halde karışmış, her kafadan bir ses çıkmış, kazananı tebrik etmek, alkışlamak dünyanın en zor, en uzak, en mühim hadisesine dönüşmüştü.
Alkış krizinde en çok öne sürülen argümanlardan biri“Geleneğimizde yok” olmuştu. Reddedilmesi gereken bir araba dolusu töre/gelenek varken, reddede reddede kazananı alkışlamayı reddediyorduk.
Kaldı ki vardı geleneğimizde. Memleketin tarihi, yaratılan düşmanlar ile düşmanlığı reddedenlerin yan yana durma çabasının özetiydi neredeyse. Ayrıca da, gelenek icat etmek konusundaki tarihi potansiyelimizi düşününce, kazanan bir takımı alkışlama geleneği yaratmak, memleketin en büyük hadisesi olmasa gerekti.
O da değil, gelenek dediğin, çok niyetli olunduğunda “I. Geleneksel …..” diye başlayıverirdi bizim memlekette.
Üstelik mesele gelenekse, Fenerbahçe’nin başında, kazananı da kaybedeni de tebrik etmeyi çok iyi bilen bir teknik direktör vardı. Aykut Hoca’nın geleneğinde 1996 yılındaki meşhur Trabzonspor galibiyetinin ardından kurduğu o müthiş cümle duruyordu: “Koca bir sezon uğraşıyorsunuz, emekler tek maçla heba oluyor. Galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonsporlu arkadaşlarım için üzülüyorum!”
Ama olmadı, sahanın dışı, sahanın içine izin vermedi. Kaybeden kazananı tebrik etmedi, kimse kimseyi alkışlamadı. Ellerine yapışırdı çünkü. Büyüklerdi ama büyüklük onlarda kalmadı.
O dönem twitterda “Ezik miyiz biz Galatasaray’ı alkışlayacağız” diye tartışmalar yürümüştü. Hiç anlamamıştım. Sonra oğlum ve arkadaşlarından duydum. Onların en ağır lafıymış “Ezik”. Biri canlarını çok sıktı mı “Ezik” diyorlarmış, “Ezik işte ne olacak!”
Bir iki sordum hangi anlamda kullanıyorlar, ne demek istiyorlar diye, aldığım cevaplardan korktum. Ezik, oyunlarda kazanamayan demekmiş. Okulda futbol oynarken tekme atamayan, cevabı bildiği halde derslerde parmak kaldırmayan, kavgada dayak yiyen demekmiş. Hep özür dileyen ve teşekkür eden demekmiş. Ezikmiş işte bildiğim!
Tek taraflı çıkar anlayışıyla düzenlenmiş sözleşmelerinin bile, koşulları zamanında yerine getirilmeyenler,
Alt liglerde oynayan; kulüplerine karşı haklarını arayamayan, özlük hakları korunmayan, şöhretsiz, güvencesiz sporcular,
Statlara reklam panoları konduğu için pistleri ellerinden alınanlar,
Doğru dürüst tedavi edilmedikleri için aktif spor yaşamlarını bırakmak zorunda kalanlar,
Her tür baskıya, ayrımcılığa, ötelenmeye karşın inatla, aşkla, şevkle spora devam eden kadın sporcular,
“Ya okul ya spor” ikilemi arasına sıkışıp kalan; hem okula hem kulübe sürekli geç kâğıdı götürmek zorunda olan öğrenci sporcular,
Maça, yarışmaya, turnuvaya, şampiyonaya gittikleri şehirlerde, otobüslerde sabahlayanlar,
Anlıyoruz da, Çarşı’nın bu tavrına istinaden düşmanlıkla, hainlikle, yok efendim “Çarşı dostluğa da karşı!“ filan gibi akıl dışı laflarla suçlanmasını anlamıyoruz.
Ben anlamıyorum en azından.
“Bir bildikleri vardır“ diyorum bu çıkışlarında. Bildiklerinin ne olduğunu çok iyi biliyorum, o da ayrı. Herkes de bal gibi biliyor esasında.
“Hakkaniyet“ diyorlar işte. Yeni bir şey değil “vicdan“ diyorlar, “samimiyet“ diyorlar.
“Hayatı futbola değil, futbolu hayata feda ederiz“ diyen adamlar mı düşmanlık tohumu ekecek memleket futboluna?