Akranım her kız gibi Erol Evgin’e âşıktım. O da bana boş değildi. Bana “Bir tanem” diyordu, “Söyle canım, ne istersen iste benden”. Evlenecektik. Kesin bilgiydi, kalbimin derinliklerine doğru fena halde yaymıştım.
1986 Haziranı’na kadar, benden Erol Evgin hakkındaki gerçekleri saklayan ev ahalisi, o mecmuayı saklamayı akıl etmemişti. Akıl mühimdi hâlbuki. Akılla hareket etmek çok mühimdi. O zaman öğrenemedim akıllı olmayı, ileriki yaşlarımda da nasip olmadı.
Salondaki sehpada öyle duruyordu mecmua. Kapakta fotoğrafını görünce fırladım, ilgili sayfayı açtım. Kâğıt kesiği berbat bir şeydir. Kendisiyle yapılan röportajın tepesindeki başlık, dramımı özetliyordu, şöyle bi cümleydi: “Sahne çalışmalarına ara verecek olan Erol Evgin, eşi Emel Hanım’la ile birlikte gerçek mesleği olan mimarlık üzerine yoğunlaşacak.”
O gün tüm dünyanın bildiğini bi benim bilmediğimi fark ettim. Erol Evgin evliydi. Üstelik çoktan beri evliydi. E yeni evlenmiş olsaydı böyle olmazdı ki bu haber. Şarkıcılık diye “gerçek” bir meslek yoktu galiba. O yüzden mimardı. Çoktan beri mimardı. Emel Hanım da mimardı galiba. Baksana birlikte yoğunlaşacaklardı mesleklerine. Ben ne olacaktım peki?
Sevmekle ilgili yok bi sıkıntımız, bazen bir gülüşe feda krallığımız.
Ama onu başka sevdik. Kazım Koyuncu’yu çok sevdik. Dünyanın en kolay işiydi zaten Kazım’ı sevmek. İnsanın canını sıkacak kadar güzel insandı. Her türlü.
Kendini bütün dünyaya karşı sorumlu hisseden acayip bir adamdı. İnsanın, sanatçının, sporcunun sorumluluğu üzerine çok kafa yorardı. Etliye sütlüye karışmama gibi kaygıların sanatçının kişiliğini bitirmeye doğru giden bir yol olduğuna inanırdı. Hiçbir zaman “Etliye sütlüye karışmayayım” demedi. Dünyaya, ülkesine, memleketine, Karadeniz’e ve Trabzonspor'a karşı hep büyük bir sorumluluk taşıdı.
Bizi daha da perişan etmemek için “Çok fiyakalı bir hastalığa yakalandım baba. Hiç dert etmeye gerek yok” diyordu. “Şöyle güzel bir çalım, iyi bir pas ceza alanının dışından, Trabzonspor’a puan kazandıracak bir gol şutu için nelerimi vermezdim ki?” de diyordu aynı günlerde. O “sanculu kunler”de.
Onun Mahmut Hoca’sı kimdi bilmiyorum. Spor ahlakı denen şeyi nerden öğrenmişti, kimden devralmıştı hiç bilmiyorum. Galiba o kuşağın sporcuları, kurallar kitabını kendileri yazmıştı. Onlar gidince de tedavülden kalkıverdi.
Sadece sporun kurallar kitabını değil, hayatın kullanma kılavuzunu da kendileri yazmıştı kesin. Yazan da yaşayan da kendileriydi. Kendilerini denetleyen yine kendileriydi.
Lojmanlarda kantin derler ya da kooperatif derler şahane yerler olurdu. Çocuklar için para geçmezdi oralarda. Gün boyunca yer içerdin, aybaşında babanın memur maaşıyla hallolurdu hesap işi. Çocuğun elinde paranın ne iş vardı.
Dünyanın en bayat ve fakat en lezzetli gofretleri orlarda satılırdı. Doğrusu goflettir gerçi. Laylon poşete istediğin kadar koyar tarttırırdın. Koyu renk cam şişedeki meyve sularının, özellikle şeftali ve kayısı suyunun posası dibe çökerdi, iki sallardın nefis olurdu, yağlı kâğıttan mamul pipetlerle lüpletirdin.
Okulun “Grand Cour” adlı avlusunda, topu en yükseğe dikmenin başarı sayıldığı oyunlar oynanmaya başlar.
Oyunu kuralına göre oynama aşkı, 1905’in Ekim ayında artık dayanılmaz bir hal alır. Ali Sami Yen ve arkadaşları bir edebiyat dersinde aralarında fısıltıyla konuşarak kulübü kurarlar. Kulübün reisi Ali Sami Yen olur.
O zamanlar reislik para değil emek demektir:
“Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı.”
Sokağın gerçeği ile Susam Sokağı gerçeği arasına sıkıştığımız yıllardı. Sokakta maç yapmak, terli terli su içmek, üstüne bi de Meybuz yemek istiyorduk. Ve fakat hayat ısrarla eve tıkmak istiyordu bizi. Edi ile Büdü çağırıyordu.
Ertesi gün okulda Fransız kalmak çok fena bir şeydi. Zira Charles de Gaulle İlkokulu’nda okumuyorduk. “Sevdiğim sayı altı!” şarkısını bilmeyenle teneffüste kimse oynamıyordu.
Aslında bir akşamüstü uyarıyı çakmıştı bize Susam Sokağı. “Arada kaldım, tam arada, başıma gelen en acıklı durumdur bu” şarkısını duyduğumuzda, bizim kuşağın lanetinin arada kalmak olduğunu anlamalıydık.
Tarihin en acayip yerine doğmuştuk sanki. Önceki kuşağın gözünün yaşı bebekliğimize düşmüştü. Cehennemi yaşamamıştık ama bitmeyen bir arafa mahkûm edilmiştik sanki. Üstüne bir de 12 Eylül’ü görmüştük, daha da iflah olmayacaktık sanki.
Gönüllerin kadife kaplı köşesinde yer tutmak için başarının yanında/ötesinde başka şeyler gerekir. Kesin bilgi. Her başarılı olanı oraya oturtacak olsak, ölürdük ağırlıktan, kalbimiz dayanmazdı. Teyitli.
Futbolda başarı dediğin nedir ki? Bütün matematiği gol atmak üzerine kurulu bir oyunda, gol rekorları kırılır, mevzu değil.
Herhangi bir mevkide çok iyi top oynanır, istatistiklere girilir, doğaldır. Aha başarı dediğimiz, istatistiklere geçendir. Oysa gönülden sevilmek için başarıyla birlikte çok, çok başka şeyler gerekir.
Baba Hakkı’nın sırrını on yedi yıl formasını giydiği Beşiktaş’ta, 439 maçta attığı 382 golde ararsak, bulamayız. Lefter’i oraya oturtan 400'ün üzerindeki inanılmaz gol değildir sadece. Metin Oktay'a duyulan aşkı, futboldaki başarısına bağlamak olanaksızıdır.
Kimsenin, kendini dünyanın merkezi sandığı yoktu. Hayattı hayatın merkezi.
Ana baba ne yerse, onu yerdi çocuk. Biberon tamam. Ama mama kavanozları filan taşınmazdı sağa sola. Pratikliklerine GDO bulaşmazdı, bebek muhallebisi dediğini on dakikada pişirirlerdi.
“Hadi” dendi mi evden çıkılır, iki saatlik gezme için valiz gibi çantalar hazırlanmaz, yedek kıyafet diye bir şeyler taşınmazdı. Sokak ortalarında atlet değiştirilmez, gerekirse bir mendil, terli çocuğun sırtına tepiliverirdi.
Tantanasız, sakin, pratik ve portatif bir hayattı. Gelişine vururlardı topa. “Ay oğlana kim bakacak, ayarlamak lazım” denmezdi. Düğüne bayrama çocuklarla gidilir; gerekirse iki sandalye birleştirilir, çocuk yatırılır, üstüne ceket örtülür, kasap havasına bırakıldığı yerden devam edilirdi.
Adına layık bir aristokrasimiz olmamasına rağmen, iş, bir şeyi beğenmemeye gelsin, en önde biz koşarız. Bir de aristokrasimiz olaydı, ota köke burun kıvırmaktan ağzımız yüzümüz çarpılırdı bizim yeminle.
Bana kalırsa, ki şahsi fikrimdir, kime kalacak, kimden izin alacağım; memleketin has şairi de, has oyun yazarı da, has öykücüsü de mizahçıların arasından çıkmıştır. Ama burun kıvrılır, zira mizahçıdır onlar. Ve mizah “edebiyatın/sanatın pavyonu”dur kimilerine göre.
Oysa Sen Gara Değilsin’i izleseler, Kalk Gidelim Defteri’ni bilseler, ya da Hayaller Kâhyası’nın tek bir satırını okumuş olsalar zaten tartışma oracıkta biter.
Yıldız Tilbe’nin içine bir bakabilseler. “El Adamı” şarkısına mesela. “Sığ yüzüne kapattığın saçlarımı kestim” diyerek ödeşmenin kitabını nasıl yazdığını görürler. O hassas burunlarını “Tavernacı” diye kıvırdıkları, oysa hep dönemini aşan şarkılar söyleyen Ferdi Özbeğen’in “Ağla Hâlime”sini bir dinleseler ağlarlar hallerine. Ama yok.