O maçlarda golleri hep Selçuk Yula atar, golün tekrarında ekrandaki “R” harfinin üstüne, hep Selçuk Yula’nın ağır çekimde dalgalanan saçları düşer.
O maçlarda Murat Ünlü “Selçuuuk! Gooool!” diye öyle bir bağırır ki, işsiz kalsa Güney Amerika radyosunda maç anlatır.
Spora ait aldığım derslerin verildiği okulun Mahmut Hoca’sı babamsa, örnek talebesi Selçuk Yula’dır. Çünkü futbolu seviyorsam, babamın Mersin İdman Yurdu maçını izlerken kurduğu o cümle yüzündendir: “Haksız penaltıydı, Selçuk dışarı vurdu.”
Selçuk Yula’ya veda, benim için; hayatımın en güzel zamanlarına, çocukluğuma vedadır. Selçuk Yula’ya veda seksenlerin ruhuna vedadır.
Kimseleri zan altında bırakmak istemem. Olay daha çok taze. İhmal iddiaları, varsayımlar muhtelif. Bu yazının kaleme alındığı dakikalarda henüz açıklığa filan da kavuşmuş değil. Yapıyorlardır gereğini. Yaparlar. Ölümden sonra yaparlar.
Bizim memlekette bir şeyin gereği, en iyi ölümden sonra yapılır. Cenaze hizmetleri Türkiye kadar mükemmel işleyen başka bir ülke daha varsa dişimi kırarım. Sen daha kimi kaybettiğini anlamadan, tıkır tıkır yürür işler.
Olağanüstü bir hızla. Sırasıyla. Gereğince.
Ölmemek için yapılması gerekenler hususu ise tam tersine işler. Nüfus kâğıtlarına kan grubu yazılması çok yakın bir zamana rastlar. Benim bir önceki kimliğimde yoktu mesela. O da şöyle yapılır: Kimliğin kan grubu bölümü doldurulurken, vatandaşın cüzdan talep belgesine yazdığı beyana bakarlar. Ayrıca bir belge istemezler. O kadar hayatiyse neden belge istenmez? Değilse neden yazılır? Sonra bu memlekette kafasına göre “Benim kan grubu XY pozitif” diyebilecek vatandaş ve onun bu dediğini yazacak nüfus memuru olmadığını düşünmek saçmalıktır.
Veliyi biliyorsunuz. Anne babanın çocuğun okul hayatı esnasındaki adı. Anne babanın servis şoförü, modern matematik ve harita metot defter ile imtihanı. Anne babanın içinden yaratık çıkmış hali.
Yaratık, anne babanın içinden en çok veli toplantısında ve okul gezisi denen etkinlikte çıkar. Gezide asla fotoğraf çektirmek istemeyen, sadece etrafı görmek isteyen çocuklarının ismini, iki gün boyunca; hiç durmadan, aha o fotoğraf çekilene kadar bağıran kimselere veli denir.
Bu veliler “Siz bir sıra öne geçseniz, çocuklar bir arada otursa” isteğine rahatlıkla “Hayır” derler. Tur rehberine “Kesin bilemeyecek, rezil olacak şimdi” motivasyonuyla abuk subuk sorular sorup, verdiği gayet tatminkâr cevaplardan asla tatmin olmazlar. Hayatın sırrını verse beğenmezler. Ama sonra müzeye girildi mi de “Geç çocuğum geç, ön taraflara geç, yanında dur bak rehber abinin, bi şey anlatyo, kaçırma” diye çocukları ittirirler.
Otobüste “Durun, susun, e kafa bu ama!” dedikten beş dakika sonra, rehberin mikrofonunu kapıp “Hani kuşlar ağaçlar” diye bağırıp “Aaa ama Bülent Bey, Selma Hanım’daydı sıra, Huysuz ve Tatlı Kadın’ı söyleyecekti” kavgasına tutuşurlar.
Tam "Köy yanar deli taranır" işi. "Hayat devam ediyor" zalimliği. "İşimiz bu ne yapalım" çaresizliği.
Çocuklar ölüyor. Yaşayasımız yok. Ne yazması?
Kendi çocuğumuzu özlemekten, öpmekten utanır olduk. Ne transferi?
Sevmekten, üstünü örtmekten. Ne futbolu, ne sporu?
Zerre kadar yok kıymetiharbiyesi.
Beşiktaş'ın "Büyük Kaptan"ının, ölüm yıldönümüdür. Onun unutulmaz bir hikayesi vardır, bilen bilir. Onu anlatır, anar, giderim.
Anne baba için ise misafirlik, perde açıldıktan sonraki yönetmen çaresizliğidir. Misafirliğe gidildiğinde de, eve misafir geldiğinde de, ebeveyn, çok istese bile çocukla uğraşamaz. Uğraşması iyi olmaz. Günde belki elli defa yaşanan ev içi rezaletlerin dışardan görülmesini göze alamaz. En fazla kaşını gözünü oynatır, çok sıkışırsa çocuğa arkadan sinsi sinsi yanaşıp dişlerinin arasından “Birk nığpıyısın? İve gidince gistiririm ben sana” diyebilir.
Çocuğun misafirlikte yaptığı her aşırılık geçiştirilmek zorundadır ki mesele uzamasın. Kaç bardak meyve suyu içildiğinin hesabı filan tutulamaz. Zaten anne hesaplamaya kalksa ev sahibi teyze müdahale eder. İçten içe kendi çocuğunun yediğinin içtiğinin hesabını tutarken, mecburen“Aa bırak şekerim yesin içsin çocuklar” demek zorundadır.
Çocuklara ayrı sofra kurmak da, mozaik pasta lekesinden batmış masa örtüsünü görünce, hiiiç sinirlenmemiş gibi yaparak “Ziyanı yok canım, yıkanır” diyerek tek bir hareketle masadan çekip almak da, müzik setinin kırılan cam kapağı yüzünden yaşadığı paniği “Ay çocuklara bi şey oldu sandım ben” diye ustaca çevirmek de ev sahipliğinin şanındandır.
İşte bu riya ülkesinin kralı çocuktur.
Biz buralarda genci pek sevmeyiz Salih. Gerçi çocuğu da sevmeyiz, yaşlıyı da sevmeyiz ama gençle derdimiz çok başkadır. Kuşak çatışmasının, ana baba kaygısının filan çok ötesinde, gençle çözemediğimiz büyük sıkıntımız vardır. Bizde genç olunmaz, genç ölünür Salih.
Sebepleri muhteliftir, mevzu o değildir. Gerçi mevzu ne olursa olsun, iki sözcüğü aynı cümle içinde duyarsan bi duracaksın. Birine aynı anda hem “genç” hem “yetenek” dediysek, ne durması, kaçacaksın Salih. Genci erken yaşlandırmasını, yeteneği maraza çevirmesini en iyi biz biliriz.
“Kendini bozmazsa” diye başlar, “Şımarmazsa” diye devam eder, “Çok gezip tozmazsa büyük futbolcu olur” diye bitiririz biz adamın gençliğini de yeteneğini de.
Kendini boz Salih. Boza boza yapıyor insan kendini yeniden yeniden.
Kimse alınmasın, kızmasın. Çok yerindedir tespit. Tek başına Hababam Sınıfı bile yeter esasında sağlamasını yapmaya. Ama yazı kısa olur o vakit.
O yüzden Mavi Boncuk filminden devam edeyim. Öyle Fenerbahçelidir ki film, o kadar olur. Emel Sayın yahu. Kendisi bizzat sarı saçlı, bildiğin lacivert gözlüdür. Babasına çubuklu bir bere örer. Münir Özkul, Fenerbahçe posterinin önünde, dünyada eşi benzeri olmayan gülüşüyle birlikte takar o bereyi. Çok şahanedir.
Uyanık Kardeşler’de Kadir İnanır, Ya Ya Ya Şa Şa Şa’da İlyas Salman transferde imzayı Fenerbahçe’ye atar.
Salak Milyoner’in kardeşleri, kazma kürekle İstanbul’un altına üstüne getirip define ararken, tünelin ucu Fenerbahçe maçına çıkar. Gönülleri Gayseri’dedir ama maçı Fenerbahçe kazanır.
Kaç yaşında öğrenilirse öğrenilsin, bisiklete binmenin çocuk olmakla bir ilgisi, çocukça bir telaşla yakınlığı vardır. O çocuk ruhtan uzaklaştıkça her şey kirleniyor zaten. Bisiklet sporunda işte, tekerlekler görünmüyor doping çamurundan.
Bisiklete binmeyi öğrenmek bir eşikti çocuklukta. Bisiklete binmeyi öğrendik mi tamamdı. Kendimizi kurtarmış sayılırdık. Bir tür erginleştirme töreni gibiydi zaten öğrenme süreci. Öğrenene kadar başımıza türlü çeşitli iş gelirdi.
Özellikle dirsekler ve dizler, “Mersol” müydü neydi adı, işte ona bandırılmış pamukla yakın arkadaş olurdu. O pamuğu, yaranın üstünde az tutsan kan durmaz. Çok tutsan pıhtılaşan yaraya yapışır. Çekersin yine kanar. Hiç tutmasan annen bir daha sokağa çıkarmaz. Salmaz da denebilir. Hele bir de, bisiklete binmeyi öğreten kişinin şakacı bir mizacı varsa, ecza dolabına filan hiç koyma, cebinde taşı zaten o tentürdiyotlu pamuğu.
Bisiklette fren en mühim konudur. Kontra pedal ise bisikletin fren esnasında havadan geçilmez. Ama bedelsiz değil. Vücudunda kalıcı bir iz taşıyanlara sorun, size kontra pedal bisikletle fren anısı anlatsınlar. Fakat şahanedir de aynı zamanda, artistlik için birebirdir, kontrayı basıp, bisikletin arkasını kaydırarak bütün mahallenin tozunu attırabilirsin.
Senin değil de arkadaşınınsa kontra pedal bisiklet, o çok fenadır işte. Yokuş aşağı hızla giderken geriye pedal çevirmeye alışkın bünyeleri “tepe taklak” tanımıyla tanıştırır emanet kontra pedal. Ne kadar tembih etmiş olursan ol; bu biçimde dereye uçan, apartmanın önündeki kömür yığınına çakılan, çimento tepesine dalan çok olmuştur.