Utanılması gereken şeyler birbirine karıştı memlekette. Normal olana utanılıyor, utanılması gerekenler normalleştiriliyor.
Prezervatif ayıp bi şey değildir. Doğru kullanıldığında cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı korunmada ve gebeliği önlemede kullanılan bir yöntemdir. Hem sağlık hem aile planlaması açısından ülkenin hekimlerinin yıllardır yaygınlaştırmaya, normalleştirmeye çalıştıkları bi şeydir.
Ha reklamın içeriğinde seksist bir söylem ne bileyim başka bir utanç verici durum vardır, o zaman tabi ki edersin itiraz. Fakat prezervatif denen şeyin kendisinde utanacak, efendim onura dokunacak bir durum yoktur. Kauçuk alerjiniz yoksa tabi.
Karısını öldürmüş bir adamın televizyon programına konuk olup kadın cinayetlerini normalleştirmesinde utanılacak bir durum vardır. Maçlardaki hezimetlere “tecavüz” metaforuyla yaklaşmakta, ırkçılığın, şiddetin, pedofilinin normalleştirilmesinde vardır.
“Baba Hakkı’nın çocukları “tarih yazmak” klişesini yeniden tarif etti. Türkiye futbolunun en siyah günlerini beyaza çevirdi. Akıl dolu, mizah dolu, şiddeti dışlayan nefis bir oyun kurdu.
Savunma futbolu hiç bu kadar güzel olmamıştı. “Oyunu kendi sahasında kabul etmek” hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. çArşı’nın orta alan yardımlaşması gazdan daha çok yaşarttı gözlerimizi.
Kademe bütünlüğü neymiş onlar elden ele yardım taşırken gördük.
Biber gazının oyun alanını daraltmak, rakibin pas bağlantılarını kesmek için şiddetin değil mizahın gücünü kullandılar.
Ya da şöyle demek daha doğru sanki: Bazı patavatsızlardaki düşüncesizlik, daha çok şaşkınlıkla ilgilidir. Şabalaklıkla, şaşkalozlukla ilgilidir, kötülükle değil. O yüzden bu türden bir patavatsızın yaptığı patavatsızlık; genellikle faciayla son bulmaz, felaketle sonuçlanmaz, ölümcül sonuçlar doğurmaz.
Daha çok kendini sıkıntıya düşürür bu patavatsız dediğimiz. Ağzından çıkan lafın, nasıl bir zırva olduğunu, tam da ağzından çıktığı anda anlar. Fırlayıp tutası, tekrar ağzına tıkası gelir. Fakat o dakikadan sonra artık ne yapsa nafiledir. Hatta bir şey yapmasa çok daha iyi olur. Zira “sıvamak” tabir edilen durum, işte bu kurtarma çabalarının toplamına denir.
Hiç muradım olmayan şeyleri söylemek, maksadını aşan cümleler kurmak, yerin dibine girmek gibi konularda çok iddialıyımdır ben.
Oyuncu bir arkadaşımla karşılaşır, kendisinin yaptığı işle arasına bir mesafe kurduğunu sanarak, sadece ve sadece sanarak, oynadığı dizinin berbat bir dizi olduğunu kendisinin de bildiğini düşünerek “Ay ne fena sizin dizi öyle, çok kolay gelsin sana” deyiveririm.
Oksimoron dediğim, hani böyle kuru fasulye ve mercimek gibi sofrada asla yan yana gelmemesi gereken şeyler yan yana koyularak anlam oyunları yapılıyor ya, o.
Ya, hani agnostikler “Kara ışık”, simyacılar “Kara güneş” filan diyorlar. Uzattınız ama! “Aksın gözümün nuru aksın, bundan böyle kör baksın!”daki “Kör bakmak” işte.
“Marka” ve “değer” yan yana gelmez çelişkiler barındırıyor kimilerimiz için. Değerden kastımız “eder” değilse tabi. “Marka değeri” bizim memleket futbolu için komik bir tanım ayrıca.
Komik tabi. O sahanın hali neydi öyle. Patates tarlası. Marka değeri komedisini filan geçtim, ki zaten hiç gelmedim ben oralara, çocukların bir yerine bir şey olacak diye öldüm öldüm dirildim. Bu arada yaşlandım, yeşil sahalarda akranım topçu da kalmadı tamam ama “çocuklar” ne be. Fazla olmuş o ifade.
Bu arada “sidik” yazınca Word altını çizip “argo veya kaba sözcük” diye uyarıyor. Çiş işte. Aa “çiş” yazınca da çiziyor. Ne diyeceğiz acaba? “İdrar” mı? Bak böyle yazınca çizmiyor. İyi.
Söz konusu idrar müsabakasında, mevzu üç aşağı beş yukarı şundan ibarettir: Çocuk yapmaması gereken bir şey yapar, anne baba “Yapma” der. Çocuk gözlerinin içine bakağ bakağ gider yine yapar.
Aynı anne baba öfkelerine hâkim olmaya çabalayarak “Mahsus mu yapıyosun evladım?” sorusunu sorarlar, cevabın “Evet” olduğunu hiç düşünmeden. Evet, mahsus yapıyordur. İlgi çekmek için yapıyordur. Mahsus.
Pazartesi günü Fenerbahçe ve Galatasaray arasında oynanacak Süper Kupa maçı öncesi Fenerbahçe Kulübü Genel Sekreteri Mahmut Uslu, Galatasaray Başkanı’nın verdiği dostluk mesajına istinaden “Dostuz deyip dost olmamak daha yanlış. İnşallah yönetimler değişir, yine eskisi gibi hem rakibimiz hem de dostumuz olur Galatasaray Kulübü. Ünal Aysal herhalde Belçikalı olduğu için dostluk kelimesinin Türkçe anlamını bilmiyor” diyesiymiş.
Ünal Aysal da “Mahmut Uslu beni anlamamış. Ben Fenerbahçe ile Galatasaray'ın taraftarları dost olsun dedim. Yoksa şikeye bulaşmış adamla ne dostluk yapacağım ki! Şu anda Fenerbahçe yönetimiyle hiçbir dostluğumuz olamaz. Ne zaman ki bunlar gider, o zaman iki kulüp tekrar dost olur” diye cevap veresiymiş.
Ahmed Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı mektupları okuyanın nefesi kesilir. Ahmed Arif, o şahane mektuplardan en şahanesine “Leylim” diye başlar, “Sana doymak, korkunç ahmaklık olur” diye bitirir. Bu cümleyi okuyup hala nefes alabiliyorsan, bir süre sonra şöyle bir noktaya gelirsin: E mektubu yazan Ahmed Arif’tir, okuyacak olan Leyla Erbil! İkisinin de biricikliğini hatırlarsın. Önce “O yazarsa böyle yazar zaten” dersin, sonra “Onun için de böylesi yazılmalıdır”.
Ama benim nefesimi kesen diğer iki şahane mektup, beklemediğim yerden yediğim iki gol gibi. Topu bir köşeye, kaleciyi diğer köşeye savuran bir ters köşe golü gibi. O iki mektup, edebiyatçıların değil, futbol adamlarının kaleminden çıkma.
Mektuplardan ilki, Galatasaray’ın “Baba”sı Gündüz Kılıç’ın, Metin Oktay’ın Palermo’ya transferinin ardından kulüp başkanına yazdığı mektup. “Ah sinyor!” diye başlayan “Belki, sizce basit bir mukavele ile bağladığınız o insanın size neler kazandırdığını ve kazandıracağını katiyen bilemezsiniz” diye devam eden mektup.
“Ne olur, ona iyi bakın. Ona babacan davranın. Ne kadar büyürse büyüsün, daima sevgiye, şefkate muhtaçtır Metin. Belki de muhitine cömertçe dağıttığı sevgi ve şefkat akümülatörlerini şarj edebilmek için. Eminim ki birkaç yıl sonra, memleket hasretine dayanamayıp vatanının sahalarına koşacak olan Metin’in arkasından siz de bana tıpkı benim gibi gözyaşlarınızla ıslatacağınız bir mektup yollayacak ve hislerimi o zaman daha iyi anlayacaksınız” diye biten mektup.
Diğeri, Beşiktaş’ın “Kibar Feyzo”su Feyyaz Uçar’ın, hastanede tedavi gören Süleyman Seba’ya yazdığı mektup. “Ayda yılda bir gelirdi. Yeter de artardı bu geliş. Hepimizi karşısına alır, lafını ortaya söylerdi. Unutulmayacak sözler miydi yoksa onun sözleri mi unutulmazdı, anlamazdık. Sık değiştirmediği kahverengi ceketinin üst cebindeki mendili hep biz kirletirdik. Ya akan burnumuzu ya da kaçan gollerin ardında döktüğümüz gözyaşlarımızı silerdi o mendil” diye başlayan mektup.
“Çocuktuk işte… Ama büyük başkan bizi adam yerine koyar o şanlı formayı ısrarla bize giydirirdi. Adalelerimiz gözüksün diye kısa tuttuğumuz şortumuzu ve malzemeci Ahmet abimizden “Ne eeedecen” deyip verdiği tozlukları giyip, çivili kramponlarımızı da yandan bağladığımızda hakikaten koca adamlar gibi dururduk. Aslında bizi adam yapan o formaydı. ‘Şeyini şey yaptınız’ dediğinde biz neyi kastettiğini bilirdik. Lafını kısa keser, söylediğini de unutmazdı. Belki de hiçbir şeyi unutmadığı için unutulmaz olacak Sayın Seba. Ekranı da pek sevmezdi. Ne önünü ne de arkasını. Onu yazmak o kadar zor ki… Niye ki bu çabam? O’nu altın harflerle yazan tarihten daha iyi anlatamam ki…” diye devam eden mektup.
Onlarla yaşamayı öğrenmişiz. Kanıksamışız. Şaşırmıyoruz artık. Üzülüyoruz ama hiç şaşırmıyoruz. “Hamurunda var” dedikleri şey. Yapısal. Israrla “Beni böyle sev seveceksen” diyen bir takım. Elden bir şey gelmiyor.
Ama bu defa “Amaan bizim takım işte bilmediğimiz şey değil” , “Başarılı Hoca’nın takımdan ayrılması bizde adettendir” ya da “Yine Hoca’yı harcadılar Matmazel!” diye okuyamıyoruz olanları.
Okursak çok ayıp olur. Zaten ne oluyorsa, “ayıp” mefhumuyla aramıza koyduğumuz mesafe yüzünden oluyor.
Tam olarak ne olduğunu ben bilemem. Huzursuzluğun esasında kimden, kaynaklandığını; yönetimin, futbolcuların, Hoca’nın bu sıkıntıdaki payının ne kadar olduğunu da bilemem.
Soma’daki maden faciasında, yaşamını yitiren madencilerin ailelerine yardım maksadıyla düzenlenen turnuvada. Facia dediğim katliam.
Gezi ruhu bizzat oradaymış. Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarı; stada beraber girmiş, yan yana oturmuş, maçı birlikte izlemiş. Malum dakikada, malum tezahüratı yapmışlar. Biliyorsunuz kendileri İstanbul United.
“Ölmüştür, bitmiştir, geçmiştir” dendiği halde almamış kafaları, “Ali İsmail Korkmaz Marşı” söylemişler. Birbirlerini alkışlamışlar filan.
Her şey turnuvanın adına, amacına, Soma’ya yakışır biçimde giderken, çok anlamsız bir şey olmuş. Didier Drogba, Fenerbahçe maçında oyuna girdiğinde yuhalanmaya başlamış, ayağına gelen her topta ıslıklanmış.
O kadar kanıksamışız ki nefreti, ayrılmayı, ayrışmayı. Bir nefret nesnesi bulmadan rahat edemiyoruz artık. Elimizde değil. Ben başka türlü açıklayamıyorum Drogba’nın yuhalanmasını, ıslıklanmasını. Anlam veremiyorum.