Cemal Yıldız, Beşiktaşlıymış. İnönü Stadyumu’nun önünde fotoğrafı var, ordan biliyoruz.
Şükür on beş yaşında değilmiş. On dokuz, madende ölmek için uygun bir yaşmış gibi ispatlamak için kimliğini gösterdiler, ordan biliyoruz.
Kimliğindeki fotoğrafında belli değil ama gamzesi varmış, facebooktaki fotoğraflarına baktık, ordan biliyoruz.
Bir şeyler istemiş, olmamış. Belki bir kızı sevmiş, kavuşamamış. “Hayat yazar, sen yaşarsın” yazmış oraya, ordan biliyoruz.
Lisede güreş yaparmış, dereceleri varmış. Gazetelerde yazdı, ordan biliyoruz.
Ahmet Kaya sıkı Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe’yi statta izlemeyi hep çok ister ama fazla gidemezdi maçlara. Birkaç kez denemişti esasında, ama taraftar ona sevgisini göstermek için çırpınır, sonuçta ne onlar seyredebilirdi maçı, ne Ahmet Kaya.
O yüzden evinde seyrederdi Fenerbahçe maçlarını. İlla ki Yusuf Hayaloğlu ile birlikte. Sanki birinin yazıp birinin okuduğu “Ah ulan Rıza”daki gibi:“Aynı gömleği giyer, aynı sigaraya takılır/ Aynı takımı tutardık./ Fener'in her maçına iddialaşıp/ Milleteaz mı yemek ısmarladık!”
Televizyonun karşısında iki koltuk, Fenerbahçe gol yerse derhal yer değiştirirler, uğur sayarlardı bunu. Hikâyelerinden biri şahanedir, Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu, bir gün ellerine FIFA 98 alıp eve gelirler. Üç gün üç gece kalkamazlar oyunun başından, bir türlü de yenişemezler. Sonra birkaç saat ara verir, dinlenirler. Yeniden başladıkları oyunda Ahmet Kaya fena şekilde yenmeye başlar Yusuf Hayaoğlu’nu, bir tuhaflık vardır sanki. O arada telefon çalar, Ahmet Kaya, Mahsuni ile telefonda konuşurken, Hayaloğlu oyunun devam ettiğini fark eder. Anlaşılır ki, Ahmet Kaya kendi takımını üst düzey otomatik oyun durumuna ayarlamış, oynuyor gibi yapıp eğleniyormuş Hayaloğlu ile ne vakittir. Kahkahaları özür dilemeyle karışır: “Şaka yaptım gözüm şaka ha!”
“Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz!” şarkısı; onu hep seven, mücadelesini hep anlayan, gençliğini onu dinleyerek geçiren kuşak için değildir. Onlar, Ahmet Kaya’nın bu topraklarda neler yaşadığını, nasıl gittiğini, nasıl öldüğünü, neler çektiğini çok iyi bilirler. Kimseye kendini ezdirmeden, kapıyı çarpıp gittiğinde çok yanarlar, onunla birlikte özlerler memleketi. Sonra o kuşağa “Ahmet Kaya öldü” derler. Sanki dev bir taş ocağını kökünden dinamitleyip üstlerine devirirler.
Gündüz Kılıç, futbola Galatasaray Lisesi İlk Mektebi’ne gittiği yıllarda âşık olur. Tatil günlerinde kardeşleriyle Taksim Stadı’nda izlediği maçların da etkisiyle, kendisini lisenin bahçesinde futbol oynarken bulur. 1932 yılında, üzerinde ilk kez sarı kırmızı renklerle Galatasaray Lisesi’nin büyük avlusunda maça çıkar. Lakabını 20-0 biten Vefa maçında attığı 14 golden alan Leblebi Mehmet’in gözüne girer, genç takım kadrosuna alınır.
Bu yıllarda, sonradan Galatasaray Kulübü’nde başkanlık yapacak, aynı zamanda milli bir futbolcu da olan müdür muavini Muslih Peykoğlu’nun dikkatini çeker. Futbolculuk kariyeri, Muslih Hoca’nın “Gündüz, hemen kulübe gel, birinci takımda oynayacaksın” cümlesiyle başlar. İlk maçında 2-0 yenik olan takımı adına üç gol atar, aynı yıl şampiyonluk yaşar.
1938 yılında futbola ara vererek yükseköğrenim için Almanya'ya gider, forması, dönene kadar onu bekler. 1948’de “umumi kaptan”lık görevi alır, 1952’de Fenerbahçe'ye karşı futbolcu olarak son maçına çıkar. Aynı yıl içinde Galatasaray’da antrenörlük serüveni başlar.
Gündüz Kılıç ile ilk şampiyonluk 1954-1955 sezonunda, İstanbul Ligi'nde yaşanır. Bir sonraki sezon hem Galatasaray'ın hem Türkiye futbol tarihinin seyrini değiştiren bir adım atar.
Futbol uleması için bir tür şart bu. Beşiktaş’ta işler yolunda gitmeye başlar başlamaz bik bik etmezlerse, takımda sıkıntı varmış havası vermezlerse, üzerine saatlerce konuşup, derin analizler yapmazlarsa olmuyor.
Rüyadan ekmek çıkmıyor çünkü. Kâbus işlerine geliyor. Mesele nimet. Hadise kıymetli. Sansasyon can.
Sadece futbolda değil, her yerde bayılıyoruz olaya, felakete, gözyaşına. Tee çocukluktan başlatıyoruz işi. Şarkıyla, türküyle dehşet saçıyoruz. Allah aşkınıza “Horozumu kaçırdılar/ Damdan dama uçurdular/ Suyuna da pilav pişirdiler”den başka türkü yok mudur çocuk şarkısına devşirecek? Benim hâlâ rüyalarıma girer. Çil horozun suyuna pilav pişirmişler, pilav. Olacak şey değil.
Kurban olayım, “Bakkal oldum dükkân açtım, dükkâna cins cins mallar seçtim, kapısına kocaman tabela da astım, beklerim her gün müşteri gelmez!” diye bir şarkı dinlemiş olan çocuktan hayır gelir mi? Kim bilir kaç kuşak bu çocuk şarkıları yüzünden hararet yaptı? Kim bilir kaç?
İyi. Söylesinler. Özgürlük güzel şey. Sıkıntı, sen bir şey söyledin mi başlıyor zaten. Sen bunların abuklamasına karşı iki laf ettin mi başlıyor.
Temel argümanları da hep “Benim üzerimden ünlü olmaya çalışıyor” başlıklı şahane akıl yürütmeye bağlanıyor. Öyle güçlü bir silah ki bu, oto sansürün kralını işletmeye başlıyor.
Sırf bu suçlamayı duymamak için sen vazgeçiyorsun söylemekten söyleyeceğini. O berbat erkek ergen cümlesinin devamı bu zaten. Hani “Çok peşimde koştu o kız benim oğlum. Yüz vermedim, şimdi o yüzden öyle diyor” cümlesi var ya, hah, onun.
Biri cinsiyetçilik yapıyor “Gık” diyosun “Beni yıpratmaya kalkıyorlar” diyo. Öteki ırkçılık yapıyor “Hop” diyosun “Beni linç ediyorlar” diyo. Bi tanesi gazetecilere “Onu çekme bunu çek” diye edep yerini gösteriyor, ama nasıl oluyorsa yine “terbiyesiz” gazeteci oluyor.
Ayıp ediyorsun. Hemen anlatalım hocam: Biz çalışmayı sevmeyiz. Çalışanı hiç sevmeyiz.
Bizde, bir veli toplantısı ablası vardır Vahid Hocam. Zeki insanların çalışkan olmadıklarına dair inancın kaynağı bizzat odur.
Bu abla, bir gün, tembel oğlu yüzünden kendi içini rahatlatmaya çalışırken “Aaa lütfen, ‘zeki’ değil ‘çalışkan’ o çocuk bi kere. Esas zeki olan benim oğlan, hiç çalışmadan hep beş alıyo” demiş, hepimizi inandırmıştır. Bizim de işimize gelmiştir. Zekiyse niye çalışsındır.
Yetenekli futbolcuların çalışmasının gerekmediği fikrini de Sergen Yalçın zerk etmiştir bünyelere. Onunla hikâyemiz şahane başlamıştı oysa. Futbol oynadığı yıllarda onu seyretmenin şans olduğunu düşündüğümüz çok zaman oldu. Olağanüstü yetenekliydi, aklınız almaz. Mesele de tam burada başladı, yetenekliyse niye çalışsındı.
“Burnundan kıl aldırmamakla, gözü yaşlı pişmanlık arasında çok hassas bir dengeyi tutturmak gerekir.”
Bizim buralarda denge filan olmaz.
Bizde zaten özür de olmaz.
Özür dilemeyi küçüklük sayarız.
Ettiğin lafın nereye gideceğini bileceksin. Önünü arkasını hesap edeceksin. Ya da olmayacaksın yönetici filan. Zorla mı oluyorlar nedir anlamadım ki.
Trabzonspor Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu, Başakşehir maçından sonra“Ben bundan sonra Trabzonspor sevdalılarına ‘Dur’ demeyeceğim, onlar serbesttir” demiş. Allah aşkına bunun ne demek olduğunun farkında mı acaba?
Bu sözün nasıl bir felakete yol açabileceğini düşünemiyor mu? Kim bu “Trabzonspor sevdalıları” dediği? Ne yapmakta serbestler? Yapmayanlar sevmiyor mu sayılacak Trabzonspor’u?
Şimdi de Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, Bursaspor maçı dönüşünde yaşananlar üstüne çıkmış “Bunlar kız gibiler, bireysel olarak karşımıza çıkamazlar” demiş.
Kurban olduğum Allah bir gurbet de bana yaz! Yaz da gideyim buralardan!
Şimdi Sayın Orman, önce şuna bi açıklık getirelim. “Kız gibi” deyimi Türkçe’de yeni/taze şeyler için kullanılır. “Kız gibi araba” denir mesela. Sevimli gibi görünmekle birlikte fena halde cinsiyetçi bir tabirdir, bekârete güzelleme yapar çünkü. Kullanılmamışlığa dair iğrenç bir bakıştır. Bu ayrı.
Zaten bal gibi biliyoruz ki siz “Kız gibi” filan demek istemiyorsunuz. Düpedüz “Karı gibi” demek istiyorsunuz. O bir an için kaba geliyor kulağınıza o yüzden “Kız gibi” diyorsunuz. Esasında “Karı gibi korkaklar” demek istiyorsunuz. Çok ayıp.
Yetmiyor,