GENEL seçimlere az bir süre kaldı. Muhalefet partileri, ekonomik programlarını açıklamaya çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü hepsi, sağlıklı yaşam öğüdü verir gibi konuşuyor.
Üretimi ve istihdamı arttırıp, kayıt dışılığı azaltmak gibi doğruluğu tartışılmaz iktisadi hedeflerden bahsediyor. Bunda da haklılar. Çünkü son yıllarda gökten bol miktarda bereketli döviz yağmurları yağdı. Yağmaya da devam ediyor. Tam bu sırada, bulutları dağıtacak bir şeyler söylemek akılsızlık olur. Ama yine de söylenenlerde, bugün izlenen iktisat politikalarında değişiklik yapılacağına dair ipuçları mevcut. Bunların başında da özelleştirme adı altında ülkenin 80 yılda inşa ettiği varlıklarının, toprakların ve hatta gelecekteki vergi gelirlerinin yabancıların eline geçmesinden duyulan rahatsızlık var. Özellikle CHP, bankacılık kesiminde yabancı hákimiyetini sınırlayacakları açıkça söyledi.
* * *
Aslında ekonomide yapılabilecek en önemli değişiklik "yüksek faiz-düşük kur" politikasına son vermektir. Anladığım kadarıyla hiçbir siyasi partinin bunda değişiklik yapma arzusu yok. Daha doğrusu yüreği yok. Çünkü böyle bir değişikliğin; ne, nasıl yapılabileceğini biliyorlar ne de bu değişiklikten sonra ortaya çıkabilecek sorunlarla nasıl baş edebileceklerini. AKP de zaten bütün böbürlenmesini bu politikanın sağladığı sonuçlar üzerine kurmuş vaziyette. Öyleyse, "yüksek faiz-düşük kur" politikası, iktidara kim gelirse gelsin, sürebildiği kadar sürecek.
* * *
İhtiyaçlar, icatların anasıdır diye bir söz vardır. Bunun iktisat dilindeki karşılığı "krizler, çözümlerin anasıdır" olmalıdır. Türkiye’de veya herhangi bir ülkede, iktisadi gidişat ne kadar tehlikeli olursa olsun, kriz çıkmadan tedbir alınmaz. Çünkü alınacak her tedbir, ister istemez mevcut durumu bozacaktır. İsterse, kopmasına beş dakika kalmış olsun, kimse "saadet zincirini" kıramaz. Nitekim bundan önceki kriz Eylül 2000’de başlamıştı. Buna rağmen kur çapası, yüzde 7000’e varan fahiş faizlerle 2001 yılının Şubat ayının sonuna kadar sürdürüldü. O tarihlerde ne Merkez Bankası yöneticilerinin, ne de hükümetin aklı veya yüreği önlem almaya yetmemişti. Bu saadet (veya melanet) zincirini, ancak cebinde 30 milyar dolarla Türkiye’ye gelen IMF baş iktisatçısı Stanley Fisher kırılabilmiştir. Bu da yetmemiş, enkaz kaldırmak için bir de Kemal Derviş bulmak gerekmiştir. O ona kadar makam odalarında mücrim gibi titreyerek ekonominin mum gibi eriyişini dehşetle izleyenlerin akılları Fisher sayesinde derhal yerine gelmiştir. O gün bugündür de "küçük dağları ben yarattım" edasıyla ortalarda dolaşıp etrafa akıl vermeyi sürdürüyorlar. Ne demişler, söyleyene değil, söyletene bak.
* * *
Merkez Bankası dahil Türk bankacılık sisteminde 100 milyar dolara yakın döviz rezervi var. Türkiye bir yandan Türk Lirası’na dünyanın en yüksek faizini verip, ülkeye döviz çekiyor; diğer yandan 100 milyar doları düşük faizle yabancı ülkelerde tutuyor. Aradaki faiz farkını da millet ödüyor. Alternatifi yok denilen veya bulunamayan, işte bu politikadır.