Ege Cansen

Okuduğunu anlama kılavuzu

12 Mart 2011
ÇARŞAMBA günkü “Harp Ekonomisi” başlıklı yazım, Ergenekon davası da dâhil, iç siyasette olan bitenin, konuşulan ve yazılanların anlaşılmasını sağlayacak bir kılavuzdu. Yazıda esas olarak Türkiye’de bugün bir “soğuk iç savaş” yaşandığını söylüyordum. Eğer bir şeyin kendisi savaşsa, önce bunun adını koymak gerekir. Bunu idrak etmeden, cereyan eden hadiseleri demokrasi, hukuk, insan hakları veya basın özgürlüğü gibi kıstaslara göre yorumlamak ve sonuç çıkarmaya çalışmak, ya taraf olmaktır ya da saftorik bir gayrettir. Eğer olayları böyle yorumlayanlar, kendilerini saftorik olarak görmüyorlarsa, okurlarını saftorik kabul ediyorlar demektir.
* * *
Bugünkü yazım da, ekonomide olup biteni, yazılan ve söyleneni anlama kılavuzudur. İktisatta “iyimserlik, iyiliği; kötümserlik, kötülüğü çağırır” diye bir kural vardır. Ekonomi yönetiminin stratejik amacı, ülkenin “sermaye birikimini” arttırmaktır. Bir ülkenin fizik, finans ve beşeri kaynakları ne kadar gelişirse, o ülkenin sürdürülebilir refahı o kadar artar. Taktik amaç ise, “iyimserlik yayarak beklentileri yönetmektir”. Bunun için sürekli “dünya âlem bize hayran” propagandası yapılır. Okuduğunuz ekonomi haberlerinin hepsi reklâmdır. Kural olarak; beklentiler ne kadar olumluysa, yerli ve yabancı yatırımcıların o ülkeye akıtacakları “sermaye” de o kadar çok olur. Sermaye, emeğin atıdır. Atı olmayan emekçi, refah yolunda yaya kalır.
* * *
Geri kalmış, az gelişmiş veya kibar değişiyle gelişen bir ülke, “sermaye birikimi yetersiz” olan demektir. Bu ülkelerin siyasi liderleri, bu noksanı çok iyi bilir. Sermaye birikimi iki yolla sağlanır. Ya iç tasarruf arttırılır, ya da ülkeye yabancı sermaye çekilir. İç tasarrufu arttırmak için, milli gelirin % 80’nini yaratan emeğin tüketimini kısmak gerekir. Komünistler buna “emek sömürüsü” derler. Eğer kısılan tüketim sonucu artan tasarruflarının yarattığı “sermaye”nin sahibi yine emekçilerse, orada bir sömürü yoktur. Bizim gibi orta gelir kümesindeki ülkelerde, emekçilerin tüketimini kısmak yani bu amaca hizmet eden iktisadi politikalar izlemek, siyasi partilere oy kaybettirebilir. O zaman geriye, hem halkı üzmeyecek hem de iktisadi gelişmeyi sağlayacak tek bir yol kalmaktadır. O da “ülkeye olabildiğince çok yabancı sermaye çekmektir”. AKP’nin izlediği iktisadi politikanın esası budur. Bu sebeple Başbakan “paranın, yani ülkeye gelen yabancı sermayenin, rengi, dini, milliyeti olmaz; yeter ki gelsinler” demektedir.
* * *
Bu iş bu kadar basit midir? Yani bir ülke, iç tasarruflarını arttırmadan, sadece yabancıların parasıyla “sermaye birikimini” sağlayıp, sürdürülebilir yüksek refah düzeyine ulaşabilir mi? Ben bunu mümkün görmeyenlerim. Ama Yunanistan, İrlanda ve Portekiz deneylerinden sonra içime bir kuşku düştü. Bu üç ülke de yabancı sermeye sayesinde, tüketimi kısmadan refah düzeylerini arttırdı. Tamam; günün sonun finansal krize girdiler. Ancak imdatlarına alacaklıları yetişti. Henüz kurtarma operasyonu bitmedi, ama “yabancı tasarrufla kalkınma” modeline başladıkları günkü nispeten düşük refah düzeyine gerilemediler. Acaba durmadan büyüyen cari açığı pek de dert etmeyenlerin kafalarının gerisinde, şişen dış borçlar yüzünden, ülkemiz bir gün finansal girerse, Yunanistan gibi “çömlek patladı” demek mi var?
Son Söz: Önceki yanlış, sonraki yanlışı haklı kılar.
Yazının Devamını Oku

Harp ekonomisi

9 Mart 2011
İNSANLIK tarihi, harpler tarihidir. İster ülkelerin siyasi, ister dinlerin kuruluş tarihini okuyun, karşınıza harpler çıkacaktır. Müslümanların Dünya’yı “Dar’ül Harp” ve “Dar’ül İslam” diye iki alana ayrılması güncelliğini koruyan bir önermedir. İktisadi hayat da böyledir. Nitekim dünyanın bozulan makro ekonomik dengelerini yerli yerine oturtmak için Çin’le Amerika arasında cereyan eden parasal çekişmeye “Kur Savaşları” ismi münasip görülmüştür. Bankaların ve sanayi şirketlerinin ulusal veya uluslararası ölçekte pazar paylarını arttırma mücadeleleri de bir savaştır. Bu amaçla pazarlamacılara “savaşçı” ruhu aşılanır. Pazar payı savaşların, rakibin boğazını keserek veya şike yaparak “rekabeti yok etmemesi” için rekabet hukuku kurulmuştur.

* * *

1. Siyasi /askeri savaşları düzenleyen bir savaş hukuku yoktur.

2. Savaşta bir taraf için sevap olan yöntem, diğer taraf için günahtır.

3. Barışseverler, barışa kadar savaşır.

4. Geçmişle hesaplaşmak için değil, geleceği şekillendirmek için savaşılır.

5. Hattı hücum yoktur, sathı hücum vardır. Bu satıh her alanı kapsar.

6. En kötü savaş, iç savaştır.

7. Sıcak da olsa, soğuk da olsa her savaş pistir.

8. Savaşta yalan, dolan, hile ve kandırma esastır.

9. Devrim de savaştır, karşı devrim de.

10. Savaşın ucuza çıkanı makbuldür.

11. Savaştan kârlı çıkmak için, savaşı kazanmak şarttır.

* * *

Savaşın taktik amacı, düşmanı yıldırıp onun kazanma ümidini yok etmektir. Savaşı kazanmak, düşmanı sadece o an için pes ettirmek değildir. Yaralı kaplan sağ bırakılmaz misali, düşman bir daha belini doğrultamayacak hale gelinceye kadar savaş devam eder. Savaşlar, sıcak ve soğuk diye ikiye ayrılır. Ancak bu ayırım mutlak değildir. Yani her sıcak savaşta da soğuk; her soğuk savaşta da sıcak savaş teknikleri kullanılır.

Teknolojik gelişmeler savaşma tekniklerini değiştirmiştir. Günümüzün “düşük maliyetli, yüksek randımanlı” savaş yöntemleri şunlardır:

Propaganda. Amaç, düşmanın içini çürütme, askerlerinin moralini bozma, ruhunu sökme, savaş azimlerini kırma, davalarına inanmaktan vazgeçirmektir. Bunun için kural “olay yok, vesile var; haber yok, propaganda var”dır. Olay yoksa, olay yaratılır. Sonra o olay vesilesiyle haber kisvesi altında propaganda yapılır. Medya ele geçirilmişse başarı kesindir.

Terör. Türkçesiyle tedhiş; yani dehşete düşürme. Terörist eylemlerde ölen düşman sayısı, ihmal edilebilecek kadar azdır. Bu yöntem uygulanarak düşman sayıca bitirilemez. Ama terörle kütleler sindirilir, kişiler can kaygısına düşülür ve karşı cephe içinden çökertilir.

Son Söz: Savaş mahkemesinde, yenenler, yenilenleri yargılar.
Yazının Devamını Oku

Milli gelir dağılımı muhabbeti

5 Mart 2011
HAFTA başında, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 2009 yılına ait “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması” yayınlandı. Gelir dağılımı halkın ilgisini çeken iktisadi konu başlıklarından biridir. Kişilerin milli gelirden aldıkları pay doğal olarak birbirine eşit değildir. Pek tabii geliri düşük olanlar “tamam, fark olmasına olsun da, ama bu kadar da olmasın” diye düşünür. Serbest Pazar ekonomisinin fazileti bireylere “zengin olma fırsatı” sağlamaktır. Sosyal devletin fazileti ise altta kalanın “canının çıkmasına” engel olmaktır. Bu yüzden her siyasi parti kendine göre sosyal demokrattır.
* * *
Önce bazı kavramlara göz atalım:
Milli Gelir: Bir ülke halkının kendi yarattığı katma değerler toplamıdır.
Harcamalar Toplamı: Milli gelir ile cari açığın toplamıdır. Cari açık başka milletlerden borç alınan ve harcanan para demektir.
Milli Servet: Aile, firma ve devletin menkul ve taşınmaz varlıklarıdır.
Milli Gelir Dağılımı: Kişilerin, daha doğrusu ailelerin, milli gelire hesaben yaptıkları katkı dolayısıyla elde ettikleri gelirler toplamıdır.
Gelir Türleri: Ücret, kâr, kira ve faizdir. Ailelerin gelirleri bir veya daha fazla gelir türünün toplamıdır. Sosyal yardımlar (transferler) hariç.
Yeniden Dağıtılmış Milli Gelir: Devletin, üst gelir gruplarından vergi alıp, alt gelir gruplarına yaptığı sosyal transferlerle, halkın kendi arasında yaptığı yardımlaşmalar sonrasında oluşan gelir dağılımıdır.
* * *
2009 yılında milli gelirimiz, 2008 yılına göre toplam olarak yüzde 4.7 azalmıştır. 2008’de 42 milyar dolar olan cari açık, 2009’da 14 milyar dolara gerilemiştir. Bu da harcamalar toplamının yüzde 4.3’ü kadar azalmasına tekabül eder. Dolayısıyla 2009 yılında toplam harcanabilir gelir yüzde 9 azalmış, ama nüfus yüzde 1.2 artmıştır. Yani küçülen milli gelir çorbası (pastası) daha fazla sayıda insana bölüştürülmüştür. Açıklanan milli gelir dağılımı hesapları böyle bir yıla aittir. Biraz da bu sebeple gelir dağılımı az da olsa bozulmuştur.
* * *
Kırsal kesimde yaşayanlar ile kentlerde oturanların gelir dağılımları ayrı, ayrı ölçüldüğünde gelir dağımı “daha âdil veya eşitlikçi” çıkar. Kent, kırla harman edilince gelir dağılımı bozulur. Nitekim yayınlanan tablo, Türkiye’de en üst gelir grubu, en alt gelir grubundan 8.5 kat fazla gelir elde ediyor diyor. Hâlbuki aynı hesap, kent ve kır için ayrı, ayrı yapılınca, bu “kaç misli fazla” sayıları kentte 7.9 ve kırda 7.2 ye iniyor. Kır, kentten daha fakirdir. Buna rağmen tüketim kalıbı dolayısıyla kırda gelir dağılımı daha eşitlikçidir. Belki de halkı hayatından memnun etmek için, yerli diziler köylerde çekilmelidir. Hem bu dizileri seyreden köylüler, herkes bizim gibi yaşıyormuş deyip, haset çekmez; hem de kentliler, halimize bin şükür, bak başkaları ne kadar zor şartlar içinde yaşıyor deyip Allah’ı över.
* * *
Milli gelirin, türlere göre dağılımı da yayınlandı. Hesap, milli geliri yaratan “katma değer”in yüzde 80’inin emek olduğunu gösteriyor. Milli servetin çoğu, az sayıda ailenin elinde olduğu için başta faiz olmak üzere sermaye gelirlerinin yükselmesi, milli gelir dağılımını bozar, düşmesi iyileştirir.
Son Söz: Yapılan katkı eşit değilse, alınan pay da eşit olamaz.
Yazının Devamını Oku

Hindistan izlenimleri

2 Mart 2011
GEÇEN hafta ailecek, Hindistan’a turistik bir gezi yaptık. Hindistan çok büyük bir ülke, tamamını görmek mümkün değil tabii.

Biz sadece başkent Delhi, Agra (Taç Mahal) ve Jaipur şehirlerinde kaldık. Arabayla 900 km yol yaptık. Böylece kırsalı da görebildik. Hava çok güzeldi ve her yer yemyeşildi.

* * *

Hindistan 1.2 trilyon dolar milli geliri ile dünyanın 11. büyük ekonomisidir. Nüfusu 1 milyarı geçti deniyor. Yerel paranın satın alma gücü hesabına göre ise, milli geliri 3.3 trilyon dolar ve dünyanın 4. büyük ekonomisidir. Hint ekonomisi yılda % 8.5 dolayında büyüyor. İngilizcede; Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’e “BRIC” deniyor. Önümüzdeki 20 yılda BRIC ülkeleri dünya ekonomisine damgasını vuracaktır tezi birkaç yıldır çok moda. Bana göre bunların içinde ciddiye alınacak tek ülke Çin’dir.

* * *

Bir haftada Hindistan uzmanı kesilecek halim yok. Ayrıca Hindistan eskiden nasılmış bilmiyorum. Muhakkak eskiden daha kötüymüş. Ama bugün de gördüklerim beni mutlu etmedi. İzlenimlerim aşağıdadır.

Yazının Devamını Oku

Tapu delinmelidir

26 Şubat 2011
GÜZEL ve çirkin ülkemin halkı, eğer “güzel ve güzel” bir ülkeye sahip olmak ve orada, imkânların elverdiğince yüksek yaşam düzeyine kavuşmak istiyorsa, tapuyu deldirtmelidir. Çünkü halen, tapular Türkiye’yi delmektedir.

Hayatımıza yön veren hak ve hukuk anlayışımızın en muzır müessesesi “tapu delinmez” kavramıdır. Eskiyen binalar, kentleşme ve nüfus artışı dolayısıyla ülkemizde inşaat faaliyeti sürecektir. Bu delinmez tapular yüzünden inşaat çoğaldıkça, çirkinleşme de artacaktır. 
* * *
Türkiye, coğrafya olarak orta güzellikte bir ülkedir. Kıyıları, ormanları,  ovaları ve akarsuları vardır. Ama topraklarının büyük bir kısmı, tarıma ve hatta orman yetişmesine elverişli olmayan dağlık arazilerdir. Türkiye üzerinde uçarken pencereden aşağıya bakın. Güzel bir manzara görmekte zorlanacaksınız. Hal böyle olmakla birlikte Türkiye, bir çöl ülkesi de değildir.  
* * *
Doğa, her çirkinliği, göze güzel gösteren inanılmaz bir armoni yaratma becerisine sahiptir. Ülkemizin çirkinliği Allah değil, kul yapmasıdır. Uçağınız Türkiye’nin herhangi bir şehrine doğru alçalmaya başladığında, buna yere göğe koyamadığımız İstanbul da dâhildir, göreceğiniz yapılaşmanın çoğu çirkindir. Bir defa arazi kullanımı son derece gayri iktisadidir. Zannedesiniz acemi bir saraç, bir el çantası çıkarmak için bir tabaka deriyi haşat etmiştir. Aşağıya baktıkça mideniz bulanır. Bir tarafta dağınık, düzensiz çarpık, çurpuk yerleşme bölgeleri, diğer tarafta dip dibe girmiş yüz binlerce binadan kurulu yeşil alansız mahalleler. Yeşil olarak kalan yerler, ya eski mezarlıktır ya da kışlanın bahçesidir. Çünkü halk, kendi ülkesini yağmalamaktadır.
* * *
Bu kötü şehirciliğin ve mimarinin sorumlusu şehir plancıları veya mimarlar değildir. Bu kötü tablo, ülkemizde egemen olan ve insanların sıkı sıkıya bağlı olduğu, değişmesin diye direndiği ve yargının da aldığı kararlarla değişimi engellediği kutsal “tapu delinmezliği” anlayışımızın bir sonucudur.

Yazının Devamını Oku

Çömlek patlatarak ekonomiyi kurtarmak

23 Şubat 2011
2008 yılının sonbaharında başlayan ve 2009 yılının sonbaharına kadar süren küresel kriz artık gerilerde kaldı. Dünya milli geliri 2010 yılında yüzde 4 kadar büyüdü. Doğal olarak, zengin ülkeler yüzdesel olarak yavaş, fakir ülkeler yüzdesel olarak daha hızlı büyüdü. Akılda tutmakta fayda var. Nüfusu artmayan ve kişi başına milli geliri yaklaşık 40 bin dolar olan bir ülkenin, mesela Almanya’nın yüzde 3.5 büyümesi, kişi başına 1400 dolarlık gelir artışı demektir. 10 bin dolar kişi başına milli geliri olan ve nüfusu yılda yüzde 1.2 artan Türkiye’nin milli gelirinin yüzde 8 artması, kişi başına gelirin 670 dolar artmasını sağlar. Yani yavaş büyümesine rağmen Almanya’da kişi başına milli gelir, Türkiye’den hızlı artar. Aradaki mutlak fark açılır.
¡ ¡ ¡
Küresel kriz yüzünden, takke düştü kel göründü. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz gibi ülkelerde “el atıyla gezme” ilkesi üzerine kurulu, “zenginleşme” sürdürülemedi. O ülkelerde halen enkaz kaldırma çalışmaları devam ediyor. Bunun dışında, başta ABD ve Almanya olmak üzere zengin ülkeler işlerini rayına oturttular. Pek tabii, Çin ve saz arkadaşları, hem krizde hasar görmedi hem de kriz geçtikten sonra da hızlı büyümelerini sürdürebildi.

Kriz neden çıktı? Krizin çıkma sebebi dünya milli servetinin, dünya milli gelirinden kopuk bir şekilde büyümesidir. Bildiğiniz gibi milli gelirin tüketilmeyen kısmı, tasarruf edilip, yatırıma dönüştürülür. Yatırım ise, milli serveti arttırır. Milli servet artışının pratik göstergesi de “varlık fiyatları artışıdır”. Yani kişilerin ve şirketlerin sahip oldukları menkul ve gayrimenkul servetlerin toplamı, o yıl milli servete ilave edilen yatırımdan fazla artıyorsa, “sanal servet” oluşuyor demektir. Bu sanal servet artışının iktisatçılar arasındaki ismi de “varlık fiyatları balonu”dur. Her balon, şişirilmeye devam edilirse, önünde sonunda patlar. Olay bundan ibaretti. Balon patladı ve pörsüdü yani varlık fiyatları geriledi.
Kriz nasıl aşıldı? Balonun patlaması sonucunda bankaların “aktifleri” yani borç verdikleri kimselerden olan alacakları karşılıksız yani “tahsil edilemez” hale geldi. Çünkü bu kredilerin teminatı, menkul ve gayrimenkul varlıklardı. Teminat deve olunca, alacak da deve oldu. Ancak bankaların “pasifi” yani mevduat sahiplerine karşı olan yükümlülükleri taş gibi ortada duruyordu. Aktifin küçülmesi, pasifin olduğu gibi durması “banka battı” demektir. Amerikan ve Avrupa merkez bankaları (bu arada tüm merkez bankalarının en akıllısı olan İngiliz merkez bankasını da unutmayalım) derhal, bankalara nakit para şırıngaladı. Böylece, mevduat sahiplerinin batan bankalardaki paracıkları batmaktan kurtuldu. Halk yerine devlet, bankalardan alacaklı hale geldi. Kurtarma işlemi iki aşamada yapıldı. Birincisi batan bankada parası olanlar, batmayan bankada parası olanlarla eşitlendiler. Yani çömlek dolaylı olarak patladı ilan edildi. İkinci aşamada ise borcu üstlenen devletin borçlanma maliyetini düşürmesi gerekiyordu. Bunun için de faizler sıfıra hatta reel olarak eksiye düşürüldü. Böylece parası batmayan tasarruf sahiplerine de “ekonomiyi krizden kurtarma vergisi” salınmış oldu.
Nakit para, krizde kraldı; kurtuluşta köle oldu.
Son Söz: Devlet, halkın parasıyla, halkı kurtarır.
Yazının Devamını Oku

Motor kaputunun altında kaç fabrika var

19 Şubat 2011
İMALAT sanayinde faaliyet gösteren firmalar, çeşitli kıstaslara göre tasnif edilebilir. Bu sınıflandırmalardan biri ve belki de en önemlisi müşteriye göre yapılan sınıflandırmadır. Bu kıstasa göre şirketler iki kümede toplanabilir. 1. Nihai tüketiciye satılan markalı veya markasız malları üretenler.
2. Ürünlerini, tüketicinin satın aldığı malları üretenlere satanlar.
Ürünlerini nihai kullanıcı veya genelde son tüketici denilen müşterilere satan firmaları, onların mallarını satın alan herkes tanır. Bu firmalar da zaten tanınmak, bilinmek ve tüketici tercihini kendilerine yönlendirmek için her tür propagandaya başvururlar. Ürünlerini tanıtan reklâmlar yaparlar. Marka inşa ederler. Bu amaçla profesyonel reklâmcılarla çalışırlar. Bu da yetmez basın ve halkla ilişkiler uzmanlarının yardımıyla medyada kendilerine görünürlülük sağlarlar. Basında haklarında sürekli “iyi haber” çıkartırlar. Gökten yağmur gibi yağar ve kitlelerin beynini yıkarlar.
* * *
Nihai mal üreten firmalar büyüdükçe, imalatçı yanları
küçülür. Bu firmalar için üretim, artık bir “imalat” değil “tedarik” sorunudur. Piyasaya sundukları ürünleri yapmaktan çok yaptırtır veya üzerine kendi markasını bastırtarak doğrudan ithal ederler. Kendi fabrikalarındaki üretim de gitgide bir montaj faaliyetine dönüşür. Buna mukabil bu
firmaların “tasarım”, “mühendislik”, “pazarlama” ve “finansman” yönleri gelişir. Bunlar inşaat sektöründe gözlemlenen şekilde adeta birer “genel müteahhit” olurlar. Pek tabii her genel müteahhit gibi çok sayıda “uzman taşeron” kullanırlar. Marka sahibi büyük sanayi firmalarının uzman taşeronları, küçük ve orta ölçekli gerçek üretici firmalardır. İşte ülke sanayinin omurgası bu firmalar teşkil eder.
* * *
Otomobil sektöründe “motor kaputunun altında 200 fabrika var” deyimi bir zamanlar çok modaydı. Bugün bu sayı azalmamış, hatta artmış olabilir. Çünkü ana komponentleri üreten yan sanayicilerin de altlarında daha küçük “uzman yan sanayiciler” vücut bulmuştur. Üretim sistemini örgütlemede bu yapısal dönüşümü gerçekleştiremeyen ve global bir tedarik zinciri kuramayan pek çok büyük firma batmıştır. Çünkü tek ülkede ve tek çatı altında büyük bir operasyon yapmak isteyenler, işçilik maliyetlerine hâkim olamaz. Yüksek “genel ve idari gider” batağına saplanır. Mühendislikte uzmanlaşamaz. Buna mukabil yan sanayiyi geliştirerek kendi rekabet gücünü arttırma stratejisini uygulayanlar başarılı olur. Nitekim oldular da.  Büyük firmalar “ölçek ekonomisi” denilen “büyüdükçe maliyet düşer” ilkesinin peşinde koşar. Ama aslında firmanın rekabet gücünü arttıran ölçek ekonomisi kadar önemli olan iki ekonomi daha vardır. Bunlar:
1. Odaklanma/uzmanlaşma ekonomisi
2. Hız ekonomisidir.
Orta ve küçük firmalar hem hızlı balıktır, hem de küçük yemleri kapabilecek kadar keskin gözlüdür. Onlar sayesinde büyük balık da iyi beslenir. 
Son Söz: Büyük firma, büyük fabrikası değil, küresel yan sanayisi olandır.
Yazının Devamını Oku

Yetmiş milyar dolar kaç para eder

16 Şubat 2011
MISIR’ın, sâbık ve sâkıt Başkanı Hüsnü Mübarek’in 70 milyar dolar serveti varmış. Önce şu “sâbık (eski) ve sâkıt(düşmüş)” deyimi aklıma nereden geldi, onu söyleyim. Sonra işin para kısmına bakarız. Siyasi tarihimizin utandırıcı olaylarından biri de, resmi adı “inkılâp” olan 27 Mayıs darbesidir. Bugünkü şartlar altında o günkü darbenin muhasebesini yapmam. Sadece o dönemde Demokrat Parti’yi tutan azınlıktaki üniversite öğrencilerinden biriydim; bunu söyleyim yeter. Darbeden sonra yayılan ilk haber Cumhurbaşkanı Bayar’ın 103 milyon lirası olduğuydu. Bu haber fos çıkmıştı. Menderes ve arkadaşları sadece mevkilerini kaybetmediler. Aynı zamanda darbecilere göre “sukut” ettiler; yani damdan düştüler. Aynı şey Mısır’da henüz olmadı. Çünkü Mısır’da “giden paşam, gelen paşam” oldu. Halk devrimi şimdilik saray darbesine inkılâp etmiş durumda.

Bir inekle bir öküz çok susamış. Keban Baraj gölünün kıyısına inmiş. Bir yandan su içiyor, diğer yandan sohbet ediyorlarmış. İnek, arkadaşına “öküzcüğüm; hayatta en çok neyin olsun isterdin?” diye sormuş. Soruya muhatap olan öküz; uzun, uzun düşünmüş ve “inekçiğim, şu göl benim olsun isterdim; böylece ömrüm boyunca hiç susuzluk çekmezdim” diye cevaplamış.

Yetmiş milyar dolarlık şehir efsanesini irdelemeyi sürdürelim. Söyler misiniz Allah aşkına 70 milyar dolar veya 7 milyar dolar ve hatta 700 milyon dolar para, 83 yaşında bile emekli olmayı düşünmeyen, yerine oğlunu geçirmeyi planlayan, son gece dahi kıvırtmaya kalkan bir diktatöre ne zaman lâzım olacaktır? Cânı ve cânanı kurtarmaya gelince mi? Eğer cevap hayırsa, Mubarek bu parayı emeklilik günleri için mi biriktirmiştir? Mübarek, mesela 10 yıl önce çekilseydi Mısır devleti, eski başkanına bakmayacak mıydı? Nedir bu göl gibi paranın faydası?

İsviçre, Mısır devletinin talebi üzerine Mübarek’in kaç para olduğu belli olmayan banka hesaplarını dondurmuş. Ben İsviçre’den dondurma değil, iade beklerdim. Dondurma denince benim aklıma “iç etme” gelir. Herhalde İsviçreli yargıçlar, İsviçre’ye yatan kişisel paraların İsviçre Devleti’nin güvencesi altında olduğuna ve emanete ihanet edilmeyeceğine çoktan hükmetmiştir. İşte hukukun üstünlüğü budur!

Yazının havasından sezileceği üzere ben, sâbık ve sâkıt Mısır Cumhurbaşkanı’nın bu kadar parası olduğuna inanmıyorum. Ama mesela 100 milyon doları olabilir. Zaten her orta halli diktatörün o kadar parası yok mu yani(?) Eminim Mısır halkını şu sıra 70 milyar çok ilgilendirmektedir. Zaten özgürlükten önce maaşlara zam talebi gündeme geldi. 70 milyar, 70 milyona dağıtılsa, kişi başına 1000; kadın, çocuk ve yaşlılar hariç tutulsa erkek başına 4 bin dolar eder. Fena değil.

Son Söz: Nazar etme n’olur; sen de diktatör ol, senin de olur.
Yazının Devamını Oku